Paylaş
Ne Alman ne Türk.
Hem hepsi, hem hiçbiri.
Bir dünya vatandaşı.
Çocuklarımızın gelecekte olacakları insan. Beş dil biliyor, iki üniversite mezunu. Kültürlü, bilgili, sağduyulu, vicdanlı, alçakgönüllü, yakışıklı, adil...
Onun isminin yanına, aklınıza gelen her iyi sıfatı koyabilirsiniz.
Gerçekten hak ediyor, gerçekten şahane bir adam. Pırıl pırıl. Yeni doğmuş çocuğunu anlatırken yüzündeki ifade muhteşem, işini anlatırken de, eşini anlatırken de öyle.
Yaptığı işi severek yaptığı her halinden belli.
Ve ‘Zenne’de muazzam bir oyunculuk sergiliyor.
Bana inanmayın, gidin kendi gözlerinizle görün.
‘Zenne’ bu yıl seyrettiğim ve en beğendiğim filmlerden biri oldu.
İlk fırsatta yeniden gidip izleyeceğim. Siz de kaçırmayın.
İnsanın içine işleyen bir film, eşcinsel olduğu için babası tarafından öldürülen Ahmet Yıldız’ın hikayesi çok dokunaklı. Bir Türkiye gerçeği. Ve çekimler şiir gibi.
- Sizi tanıyalım…
- Adım Kerem Can. Almanya’da yaşayan bir Türk oyuncuyum. “Nerelisiniz?” deyince “Berlinliyim” diyorum çünkü doğma büyüme Berlinliyim.
- Berlin ne alaka…
- Annemle babam, 20’li yaşlarının başında Berlin’e yerleşiyor. Annem diş hekimi, babam mühendis…
- Klasik bir işçi ailesi hikayesi değil o zaman…
- Yok, değil. Babam, İstanbul Erkek mezunu. Almanca zaten biliyor. Türkiye’de mühendislik okuyor. Ama o dönem ülke siyasi olarak karışıklık yaşıyor, 80 öncesi. Bunlar da iki aşık, bir süreliğine yurtdışına gitmeye karar veriyorlar. Şehir olarak da Berlin’i seçiyorlar. Güya bir sene kalıp dönecekler. Kalış o kalış. O arada evleniyorlar, ben doğuyorum. Babam, Almanya’da gemi mühendisi olarak, annem de diş hekimi olarak çalışıyor. Ben 8 yaşındayken ayrılıyorlar. Babam Türkiye’ye döndü. Biz annemle Berlin’de kaldık. Ama hiçbir zaman birbirimizden kopmadık…
- Doğma büyüme Berlinli biri için şaşırtıcı derecede iyi Türkçe konuşuyorsunuz…
- Türkiye’ye bağlarım hep devam ettiği içindir. Babaannem emekli öğretmendi. Devamlı gelirdi, onunla çok vakit geçirdim…
- Peki ya babanız?
- Benim hikayemde gözyaşı, acı filan yok. Aslına bakarsanız babasız büyüdüğüm de söylenemez, onu her yaz gördüm. Onu ve ailemin Türkiye’deki diğer kanadını, amcamı, yeğenlerimi de. Annem de çok güçlü bir kadındır. Çalışan, kendi ayakları üzerinde duran, çok bağımsız biri. İkisi de, ayrı ayrı çok iyi rol modeller. Babam tekrar evlendi, bir kardeşim oldu, onunla da aram gayet iyi. Annemin de 25 yıldır bir hayat arkadaşı var, yarı Alman-yarı Belçikalı. Dolayısıyla ben, dünya vatandaşı olarak, multikültürel bir ortamda büyüdüm.
- Siz hiç bocalamadınız mı “Türk müyüm, Alman mıyım ” diye…
- Pek değil. Kendi gerçeğinizi kabul ediyorsunuz. Fransız arkadaşlarım da vardı, Türk arkadaşlarım da, Alman arkadaşlarım da. Ama 25 senedir en iyi iki arkadaşım Güney Koreli ve Polonyalı.
BEŞ DİL BİLİYOR İKİ ÜNİVERSİTE BİTİRDİ
- Oyunculuk aşkı nasıl başladı?
- Okul tiyatrosunda. Başlangıçta sadece hobiydi, öyle de kalacak zannettim. Çünkü bizim ailede böyle bir örnek yok, hepsi ya girişimci ya mühendis ya iş adamı ya doktor. Ben işletme okudum, ön lisansımı Berlin’de tamamladım. Bir taraftan da oyunculuk dersleri alıyordum. Berlin özellikle de birleşmeden önce, ada gibi bir yerdi, küçük gelmeye başladı, dışarı çıkmak istedim. Kendime uluslararası bir okul buldum. Önce Paris’e gittim, eğitimime işletme üzerine devam ettim, sonra Oxford’da gittim. Bu arada oyunculuk dersleri hep devam ediyordu. Oxford’da uluslararası ilişkiler okudum, master da yaptım. Fakat anladım ki, ben işletmeci olarak çalışmak istemiyorum. Aklım fikrim oyunculukta. Bir ofise tıkılıp kalacak bir tip de değilim…
- Peki oyunculuk üzerine özel dersler dışında eğitim aldınız mı?
- Evet aldım, Londra’da. Bizimkilerden gizli. Sonra Almanya’ya dönünce Almanya’nın çok iyi oyuncularıyla çalıştım. Hâlâ çalışıyorum. Şan dersleri de aldım, müziğe de merakım var. Biri sürü de dil öğrendim o arada...
- Kaç dil?
- Beş.
- Ooooooo! Hangi diller?
- Almanca, İngilizce, Fransızca, İspanyolca ve Türkçe. 2004’ten beri de profesyonel oyuncu olarak çalışıyorum. Diziler, filmler, tiyatrolar derken bugünlere geldim. Artık ailem sonsuz destek veriyor. Yani “Bu kadar iyi eğitim aldın, niye oyunculuk yapıyorsun?” demiyorlar. Beni hayatta en mutlu eden şeyi yapıyorum…
- Almanya gibi bir yerde “Turken Raus!” sloganları atılırken, “Türk’üm” demekten hiç rahatsız olmadınız mı?
- Hiç. Aksine bu, hep benim zenginliğim oldu. Ben iki kültürü de içimde barındırıyorum. Türkiye’ye geldiğim zaman birtakım düzensizliklere kızıyorum. Ama Almanya’ya gidince de her şeyin bu kadar kurallara tabi olması beni sinir ediyor, buradaki düzensizliği, karmaşıklığı özlüyorum. Bir de tabii ben, ruhen de Türkiye’den hiçbir zaman kopmadım.
ZENNE MÜTHİŞ BİR ZENGİNLİK OLDU
- İngilizce’yi ve Fransızca’yı anladım, iki ülkede de üniversiteye gitmişsiniz. İspanyolca nereden?
- Annemin sevgilisinin ailesi Granada’da yaşıyor, altı ay onlarla kaldım. Dile de kabiliyetim var, sonra da kendi kendime geliştirdim.
- Oyunculuk sizin için nasıl bir tutku?
- Tarifi yok. Muazzam. Çok büyük bir aşk. Başka bir hayatın içine girmek ve çocuk gibi oynamak. Bunu meslek olarak yapabilmek büyük bir lüks. Başka bir dünyaya giriyorsunuz. Ben işin araştırma kısmını da seviyorum, o rol için ders çalışıyorsunuz, hazırlanıyorsunuz, adım adım o karaktere bürünüyorsunuz. Mesela Zenne, müthiş bir zenginlik oldu benim için.
Zenne için 8 kilo verdi
- Nasıl bir babasınız?
- İlgili. Annesi ne yapıyorsa ben de hemen hemen aynılarını yapıyorum. Altını değiştiriyorum, uyutuyorum, yemeğini yediriyorum, dışarı çıkarıyorum, eşim dublajdayken sorumluluk tamamen bende yani…
- Yardımcı?
- Ne yardımcısı ya! Almanya’dan söz ediyoruz, Almanya’da çok pahalı, öyle bir lüksünüz olamıyor. Her şeyi kendiniz yapıyorsunuz.
- Oğlanın ismi nereden buldunuz?
- ‘Luan’ diye bir boksör var Almanya’da, Arnavut kökenli. Eşim bu ismi duymuş, “Erkek olursa Luan koyalım” dedi. Aslan yani. Biz de Balkan göçmeniyiz, hoşuma gitti. Oğlanın ismini ‘Luan Faik’ yaptık.
- Zennedeki rolünüz için kilo da verdiniz değil mi?
- Evet, sekiz kilo. Yedi ay boyunca ağzıma bir kadeh şarap bile sürmedim.
BEN ROLÜMÜ İYİ OYNAYAYIM DA GAY ZANNETMELERİNİN ÖNEMİ YOK
- Zenne’ciler ‘Zenne Can’ rolü için sizi nasıl buldular?
- Almanya’da yaşayan çok sevdiğim bir Türk oyuncu sayesinde. “Zenne diye bir film çekecekler, güzel proje, seni önerdim” dedi. Senaryoyu gönderdiler, çok etkilendim. Sonra filmin yönetmenleri Caner ve Mehmet’le tanıştım. Hiç unutmuyorum, onları havaalanında karşıladım. Çok soğuk bir gündü, oğlum doğalı 15 gün olmuştu, yorgunluktan perişan vaziyetteyim, yürürken yalpalıyorum. Onlar da beni öyle görünce, “Eyvah!” demişler, “Bu adam bu role uygun değil!”
- Neden?
- Sanırım yürüyüşüm yüzünden. Bir gay’i canlandırmaya uygun değilmiş. Bunu bana söylediler de... “Beden dilin üzerine çok çalışmamız gerekiyor” dediler. Çetin mesele, bir gay kimliğe bürünmek değildi, o nispeten kolaydı, mesele bir zenne olarak ortaya çıkmaktı. Çünkü ben o güne kadar dans etmemiştim. Oryantal filan hak getire. Çiftetellinin ne olduğunu biliyorum ama hayatımda göbek atmamışım. O kadar uzaktı bana. Aksi gibi sadece yedi ay zamanım var, öğrenmem ve o altı farklı koreografinin altından kalkmam gerekiyor...
- E o zaman olağanüstü bir iş çıkarmışsınız! Değme dansçılarla aşık atarsınız…
- Ne güzel şimdi bunları duymak. Ama siz bir de o yedi ayda neler çektiğimi bana sorun! Her gün dokuz saat dans ettim. ‘Zenne Can’ın ruhuna nüfuz etmem başka türlü mümkün olmayacaktı. Bir de tabii kendi sınırlarımı da merak ediyordum, “Acaba vücudum yapabilecek mi? Hareketlerim yumuşayabilecek mi?” Deneysel bir çalışmaydı, adım adım ilerledim. Sabah 06.30’da uyanıyordum. Mezdeke CD’sini takıyordum, karımın ve oğlumun şaşkın bakışları arasında göbek atmaya başlıyordum. Her sabah hayatım böyle başlıyordu Berlin’de…
- Kendi kendine öğreniliyor mu…
- Yok o kadar kolay bir şey değil! Berlin’de ‘Eserzade’ isimli zenneyle çalıştım. Sağolsun bana çok yardımcı oldu. Ondan öğrendiklerimi evde kendi kendime uyguluyordum. Sonra bir dans stüdyosu tuttum kendime, orada da çalıştım. Yedi ay her şeye ara verdim, sadece rolüme konsantre oldum. Bir gün Eserzade, “O parmaklarının hali ne?” dedi, “Ne var abi?” dedim. Ayı gibidir benim parmaklarım, küt, küt, “E biraz estetik ol” dedi, “Onları kalas gibi kullanma.” Ve Çin çubukları soktu aralarına, “Böyle dolaşacaksın bir süre” dedi. Yaptım. Günlerce. İstanbul’a gittiğimde amcamın oğlu Eren karşıladı beni, ellerime baktı, “Bir tuhaf duruyor parmakların” dedi, “Kırıldı mı ne oldu?”
SIKI BİR TÜRKİYE GERÇEĞİ
- Bir de Pina Bausch’la çalışmışsınız…
- Evet ya, bu da hayatımın şansı. Almanya’da bir efsanedir, onunla çalışabilmek rüya gibi bir şey. Caner ve Mehmet onunla iletişime geçiyor, projemizi anlatıyor, işi beğeniyor, “Gelsin” diyor, “Yardım ederim.” Bir de o efsaneden de ders aldım.
- İyi de filme hazırlanırken geçirdiğiniz o yedi ayda ne yiyip ne içtiniz, hiç para kazanamadığınız bir dönem…
- Boş versene ne önemi var! Bir televizyon dizisinde oynamıştım, birikimim vardı. Para da, bir yerden sonra insanın umrunda olmuyor, bütün amacın elindeki işi en iyi şekilde yapabilmek oluyor. En azından benim için öyle.
HEDİYE GİBİYDİ
- Peki sizi bu filmde en çok etkileyen neydi?
- Hikayenin gücü. Senaryonun sağlamlığı. Bir de film sıkı bir Türkiye gerçeği. Bence fevkalade önemli bir film. Birlikte çalıştığım insanlara hem çok güvendim, hem onları çok sevdim. Yönetmenlerin samimiyetine, dürüstlüğüne de çok inandım. Bir de canlandıracağım karakter benim kişiliğime çok aykırıydı. Sadece eşcinsel olması değil. Herkese laf yetiştirebilen, agresif bir tip, benim tam tersim. Üstelik dans da girince rol beni büyüledi.
- Alman eşiniz de oyuncu, iki oyuncu aynı evde nasıl bir durum?
- Çok besleyici. Karım iyi bir eleştirmendir. Ama o tiyatro kökenli...
- ‘Zenne’ bir sürü ödül aldı ama siz erkek oyuncu olanak Altın Portakal’ı alamadınız…
- Hiç önemi yok, bu filmde yer almak bile hediye gibiydi.
- Rolünüzü o kadar iyi canlandırdınız ki, insanlar sizi gerçekten gay zannetti...
- Bence bir mahzuru yok. Rolümü iyi canlandırmış olmak bana ancak gurur verir.
Paylaş