Paylaş
Hem uzak hem yakın biri.
Hem mesafeli hem samimi.
Siz de başta ne yapacağınızı bilemiyorsunuz.
Bana öyle oldu yani.
Bir de dalga mı geçiyor anlayamadım.
Espri mi yapıyor, ciddi mi?
Sonra anladım ki o, hepimizi suya götürüp susuz getirir! Her şeyden haberdar, her olaya hâkim.
Ama hiç öyle değilmiş gibi davranıyor.
Siz onu ‘saf’ filan zannetme saflığına kapılıyorsunuz!
Murat Ülker, Yıldız Holding’in cirosunu beş yılda ikiye katlayan müthiş bir vizyoner.
Ve çok alçakgönüllü. “Yok artık daha neler!” dedirtecek kadar. 72.5 milletten insanla çalışan, kendi alanlarında dünya üçüncüsü bir dev.
77 fabrika, 120 genel müdür ve her işin başında CEO’lar... Hepsi de Murat Ülker’e rapor veriyor.
Godiva ile United Biscuits markalarını bünyesine katarak küresel devler liginde yer alan Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker’le, şirkette ‘hanım’ ve ‘bey’ unvanlarının kaldırılmasından
başladık, çocukluğuna kadar gittik.
Şirkette size ‘Bey’ denmesini yasakladınız!
-Evet. Yasaklamaya çalıştım. İstedim ki herkes birbirini ön isimleriyle çağırsın.
Neden?
-Çünkü birçok kültürde zaten böyle. Bizde de böyle olmaması için bir sebep yok diye düşündüm. Neticede hepimiz bireyiz ve insanız. Ayrıca bizim kültürümüzde asillik de yok ki, ilaveten başka bir unvanla hitap edelim...
Ama biz ‘bey’siz, ‘hanım’sız konuşamayız ki, böyle bir alışkanlık var...
-İyi de global dünyada bu sorun oluyor! Hayatı zorlaştırıyor. Yurtdışında herkes birbirine ön ismiyle hitap ederken, bana ‘Murat Ülker Bey’ demeye çalışıyorlar, o ‘bey’i ekleyebilmek için perişan oluyorlar. Gerek yok ki. Murat deyiver gitsin.
Bu, bir ihtiyaç mı, yoksa sizin eşitlik anlayışınızın bir sonucu mu?
-İhtiyaç ama eşitlik anlayışının da payı vardır. Ön isimle hitap etmek bana saygısızlık gibi gelmiyor. Saygının ölçüsü hitap biçimi değil, davranışlar olmalı.
Peki diyelim ki, şirkette çalışan bir çaycı arkadaş, “Çayını getirdim Murat” derse n’olur?
-Ne olacak, hiçbir şey olmaz. “Sağ ol kardeş” derim, çayımı alıp içerim.
Bu kültürün Türkiye’de yaygınlaşabileceğini düşünüyor musunuz?
-Hah işte mesele bu! Basında çıkan tepkileri görünce, bunun kolay kolay hayata geçirilemeyeceğini anladım. Bir sürü insan eleştirdi. “Olacak şey mi bu?” dedi. Oysa benim adım, bana konulan en güzel şey. Buna bir şey ilave etmeye lüzum yok. Fakat önyargıyı parçalamak, atomu parçalamaktan daha zor! Bunun, haddini bilmemek olduğunu düşünüyorlar. Bu tepkiyi de sadece Türklerden almadım. Türkiye’de birlikte çalıştığımız Amerikalılar da “Murat Bey, biz sana nasıl Murat diyeceğiz?” diyorlar. Anlayacağınız bunu oturtmak zaman alacak!
Ben Ülker satıyorum Murat Ülker satmıyorum
Siz, nevi şahsına münhasır birisiniz. Resim koleksiyonunuzun bir kısmı işyerinizde. Ve bütün çalışanlarınıza açık. Herkes, istediğini alıp, odasına asabiliyor...
-Evet, bu da doğal değil mi? Ortada bir güzellik var ve bu şirketin bir çalışanı onu odasına asmak istiyor. Çalışırken o tabloya bakmak istiyor. Baksın tabii... Bu, beni ancak mutlu eder! Hatta bazen tavsiye ediyorum. “Bak, senin odana yakışır!” diyorum. Tablonun ve ressamın özelliklerini anlatıyorum. Ben güzel bir sanat eseri alabilmişsem, bunu paylaşmak isterim. Bir sürü tablo var, depoda mı tutacağım onları? Sürekli ben mi bakacağım? Herkes istifade edebilmeli.
Siz aynı zamanda sosyal medya bağımlısısınız...
-Evet. Oğlanlardan geçti. Onlarla beraber olmak, onları takip edebilmek için başladım. Baba olarak çocuklarınızın gerisinde kalmak istemiyorsunuz, kendinizi sürekli güncellemeye çalışıyorsunuz. En azından ben öyle yapıyorum.
Siz birini işe alırken, “Rüyalarını istiyorum!” dermişsiniz. Bu da biraz fazla değil mi?
-Değil! Benim hoşuma gitmeyen bir profil var: “Saat 6 oldu, şalteri kapattım. Hadi bana eyvallah. Yarın sabah serviste de uyurum. İşe gelince önce bir kahvemi içerim, uykum açılınca da işe başlarım...” Ben gerektiğinde 24 saat iş düşünebilen insanlarla çalışmak isterim. Her zaman değil ama bazen de iş, rüyasına girsin! Bunu niye söylüyorum? Çünkü benim rüyalarıma da giriyor. Geçen gece uyandığımda mesela bir baktım İngilizce bir şeyler anlatıyorum. Ertesi gün toplantı vardı, “Şöyle bir konuşma yaparım” diye düşünmüştüm yatarken. Rüyamda o konuşmayı yapıyordum.
‘Goya’ diye bir kavram icat etmişsiniz. O nedir?
-‘Gez, Oturma Yerinde Artık’ anlamına geliyor. Yani gez, hareket et, kollarını sıva, işe giriş. Ben nasıl ‘GOYA’ yapıyorum?
Piyasayı dolaşıyorum, bakkalları geziyorum. Hatta bir bakkaldan laf işittim. Raflara bakarken adam dedi ki, “Hangi şirket?” Dedim ki, “Ülker’den geliyorum. Var mı bir şey?” “Bana bak” dedi, “Ülker’in başındakilere söyle. O Çamlıca Tepesi’nde oturup Cafe Crown içmekle bu işler olmaz. Buraya gelsinler!” “Olur” dedim, “Bizzat söyleyeceğim.”
Sizi tanımıyorlar mı sokağa çıktığınızda?
-Tanımasalar daha iyi! Çok fotoğraf basmazsanız tanımazlar!
Kendimi aldatmaya neden itibar edeyim?
Babanız, şirketi amcanızla kuruyor. Geliştiriyor. Ama sizin döneminizde şirket uçuyor... Sizce, sizin en büyük başarınız neydi?
-Şöyle düşünün: Onlar bir yelkenli yaptılar ve donattılar. Her şey hazırdı. Ben de yelkenleri açılmış bir teknenin dümenine oturdum, rüzgâr da uygun esince yol aldık. O kadar!
Sizin anlattığınız kadar da kendiliğinden olmadı herhalde... Bin yıllık Godiva’nın bir Türk markası haline gelmesi, hepimizin gururunu okşadı, milli dava oldu... Sizin için sadece iş miydi?
-Hayır. Satış gerçekleşmeden beş yıl önce yaptığımız bir toplantıda, “Godiva satılırsa alalım” diye notum var benim. Bu tür açılımları öngörmüşüz. Sonra satılık denince de gittik aldık. Nasip oldu yani.
Yıldız Holding’i kendi alanında (çikolota, tatlı, şekerleme vs.) dünyanın üçüncü büyük holdingi haline nasıl getirdiniz?
-“Ben yaptım, oldu” değil. Öyle olmuyor. Herkes yapıyor, herkes bir ucundan tutuyor. Ne oluyorsa hep beraber yapılıyor...
Kararları siz mi veriyorsunuz?
- Bana bağlı genel müdürlerin ve CEO’ların verdikleri kararları onaylıyorum veya veto ediyorum. Genelde yanlış olanı söylerim ama doğrusunun nasıl yapılacağını söylemem. Kendilerinin bulmaları lazım...
Siz bunca başarıdan sonra nasıl oluyor da bu kadar alçakgönüllüsünüz? Hiç mi gururlanmaz insan?
-Sözlükte ‘gurur’un karşılığı ne biliyor musunuz? ‘Aldanmak.’ Kendimi aldatmaya neden itibar edeyim?
Peki hayalini kurmuş muydunuz? Yoksa siz de bu kadarını beklemiyor muydunuz?
-Geçen gün babamın bir arkadaşına ziyarete gittim. Sordu, “İşler nasıl?” “İyi” dedim. Durdu, “İyi diyorsun da herkes iyi diyor. Ne demek iyi?” dedi. Dedim ki, “Hani lambadan cin çıksa, Allah’tan ne istesen vereceğim aç elini deseydi, bunları istemek aklıma bile gelmezdi!” “Tamam şimdi oldu, iyiymiş o zaman!” dedi.
Siz çok ortalıkta değilsiniz. Low profile (dikkat çekmeyen) bir hayat sürüyorsunuz. Neden kendinizi geri çekiyorsunuz?
-Ben Ülker satıyorum, Murat Ülker satmıyorum!
Tamam anlıyorum da hiç hoşlanmaz mısınız kalabalıklara karışmaktan, açılışlara, davetlere gitmekten...
-Ben kendi açılışlarıma bile gitmedim. Gitmiyorum. Yapıma uygun değil.
Murat Ülker’in koleksiyonerliğini ilk 2009 yılında Burhan Doğançay’a ait ‘Mavi Senfoni’ tablosunu aldığında öğrendik. İşadamı, tabloya 2.2 milyon TL vererek bir rekora imza atmıştı. Ülker’in fotoğrafta önünde durduğu ‘Impressions’ adlı bu eser ise sanatçı Ekrem Yalçındağ’a ait.
Teknem ikinci el
Arapça da biliyorsunuz...
-Evet. Öğrenmeyi çok istedim, öğrendim de... Ama pek ilerletme imkânım olmuyor. Çünkü Arapların hepsi İngilizce biliyor!
Gerçekten günde iki öğün kaşarlı tost yiyebilir misiniz?
-Çok severim kaşarlı tost. Bir sürü yemeğe de tercih ederim. Kaşarlı tostun adı Amerika’da Texas Grilled Cheese. O da güzel oluyor. Herkese yemek getiriyorlar öğlen, bana kaşarlı tost...
Siz, çok seyahat ediyorsunuz. Çıkardığınız sonuç nedir? Türkleri nasıl görüyorlar?
-Birçoğu tanımıyor.
Kendi uçağınızla filan mı gidiyorsunuz?
-Yoo. Bir firmadan kiralıyoruz.
Uçak alayım tutkunuz filan?
-Yok hayır. Alsam da eskisini alırım.
İkinci el uçak alınır mı?
-Neden alınmasın, teknem de ikinci el.
İnsanın bu kadar parası, zevki ve estetik duygusu varken neden ikinci el tekne alır ki?
-Bir şeyi alabileceğinizi bilmiş olmak yetiyor! Almak gerekmiyor ki. Ben çok güzel tekneler aldım, tamir ettim, sattım. Mesela ‘Umur Bey’ var, Savarona’dan sonraki meşhur tekne, şimdi yeğenim kullanıyor. Ona verdim.
Kedi, tavşan, horoz, çocuklar ve biz birlikte yaşıyoruz
Çocuklarınızı nasıl yetiştirdiniz? Zengin çocukları gibi mi?
-Yok ama zengin çocukları! Öyle bir problemimiz var maalesef. Dedeleri zengin. Benim babam, ben büyürken zengin oldu. Biz yokluğu da, varlığı da gördük. Çocuklar sadece varlığı... Ama bizim evde çeşitli kurallar var. Mesela evde gece yardımcımız olmaz. Hiç olmadı şimdiye kadar. Sabah kalktığımızda da kimse olmaz evde. Herkes kahvaltısını kendi hazırlar. Bazen ben onlara hazırlarım. Akşam çok geç olursa da öyle olur. Evdeki yardımcımız gitmiş olur. Akşamları biz bize olmayı seviyoruz. Mesela büyük oğlanın belli bir geliri var. “Şu dükkânın parasını alabilirsin” diyorum. Oradan parasını da biriktiriyor. Harcamasını da yapıyor. Gerisine karışmam.
Üç çocuğunuza vermek istediğiniz temel duygu ne? Merhametli olmaları mı, vicdanlı olmaları mı?
-Bence Allah’ın kulu olduklarını bilsinler yeter! Biz evde toplantı yaparız. Genelde pazar günleri. Gündemlerini söylerler, kafalarını meşgul eden şeyleri. Sonra bütün aile oturur, o konuda sohbet ederiz. Büyük oğlan 21, ötekiler milenyum. İkiz onlar. 15 yaşındalar.
Kız mı erkek mi?
-Hepsi oğlan.
Size bir kız da yakışırmış!
-Kedimiz bile oğlan. Tavşanımız da öyle. Horozumuz var. Bir tane tavuk aldık. Şimdi tavşana arıyoruz birisini. Kedi zaten kendisi gidiyor komşuya.
Evin içindeler mi?
-Horoz bile gelir evin içine. Gelir kapıyı çalar, alırız içeri.
Ne yaparsa çocuklarınıza çok kızarsınız?
-Yapmıyorlar beni kızdıracak şeyler. Mesela israfa çok kızarım. Hak yemeye çok kızarım.
Size, zenginliğinizi herkesin gözüne sokmamayı kim öğretti?
-Öyle bir şey öğretmediler. Zenginlik herkesin gözüne nasıl sokulur bilmiyorum ben...
Arabanız ne?
-Toyota kullanıyorum. Toyota Jeep. Diesel’i çok gürültü yapmıyor. Büyük oğlana da aldım ikinci el.
Neden ikinci el?
-Öyle işte...
Erkekler pahalı saatlere meraklıdır, sizin var mı öyle meraklarınız?
-Telefonun saati çıktıktan sonra saat kullanmıyorum. Yüzük düşüyor diye, onu da hanıma verdim. Birkaç tane de kaybettim. Hanım da artık bir şey demiyor.
AMCAMLA BABAM İŞLERİ NEDEN AYIRDI?
Aileniz Kırım Türklerinden... Ne ifade ediyor sizin için Kırım?
-Çok bir şey ifade etmiyor. Babam Kırım’da doğdu. Biz tabii Kırım’ı bilmiyoruz. Ben sonradan gittim. Babama, amcama, “Sizi de götüreyim” dedim. Dediler ki, “Bizim orada pek güzel hatıramız yok. Gitmek istemiyoruz!” Çok çekmişler. Ama çok güzel bir memleket.
Bu işi babanız, amcanızla birlikte kuruyor. Bisküvi satarak bu kadar başarılı olmak nasıl bir şey?
-“Başarılı olalım” diye yapmıyorlar ki, “İşimizi düzgün yapalım!” diye yapıyorlar. Yapınca da oluyor.
Kaç yıl birlikte çalışıyorlar?
-1944’ten 1986’ya kadar...
Zorlukları yok mu iki kardeşin iş yapmasının?
-Zaten sonunda ayrıldılar. Sebebi de şu: Bir bisküvi fabrikası var. Ve altı patron. Asım ve Sabri kardeş işin başındalar. Ama onların oğulları ve damadı var. E altı patron da bir bisküvi fabrikasına çok...
Peki ne yaptılar?
-Babam bir gün bana dedi ki, “Sen ne iş yapıyorsun?”, “Kalite kontrole bakıyorum” dedim. “Ne kadar zamanını alıyor?” “Yarım günde bitiyor. Daha fazla çalışacak olsam, o diğer beş patronun alanına giriyorum!” O zaman “Git dışarıda kendine bir iş ara” dedi. Ben de dışarı çıktım. Yarım gün fabrikaya geliyordum. Geri kalan zamanda da kendi işimi yapıyordum. Yeni bir fabrika kurdum. Kimya fabrikası. Bu iş için önce laboratuvar kurduk. Sonra makineler. Öyle değişik bir işti. Sonra babam dedi ki amcama, “Abi biz akraba kalmak için işleri ayıralım. Yoksa iş yüzünden aramız bozulur!” “Tamam” dedi amcam. İşleri ayırdık.
Nasıl ayırdınız?
-Usul olarak babam şöyle bir şey teklif etti. “Oğlum” dedi, “Kimin hangi parçayı alacağına karar vermeden, her şeyi iki eşit parçaya bölelim. Birine, işin kendisini koyalım. Diğerine, ailenin gayrimenkul parası falan ne varsa, onu koyalım. İşin de belli bir hissesini.” Yani bir tarafta gayrimenkuller, bir miktar para, bazı işler ve ana işin üçte bir hissesi, diğer tarafta işin kendisi. Böylece iki eşit pay yapmış olduk. Ondan sonra kuzenlerime, “Siz gençsiniz, işi de iyi öğrendiniz!” dedi. “Siz bu işi alın ve devam edin. Ben de gayrimenkulleri alayım.” Onlar da “Amca olmaz öyle şey! Sen bu işle çok uğraştın, öbür tarafı biz alalım, sen işi devam ettir!” dediler. Öyle de oldu...
ESTETİK ŞART!
Estetiğe inanıyorum. ‘3 İzmir’ diye bir kitap var. 3 İzmir; Levanten İzmir, Rum İzmir, Türk İzmir. Türk İzmir için diyor ki, “Türk mahallesindeki evlerin kiremitleri, boyaları şahaneydi. Sokaklar tertemizdi. Sokak köpekleri için hem yemek kabı hem su kabı mutlaka ayrı ayrı konmuş olurdu. Evlerin kapıları kilitlenmezdi. Çünkü hırsızlık olmazdı. Türk çocuklarını da görünce tanırdınız giyimlerinden, efendi duruşlarından.” Sonra tabii harpler bu kültürü yok etti. Biz ne yapıyoruz mesela? Osmanlı’da yasak olan bir şeyi yapıyoruz. Her köye cami yapıyoruz kubbeli. İstanbul’dakilerin bir kopyasını yapıyoruz. Halbuki o dönem İstanbul’da kubbeli cami yapmak yasaktı. Sadece sultan yapabilirdi. Niye? Adam mimar tutuyor imkânı var. “Ben de öyle bir bina yapayım da camiye benzesin!” yok. Estetik anlayışı vardı. Şimdi yok. Oysa, estetik şart. Toplumun adam olması, bir şeyler üretmesi, birbirine iyi davranması için estetik anlayışının yerleşmesi lazım.
Namaz kılmazsam sinirli olurum
Hiç kimseye çaktırmadan 5 vakit namaz kalmayı nasıl başarıyorsunuz?
-Çaktırmadan kılmıyorum ki.
Çaktırarak mı kılıyorsunuz?
-Hayır, çaktırarak da kılmıyorum. Affedersiniz tuvalete gitseniz herkese ilan mı edersiniz? Namazımı kılıyorum, geri geliyorum. Dünyanın her yerinde ibadetinize saygı duyuyorlar, Paris’te misin, odaya girdiğinde yatağının üzerine seccadeni ve kıblenameni bırakmış oluyorlar. Ben Çin’e de gitsem öyle oluyor. Tabii namaz kıldığımı bildiklerinden öyle davranıyorlardır.
Peki bir patron olarak soruyorum, iş verimliliğini düşüren bir şey mi? Toplantının ortasında kalkıyor namaza gidiyor...
-Toplantının ortasında tuvalete gidemez mi? “Otur, gitme!” mi diyeceğim? Bakın, ben namaz vakti gelip de kılamazsam çok sinirli olurum. Kılsam daha iyi. Toplantının selameti için. O yüzden de kimseye asla itiraz etmem.
Abim vefat ettiğinde 6 yaşıMdaydım
Siz üç kardeşsiniz. Bir ablanız var. Abiniz Ali Ülker küçük yaşta tetanosdan vefat ediyor...
-Evet, çok büyük bir acıydı. Bütün aile bireyleri sarsıldı. Babam içine kapandı. Evde bir sürü plağımız olmasına rağmen müzik bile dinlenmezdi. Abim 9, ben 6 yaşındaydım...
Sanat merakınız nereden?
-Babam çocukluğumdan beri bize ders aldırdı. Sadece sanat için değil. İşimiz için de gerekli olduğunu düşünüyordu. “Öğrenmen lazım” diyordu. Öğrendim. Yani bu eserleri sadece yatırım olsun diye almıyorum. Hissederek, severek alıyorum. Aslında ailede sanat merakı hep vardı, dedemden bu yana. Benim modern sanatı sevme sebebimse, her bakan başka bir şey görüyor, algılıyor ya, bu bana insanların ne kadar farklı bakış açıları olduğunu gösteriyor. Herkesin farklı düşünceleri olabilir, olmalı. Bunu öğrettiği için seviyorum.
Çocuklarım Ülker yer Ama parasını vererek!
Ekonomik krizler sizi de etkiliyor mu? Yoksa insanlar stresten daha mı çok şekerli gıdaya yöneliyor?
-Aslında insanların bisküvi ya da çikolata yemesi değişmiyor.
Ben stresliyken daha çok yiyorum mesela!
-Ülker olarak size teşekkür ediyoruz o zaman!
Bu kadar ürün varken, siz nasıl aynı kiloda kalabiliyorsunuz?
-Kalamıyorum maalesef. Alıyorum, veriyorum.
Çocuklarınız küçükken onlara Ülker ürünlerini yeme sınırı koyuyor muydunuz?
- Tabii. Evde çocukların bilmediği bir dolaba koyuyorduk bisküvi ve çikolataları. Öyle sürekli yemelerine izin vermiyorduk. Şimdi de çeşitli kurallarımız var: Ülker Shop’tan alırlar ve parasını verirler. Bazen yeni çıkanlardan getiririm bedava. Ama ötekiler parayla...
Fotoğraflar: Cem TALU
Paylaş