- Bab-ba?
- Evet, baba, gelecek...
- Bab-ba, bab-ba, bab-ba, bab-ba, bab-ba...
- Evet, Alya’nın babası var. Alya’yı çok seviyor...
- Ay-ya, Ay-ya, Ay-ya, Ay-ya, Ay-ya, Ay-ya...
- Evet sen Alya’sın. Kim olduğunu biliyorsun. Afferin sana!..
- An-ne, an-ne, an-ne, an-ne, an-ne, an-ne...
- Tamam Alya anladık, ben de anneyim! Her şeyi 50 kez tekrarlamana gerek yok, aynı dili konuşuyoruz...
- ...
- Hayır Alya, dilini çıkar demedim! Konuştuğumuz dil başka, çıkardığımız dil başka. Hadi bahçeye gidelim, yavru kedilere bakalım...
- Ked-di, ked-di, ked-di, ked-di, ked-di, ked-di, ked-di...
- Evet, kedi. Süt de alalım mutfaktan, kedilere içiririz...
- Mam-mam, mam-mam, mam-mam, mam-mam, mam-mam...
- Evet, kediler mammam yiyecek, Alya kahvaltı edecek...
*
Bu yaz, neredeyse her sabah böyle başlıyor...
Alya sabah sütünü, süt içen kedilere bakarak içiyor.
Onun da kedilerin de dudaklarının üstü bembeyaz oluyor.
Bazı sabahlarsa, güne Toto’yla başlamayı tercih ediyor.
Toto?..
Bizim bahçede yaşayan kaplumbağa.
Yıldız buldu, sokakta karşıdan karşıya geçmeye çalışıyormuş, ezilmesin diye aldı getirdi.
Toto’nun sabah kahvaltısı salatalık.
Alya da salatalık manyağı, çok iyi anlaşıyorlar.
İkisinin de ağzında salatalık, bahçede dolaşıyorlar.
Sabah misafirliği kontenjanından iki de martımız var...
*
Biraz kalabalık bir hayatımız var gördüğünüz gibi.
Bu yaz böyle oldu.
Asmalı Konak yaşantısına geçiverdik; birdenbire, bir süreliğine.
Leman, kocası Mustafa Bey, iki çocuğu, Beyza ve Fatih, Alya’nın ablası Yıldız, ben ve Alya kiralık evin esas unsurlarıyız. Alya’nın babası ise gelip gidiyor. Bir de tabii babaanne. Bu yaz Alya ile müthiş bir aşk yaşadılar, yüzdüler, oynadılar...
Benim annem, babam, kardeşim de geldi.
Ablam, eniştem ve yeğenlerim.
Hatta kuzenlerim.
Bir an geldi ki, ben bunalıma girdim!
Her sabah herkese "Günaydın!" demekten, gülümsemekten, herkesin her şeyi bilmesinden yoruldum. Ev büyük ama yine de kaybolmak zor.
Haldun Dormen’in sahnelediği bir oyun gibi, her an bir kapı açılıyor, bir kapı kapanıyor.
Alışık da değilim.
Ben Dubai’de neredeyse izole bir hayat yaşıyorum.
Kaldıramadım.
Kaçmak istedim.
Ama gelin görün ki, Alya benim aksime öyle mutlu ki...
Sürekli evin içinde hareket var ya...
Bayılıyor...
Birinin kucağından diğerinin kucağına gidiyor...
Çocuklar kalabalık seviyor...
E madem öyle, ben de bu yeni Asmalı Konak hayatına alışmaya karar verdim.
*
İstanbul’un dibinde Tuzla Mercan’da böyle bir sayfiye hayatı...
Bir tarafın şehirle bağlantılı, bir tarafın şehirden tamamen kopuk...
Röportaja atlayıp gidiyorum, harala gürele şehrin içinde koşuşturuyorum, işlerimi bitirip dönüyorum, şortumu giyip köy hayatına geçiyorum.
Bir tarafı Dubai’ye benziyor.
Çünkü sakin, çünkü huzurlu, çünkü yavaş tempolu.
Kalabalık yaşansa bile...
Gerçi orada, evin önünden kalaycı, mısırcı, baloncu geçmiyor.
Bir de kimse, hediye olsun diye kapımıza sürpriz şeftaliler bırakmıyor.
İstanbul Mercan’da böyle güzel ádetler, alışkanlıklar var.
Bir Semih Bey var mesela, müthiş bir beyefendi, sabahları kendine ekmek ve gazete alırken, birkaç eve daha alıyor, gidip onların kapısına naylon torba içinde bırakıyor.
Sabah uyanıyorsun, kapında sıcak ekmek.
Bazen simit.
Bazen bahçeden koparılmış salatalık-domates.
Bazen şeftali.
Şahane yani!
*
Sevgilimden öğrendiğime göre, Avni Şasa, fii tarihinde bu araziyi alıyor ve bütün arkadaşlarına birer dönüm satıyor.
Zamanla, hepsi orada bir ev yaptırıyor ve muhteşem bir mahalle oluşuyor.
Herkes birbirini tanıyor.
Herkes birbirine saygılı.
Bütün sokaklar çiçek adlarından oluşuyor.
Yemyeşil.
Gerçekten huzurlu bir yer.
Kediler, köpekler cirit atıyor.
Herkes memnun değil ama Alya bu duruma da bayılıyor.
İnanın hiçbir dahlim yok ama kedilerin üzerine bodoslama giden bir kızım var.
Semih Bey, evinin otoparkında 20 tane kedi filan besliyor. Bir tanesi var ki, Cingöz Recai, acayip fırlama bir şey. Alya her gün ona bakmaya gidelim diye tutturuyor.
Nereden anlıyorum? Elimi yakalıyor, bisikletine götürüyor. Ve "Gidelim" yapıyor, "Beni Cingöz’e götür..."
Pırıl’nın hediyesi, arkadan itmeli üç tekerlekli bisiklet, bu yaz hayatımızı kurtardı. Alya ona Ferrari muamelesi yapıyor. Üzerine kuruluyor, yüzüne ciddi bir ifade yerleştiriyor. Ve "Hadi beni itin" diye bekliyor.
*
Bir de kulübümüz var.
Yani İstanbul Mercan’da evleri olan insanların yaşattığı bir kulüp.
Küçük bir plajı var, parkı var ve tenis kortları var.
Öyle uçsuz bucaksız kocaman bir yer değil.
Ama yemyeşil ve sevimli.
Bir de o kulübün Necdet’i var, yani her şeyi, 30 yıldır orada, sevgilimin çocukluğunu biliyor, Necdet, "Alya’ya balık ne yapabiliriz?" diyorsun "Ayıp ettin!" diyor, iki dakikada Tuzla’dan mezgit buluyor, pişiriyor.
İşte böyle hoş bir yaz geçirdik Tuzla’da.
Ama ne yazık ki, her güzel şeyin sonu geliyor.
Bir yaz daha bitiyor.
Yakında biz de Dubai’ye evimize döneceğiz.
Hayatımıza, Şikagolu Necla ile devam edeceğiz...
HAMİŞ: Bu fotoğrafları Şengül çekti, Şengül Pallı. Benim doğum fotoğrafçısı arkadaşım. Biliyorsunuz, benim doğumumu da o çekti, sonra da çok yakın arkadaş olduk. Belli aralıklarla Alya’yı hep görüntüledi. Onun sayesinde şahane fotoğrafları var Alya’nın. Geçenlerde "Merak ettim, bakalım ne kadar büyüdü seninki?" dedi ve Tuzla’ya geldi. Onunla İstanbul Mercan’ın sokaklarında dolaştık, sonra da kulübe gittik. Bir de sürpriz yapmıştı. Alya’ya peri, bana da Marilyn Monroe kıyafeti getirmişti. Alya önce pek sevdi, sonra sıkıldı, peri olmaktan vazgeçti, kendini çıplak denize attı. Anlayacağınız, çok çok güzel bir öğleden sonrasıydı...