Paylaş
Bir Anadolu adliyesi...
Hava o kadar boğucu ki, son sürat içeri dalıyorum. Sıcaktan korunmaya çalışan, kendine gölgelerde kuytu köşeler arayan kediler gibi. Güvenlik kontrolünden geçip, merdivenlere yöneliyorum.
Hafif ürkek, üçüncü kattaki Savcı Bey’in odasını soruyorum.
Şansa bak, yokmuş!
Onun izni olmadan cezaevine giremem.
Yıkılıyorum!
Nöbetçi savcının odasını gösteriyorlar.
Derin bir nefes alıp, onun kapısını tıklıyorum.
Derdimi anlatıyorum.
“Nesi oluyorsunuz?” diyor Savcı Bey gözlerini kaldırarak.
“Bir yakınıyım” diyorum.
“Bugün görüşemezsiniz” diyor.
“Ama İstanbul’dan geldim” diyecek oluyorum.
“İyi ama her gün birileri geliyor, görüşmek istiyor, ben n’apabilirim, bu hafta olmaz, gelecek hafta gelin” diyor.
Kös kös ayrılıyorum.
NESİ OLUYORSUNUZ
Dün sabah...
Yine aynı şehrin adliyesi...
Vazgeçmek yok.
Güvenlik kontrolünden geçip, üçüncü kata çıkarken, kalbim küt küt atıyor.
Savcı Bey bu sefer yerinde.
Gözünün içine bakıyorum.
Eyvah, aynı cümleler!
“Görüşemezsiniz!”
Ağlamak istiyorum.
“Ama İstanbul’dan geldim” diyorum.
“Nesi oluyorsunuz?”
“Bir yakını. Geçen hafta da gelmiştim. Sırf bu görüşme için... ”
Galiba sonunda acıyor ya da beni başından savmak istiyor bilmiyorum artık, “Neydi soyadınız?” diyor, ben “Arman” diyecek oluyorum, o elimdeki nüfus cüzdanına bakıyor, “Dormen mi?” diyor, galiba ne Arman ne Dormen ona bir şey ifade etmiyor.
Hiçbir şey demiyorum, öylece ayakta dikiliyorum.
Bazen hayatta her şeye sazan gibi atlamamak gerekiyor, susmayı bilmek gerekiyor, susuyorum.
“Karşı odadan izin kâğıdı alın, getirin” diyor.
Yaşasın, olacak bu iş galiba!
Hemen dediğini yapıyorum.
Yine az konuşuyorum.
Öyleydi böyleydi hiç karışmıyorum, uslu uslu bekliyorum.
İzin kâğıdını imzalıyor, elime veriyor.
8 PARMAKLIK VE CAM
Ve ben o kapalı cezaevinin yolunu tutuyorum.
Fotoğrafçı arkadaşım Emre Yunusoğlu beni dışarıda bekliyor, ben cezaevine giriyorum.
Üzerimde metal hiçbir şey yok.
Takılarımı, saatimi çıkardım.
Bir tek sutyenimden şüphe ediyorum, öter mi diye.
Allah’tan ötmüyor.
Kapalı görüşme için 10 kabin var, “Hepsi dolu” diyorlar, ben polis memurlarıyla birlikte girişte, bir odada bekliyorum.
Gazete ekleri var o odada.
Memurlarından biri, “Aaa ben sizi tanıdım. Siz Ömür Hanım’sınız değil mi?” diyor, “Ömür Gedik!”
Gülümsüyorum, “Hayır” diyorum.
O kadar.
Artık öğrendim, ne kadar az konuşursam o kadar iyi.
O arada bakıyorum, bir gazetenin magazin ilavesinde Ömür’ün haberi var, sevgilisi evliliğe sıcak bakmıyormuş, bir programda mı ne söylemiş, o da yayına bağlanmış, “Ömür boyu birilerinin hayat arkadaşı olmak istemiyorum” demiş.
Polis memurları şüpheli bir şekilde bana bakıyorlar, “Gerçekten değilim!” diyorum.
Ve susuyorum.
Epey bir zaman bekliyorum, sonunda, “Tamamdır görüşebilirsiniz” diyorlar.
Yine güvenlik kontrollerinden geçiyorum, ayakkabılarımı filan da alıyorlar, Yalan Dünya’daki gibi kocaman terlikler veriyorlar, “Yok ben yalınayak yürürüm” diyorum, neyse ki ayakkabılarımı geri veriyorlar. Uzun bir koridordan ilerliyoruz.
Yatılı okul yemekhanelere gibi kokuyor. Tipik bir Türkiye kokusu.
Ve işte, 6 numaralı kabinin önündeyim.
Kutu gibi bir şey, yuvarlak bir tabure var, oraya oturuyorum.
Önümde 8 parmaklık ve cam var.
Heyecanla bekliyorum.
Ve birden, görüşmek için bunca yolu teptiğim kişi, hooop diye son derece dinamik bir hareketle karşıma oturuveriyor.
Çok enerjik.
Çok iyi.
Hapishane koğuşundan değil de, tekneden geliyormuş gibi duruyor.
Birden inanamıyorum.
Nedense karşımda daha çökmüş, daha perişan birini görmeyi bekliyorum.
Ama o pırıl pırıl.
Ne bitkin ne yorgun.
Üzerinde bir jean var ve narçiçeği polo yaka tişört.
Dizi oyuncuları gibi.
Saçları da briyantinli.
KALIPLARA SIĞMAYAN BİRİ
Çocuksu bir sevinç geliyor üzerime. Ayaklarıma ve ellerime nar çiçeği oje sürmüştüm, tam da ojelerimin renginde tişörtü. O da beni gördüğüne seviniyor. Ve telefonu elime alıyorum. N’aber, nasılsınız faslını kısa geçiyoruz.
“Neden burada olduğunuzu biliyor musunuz?” diye soruyorum.
Gülümsüyor.
Kapalı görüşler tuhaf, ağzınızdan çok gözlerinizle konuşuyorsunuz.
Bazı şeyleri söylemiyorsunuz ama aslında söylüyorsunuz.
Bazı şeylerin yanıtı vermiyorsunuz ama aslında veriyorsunuz.
Bol bol kitap okuduğunu anlatıyor.
“Bir tür detoks oldu, bakma her şeyde bir hayır var, bir sürü şeyi düşünme fırsatı buldum” diyor.
Spor yapıyormuş, üstelik kendisiyle birlikte aynı koğuşta kalanlara yaptırıyormuş.
Her fırsatta güneşlendiğini de anlatıyor.
Hatta tişörtünü kaldırıp göğsünü gösteriyor, gerçekten de yanık.
Onun bu hiçbir kalıba sığmayan hali beni güldürüyor.
Ama o dışarıdayken de böyleydi, değişik biriydi, pek öyle şatafata, protokola önem vermeyen, nevi şahsına münhasır, rahat, Akdenizli, kendi gibi biri...
Belki de işin püf noktası burada.
Bela bu noktadan sonra geliyor insanın başına, ben senin kurallarını takmıyorum dersen, birileri sana o kuralları takıyor!
Sorun, nevi şahsına münhasırlıkla başlıyor.
İsteniyor ki, herkes birbirine benzesin, tek kalıptan çıkmış gibi...
Oysa o öyle biri değil...
Yarım saat kadar sohbet ediyoruz.
Ama tabii ki, bütün sohbeti burada anlatacak halim yok.
Bu yazı sadece tadımlık.
KİMSEYLE HESABIM YOK
Yalnızca şunu bilin.
Konu, ailesine gelince, annesine, babasına, çocuğunun üniversite mezuniyet törenini kaçırışına, dudakları titriyor, gözleri doluyor, kendini tutamıyor ve ağlamaya başlıyor.
İşte o zaman çok fena oluyorum.
Anlıyorum ki, güçlü durabilmek için ekstra çaba sarf ediyor.
“Benim kimseyle bir hesabım yok” diyor, “Hesabım sadece kendimle. Annem 80, babam 82 yaşında, ikisi de çok üzüldüler. Onların üzülmesi de beni perişan ediyor. En çok bu koydu bana...”
O kadar doğal ve insaniydi ki gözyaşları... Samimiyetine bir kere daha inanıyorum.
Sonra hemen kendini toparlıyor, tekrar o neşeli adam oluyor.
Söz konusu kişi kim, neden içeride, neden tutuklandı onu da ilerideki günlerde okuyacaksınız...
Yeşim Hanım’ın mutfağı
BÜTÜN Bodrumcular!
Evi olanlar, ev kiralayanlar, tekneyle Mavi Tur’a çıkanlar, kendi teknesi olanlar, midesini sevenler, gurmeler, gurmanlar...
Size müthiş bir kıyak çekiyorum.
Şahane bir bilgiyi sizinle paylaşıyorum.
Acaba yapmasam mı diye de düşündüm.
Çünkü ne zaman değerli bilgileri sizinle paylaşıyorum, sonra ben hep nal topluyorum! Yeşilyurtlular Sitesi örneğinde olduğu gibi. “Çocuklular için ideal” yazdım. Sahilini, pamuk helvacıyı, horozşekerciyi, çocuk parkını, trambolini, gözlemeciyi filan anlattım, her sene daha zor ev bulur oldum, fiyatlar arttıkça artıyor. Belki de faydalı bilgileri paylaşmamak gerekiyor, ama işte yapamıyorum.
Bu seferki faydalı tiyo, Kayserili Yeşim Hanım’ın Mutfağı.
Böyle bir şey yok!
Hayatımda böyle mantı ve etli yaprak sarması yemedim. Ki ben yaprak sarmanın Allah’ını yapan bir aileden geliyorum. Gerçekten inanamadım. O ne kalem gibi sarmaktır. O ne yoğurttur, ne sostur.
Şiir gibi, şiir!
Ve o mantı, minicik, ağzına hamur değil, gerçekten etin tadı geliyor ve çok hafif... Fakat şu aşağıda saydığım insanlar zaten çoktan keşfetmiş: Beyazıt Öztürk, Sibel Can, Fatih Erkoç, Tarık Akan, Şener Şen, Zeynep Ilıcalı, Şarık Tara...
Bu insanlar meğer Yeşim Hanım’ı bilirmiş.
Dünyanın en abuk yerinde aslında lokantası.
Bodrum Havaalanı’ndan çıkıyorsun, Bodrum istikametine giderken, üç kilometre sonra Opet İstasyonu’nda. Yani romantik değil, estetik değil, hiçbir şey değil. 8 tane masası filan var, temiz bir yer, ama şahane yemekleri dışında çok bir özelliği yok. 13 kadın çalışıyor, başlarında da Yeşim Ceylan duruyor. Patron o. Kayserili olduğu için bu işleri çok iyi biliyor. Eşi öğretmen, kendisi de o yol üzerindeki ilk mantıcı, zaman içinde o kadar nam salmışlar, o kadar iyi iş yapmışlar ki, o benzinliğin arazisini satın almışlar.
Tabii insanlar, “Mantıcılıktan benzin istasyonu aldılar ayol, biz de yapalım!” diye bu işe girişmişler.
Fakat hiçbiri Yeşim Hanım kadar başarılı değil.
Şimdi n’apıyorsunuz?
Uçak, Bodrum’a indiğinde ya da siz arabayla Bodrum’a gelirken, Opet’e dalıyorsunuz (önceden telefonla sipariş de verebilirsiniz) ve o tatlı kadından, paket paket mantıları ve sarmaları alıp evinizin yolunu tutuyorsunuz.
Tatil bitiminde de aynı şeyi yapabilirsiniz.
Beni hatırlayacaksınız.
Pişman da olmayacaksınız.
Gerçekten olağanüstü!
Low Battery
SON zamanlarda duyduğum ve çok güldüğüm haberlerden biriydi.
Evli adam, sevgilisinin cebini, kendi telefonuna “low battery” olarak kaydediyor.
Çünkü biliyorsunuz, insanlar en çok telefondan enseleniyor.
Ya bir mesaj çıkıyor, ya “Kim bu arayan?”dan başı belaya giriyor.
O da uyanık ya, böyle bir çare bulmuş.
Adamın sevgisinden telefon geldiğinde, karısı bakıyor ki “low battery” yazıyor.
O da kocasına sesleniyor:
“Hayatım, telefonun pili zayıflamış. Şarja tak!”
Paylaş