"Ayşe hanım, sizi mail bombardımanına tuttuğum için kusura bakmayın. Ama geçenlerde yazdığınız beyaz saçları kırçıllı hale getirecek o şampuana ihtiyacım var. Söz konusu şampuanın markasını ve nerelerde bulunabileceğini sizden öğrenmek istiyorum. Henüz 43 yaşında olup bembeyaz bir kafayla dolaşan benim bu bilgiyi öğrenmeye acil ihtiyacım var. Sevgilerimle. (Dr. Ö. Ç.)"
Baştan anlaşalım, bu konunun uzmanı değilim...
Ama mütehassısından (ihtisas sahibinden) aldığım bilgi aktarıyorum.
O malum şampuanın adı Silver. (System Professional/ Silver Shampoo) Wella’dan çıkmış.
Ne zaman çıktığını bilmiyorum.
Ama şampuanın üzerinde dana gözü gibi "Yeni" yazıyor.
Altında da şu ibare göze çarpıyor:
"Sadece erkekler için."
Memnun kalmazsanız sizin sorununuz, kalırsanız beni arayın.
Unutmadan, broşüründe şöyle bir açıklama var: "Gümüş yansıması sağlayan dengeli şampuan. Beyaz saçlarda dış etkenlerden dolayı oluşan sarılığı engeller. İçerdiği özel yansıtıcı aktif pigmentler ve renklendirici moleküller sayesinde saçtaki sarılaşmaya karşı koyar ve saça gümüş parlaklığı kazandırır."
Nerede bulabileceğinize gelince...
Saç bakım ürünleri satan yerlere bakacaksınız ya da kuaförlere soracaksınız.
Bu iyiliğimi de unutmayacaksınız!
Affet beni Zafer Yazgan
ZAFER YAZGAN’IN 1. MAİL’İ
Müthiş bir şey bu! Tam da yalnızlıktan patlamak üzere olduğum şu günlerde, kendimi ifade edecek bir tek kişi bile bulamazken, beni bir anda yüz binlerce kişi ile buluşturduğunuz, beni önemseyip köşenizde yer verdiğiniz için size çok teşekkür ederim. İlgi çeken bir şey yapmış olmanın keyfini yaşıyorum. Rutin hayatıma renk kattınız. Bir gün de sizinle yüz yüze gelebilmek dileğiyle...
ZAFER YAZGAN’IN 2. MAİL’İ
İnanın şok olmuş durumdayım! Sabahtan beri ellerim titriyor, ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Köşenizde yer almanın felaketim olacağını tahmin bile etmiyordum. Nasıl böyle bir şey olabilir, inanamıyorum. Burada resmen bir suçlama söz konusu. Bunun gerçek olup olmadığını bilmeden yayınlamanıza çok şaşırdım. Üzüntümü anlayışla karşılayacağınızı umut ediyorum...
Bu yazıya nasıl başlayayım diye uzun uzun düşündüm.
Ekrana önce şu cümleyi yazdım: Zafer Yazgan iyi bir adamdır.
Bir süre önce "Enteresan bir yerde yaşıyorsanız, bizim hop deyince gidemeyeceğimiz, belki de hiçbir zaman göremeyeceğimiz bir yerde, anlatın..." diye bir şey yazmıştım.
Madagaskar’ı anlatmıştı Zafer Yazgan.
Çok da hoş bir şekilde anlatmıştı.
Düşünsenize, gitmeden biliyorum az çok nasıl bir yer olduğunu. Çok beğendim, herkes de beğensin diye, hiç tanımadığım Galatasaray Liseli bu genç adamın adını açık açık yazdım.
*
Birkaç gün sonra, sizlerle yine başka bir oyun oynadık birlikte...
Konu Türklerin pratik zekasıydı.
"Varsa örnek hikayeler, gönderin" demiştim.
Göndermiştiniz.
Gönderilen mail’lerden bir tanesi yine Madagaskar’dandı. Ve bizlere Madagaskar’ı anlatan Zafer Yazgan hakkındaydı. Sonradan düşününce, içinde mantıksızlığı aşikar suçlamalar barındırıyordu.
"Türkler gerçekten pratik de zekalıdır. Pratik zekalarını da bulundukları ülkeye taşırlar. Tıpkı asker kaçağı olan bu arkadaşın, bedelli askerlik yapabilmek için Madagaskar’da firma açması gibi..." diye başlayan bir mail.
Basiretim bağlandı, dikkatimden kaçtı, neyse ne, bu okur mektubunu yayınladım.
Ve ondan sonra, Zafer Yazgan’ın yukarıda okuduğunuz ikinci mail’i geldi.
Ne yaptığımı, nasıl bir şeye yol açtığımı birdenbire anladım.
Ama iş işten geçmişti.
Demek istiyorum ki, insan hata yapar, insan hıyarlık da yapar...
Affet beni Zafer Yazgan!
Kadın tenisçilerin çığlıkları
15 yıldır eline raket almayan ben, üzerinize afiyet Dubai’de tekrar tenis oynuyorum.
Hızımı alamadım, teçhizatı da tamamladım; kıyafetler filan, tekrar tenise başladım.
Şimdi siz zannedeceksiniz ki, imkan fazlalığından.
Hayır efendim, eksikliğinden.
Bu şehir insanı zorluyor.
Ya alışveriş yapacaksın, başına kredi kartı belası açacaksın.
Ya da spor yapacaksın, adrenalin manyağı olacaksın.
Ben ikinci şıkkı tercih ettim.
Amacım, daha az masrafla daha uzun süre durumu idare edebilmek.
Tabii tenis sporuna yeniden başlamanın bazı yan etkileri de oluyor.
Dubai’de her yıl tekrarlanan Tenis Şampiyonası’nı izlemek gibi yeni meraklar, yeni keyifler...
*
Bu aralar en büyük eğlencemiz Dubai Tenis Şampiyonası 2006.
Bu şehir böyle imkanlar sağlıyor insana.
Dünyanın en büyük raketlerini gidip izleyebiliyorsun.
Kim mi onlar?
Maria Sharapova, Martina Hingis, Andre Agassi...
Mine diyor ki, "Türkiye’de olsa mesela sadece sosyetikler bu turnuvayı izlerdi. İlk sıraya onlar otururlardı. Oysa, burada ben de gidebiliyorum. 10 YTL verip, bu müthiş tenisçileri izleyebiliyorum..."
Öyle gerçekten.
İnternetten bilet alıyorsun.
Ve soluğu Aviation Club Tenis Stadyumu’nda alıyorsun.
Tabii yarı final ve final, normal maçlardan daha pahalı.
*
Bu aralar bu spor dalında en moda şey, kadın tenisçilerin çığlıkları...
Ünlü kadın tenisçilerin tabii.
O çığlıkları canlı duymak ve etraftakilere anlatmak, hava basmak fiiliyle eş anlamda.
Maria Sharapova’nın çığlığını mesela, insanlar cep telefonlarına açılış melodisi olarak kaydediyorlarmış. Şimdi bunu duyunca "Ulan bu nasıl bir çığlıktır?" diye merak etmez misiniz?
Hemen söyleyeyim, 100 desibel...
Bu desibel miktarı, küçük bir uçağın yere inerken çıkardığı sesinkine eşit.
Kortta bu sesi duyduğunuz zaman, insanın ilk tepkisi şaşkınlık oluyor.
Ve aniden ortalık sessizleşiyor.
Çıt sesi duyulacak kadar sessizleşiyor.
Tam çözemedim ama galiba işin içinde utanç da var.
Çünkü o çığlık, sekse de gönderme yapıyor.
Bir orgazm anı çağrışımı yapıyor.
Tabii insanlar orada ellerinde raketler, kendilerini canhıraş bir biçimde oradan oraya atarken bunları düşünmek biraz ayıp oluyor ama...
İnsanız işte, elimizde değil...
Çok ama çok kondisyon gerektiren bir spor, bir de setler uzamıyor mu, Allah kolaylık versin onlara...
Aslında o çığlıklar boşuna değil.
Tenis topuna vuruş kuvvetini hızlandırmak için enerji salınımı...
Ama aynı zamanda bizim beynimizde de salınıyor işte...
*
İnsanın beynine salınan bir çığlık daha var.
Alya bu aralar bu modayı keşfetmiş durumda.
"Bakalım kaç desibele çıkabileceğim?" diye o masum ciğerlerini zorluyor!..
Karşıdan karşıya geçmek
Annem hep söyler:
"Sen normal bir çocuktun. O araba sana çarptıktan sonra böyle oldun!"
5-6 yaşlarındayım...
Karşıdan karşıya geçmek isterken, bir taksi çarpıyor, ben beş metre havalanıyorum, küt diye kafamı kaldırıma çarpıyorum.
O zaman da inatçıyım... "İçi müflonlu, kapişonlu -anladınız kışlık- kırmızı anorağımı giyeceğim" diye tutturuyorum.
Aylardan ağustos, Adana sıcağı.
Ama o kırmızı anorak, hayatımı kurtarıyor.
Kalın ya, bir şekilde beni koruyor.
*
İşte hálá karşıdan karşıya geçemiyor olmam, o günlerden bana miras.
Ben kalıveririm yolun ortasında.
"Önce sağına, sonra soluna, sonra tekrar sağına bakarsın ve geçersin..." kuralı işlemiyor bende.
Arabalar vızır vızır geçerken ne yapacağını bilemeyen zavallı bir kedi gibi oluyorum. İşi kötüsü sadece dursam iyi, bir öne adım atarım, bir arkaya...
Yani benim gibiler, araçların kabusudur...
Ne yaptığı belli olmayan yaya...
*
- Bana güvenmiyor musun!
- Hayır hayır, güveniyorum...
- Peki neden elini vermiyorsun?
- Tamam veririm, ama ben öyle hızlı geçemem karşıdan karşıya haberin olsun... Gel vazgeçelim, çok hızlı geliyor bu arabalar...
- Delirdin galiba, çaremiz yok, mecburuz geçeceğiz burada karşıdan karşıya... Bana bırak kendini... İnanmıyorum sana... Öyle güvenilmez gözlerle bakıyorsun ki... Ben senin sevgilinim, kocanım, çocuğunun babasıyım, seni artık bir karşıdan karşıya geçiremeyeceksem yuh bana...
- Güvenmemek değil bu... Ama istemiyorum karşıya geçmek... Sen git, ben tıpış tıpış geri dönerim... Yoksa yolun ortasında ölüp gideceğim...
- Hayır ölmeyeceksin. Ben "Koş!" diyeceğim sana, birlikte koşup geçeceğiz bir anda...
*
El ele tutuştuk.
Gözlerimi kapattım.
Nasıl koştuğumuzu hatırlamıyorum
Ama yaptık, başardık, karşıya geçtik.
Biri bana bunu anlatsa "Manyak!" derim.
Ama işte gerçek...
Bir gerçek daha var: İnsanlar ne kadar yıl birlikte yaşarlarsa yaşasınlar, birbirleri hakkındaki bazı gerçekleri ancak bir kriz anında öğrenebiliyorlar!