Paylaş
Bayağı olmayan. “Bir sene sonra ayrılırlar mı?” demeyeceğimiz, derinliği olan bir aşk.
Milföy hamuru gibi katmanlı, gerçek bir aşk.
Gerçekten de “İyi günde, kötü günde, zenginlikte, fakirlikte, sağlıkta, hastalıkta” devam eden bir aşk...
E çok kolay değil bu devirde. Sonra birden aklıma Gülriz Sururi geldi.
87 yaşındaki o dev tiyatro oyuncusu. 55 yıllık eşi Engin Cezzar’ın başına gelenleri duymuştum, artık konuşamadığını biliyordum ama ne durumdaydı?
Gerçekten Gülriz Hanım mı bakıyordu ona?
Aradım “Gelebilir miyim?” diye.
Ayaspaşa’da ışıl ışıl bir ev. Her tarafından sanat ve yaşanmışlık fışkırıyor.
Zamansız bir ev. Hep yeni. Her dönem estetik ve zevkli.
Karşımdaki kadın gibi. Gülriz Sururi, insana gerçekten “Pes” dedirtiyor.
Bu yaşta insan nasıl bu kadar diri, canlı, akıllı olabilir anlamakta zorluk çekiyorum.
Bana kızmayın 90’ına merdiven dayamış birinden söz ediyoruz.
Ama işte karşımda en cazip haliyle duruyor ve bende hayranlık uyandırıyor.
Diyor ki, “Bir insanın yaşlı olup olmadığını üç şeyden anlarsın: Konuşmasından, yürümesinden ve enerjisinden!”
Gülriz Sururi de üçü de 10 numara.
Sıkı durun, bir ay önce de kalçasını kırmış.
Karşımda sapasağlam, bacak bacak üstüne atmış oturuyor.
Evin içi çiçek dolu. Ah o kamelyalar yıkılıyor. Kendisi yetiştiriyor.
Çatıda gül var. Aynı zamanda maydonuz, nane ve fesleğen.
O kadar becerikli ve çok yönlü ki…
Bir sürü şeyi aynı anda yapabiliyor.
Hayatın her alanında aktif. “Mail’imi soruyorlardı, yok demeye utandığım için öğrendim bu işleri, internet benden sorulur artık!” diyor, sosyal medyaya da girmiş.
“Bütün yaşlılara önerim, bulmaca çözmeyi bırakın, sosyal medyaya sardırın!” diyor.
Ben öldüm, bittim bu kadına.
En çok da Engin Cezzar’la yaşadığı aşkı anlatmasına…
Beş yıl önce başlarına bir felaket geldi, Engin Cezzar’ın beynine pıhtı gitti ve felç oldu.
Gülriz Sururi ona bebekler gibi baktı, hâlâ da bakıyor.
Röportajı okuyunca anlayacaksınız, müthiş bir ikililer.
Bir ara Engin Cezzar, yanımıza geliyor ve Emre Yunusoğlu bu fotoğrafları çekiyor.
Gulriz Sururi’nin sevgilisine duyduğu da acıma filan değil, bildiğiniz aşk, bütün bir ömre yayılan aşk.
Böyle gerçek aşklar yaşamamız dileğiyle…
Bir önceki röportajımızı tam 13 yıl önce yapmışız…
- O kadar olmuş mu?
Evet. “Bir An Gelir ki…” kitabınızın şerefine. Çok etkilenmiştim ben o kitaptan. Çünkü iki farklı Gülriz Sururi anlatıyordunuz. Biri, tiyatroda başarıdan başarıya koşan, müthiş oyuncu. Diğeri, yakışıklı ve yetenekli eşi Engin Cezzar tarafından aldatılan Gülriz Sururi. Eski mankenler, kapı komşuları, Bodrum güzelleri… Bir an geliyor, dayanılmaz oluyor, bu aşk evliliğinden boşanıyorsunuz. Ama ayrılamıyorsunuz, bu sefer onunla mantık evliliği yapıyorsunuz! 50 küsur yıllık bir birliktelik, her şeyin üstesinden gelen bir aşk…
- Aynen öyle! Güzel özetledin hayatımızın o dönemini…
Beş yıl önce de, “Başıma gelen en felaket şey!” dediğiniz olay oldu ve Engin Cezzar rahatsızlandı. Şu an konuşamıyor, ona siz bakıyorsunuz, onun her şeyisiniz…
- O da benim her şeyim Ayşecim. Konuşamaması bunu değiştirmiyor!
Ne güzel! Tam da bu yüzden Sevgililer Günü için sizden daha iyi röportaj bulamadım. Hadi başlıyorum sormaya…
- Sor bakalım…
Sevdiğiniz adamla, Engin Cezzar’la bir hayat içinde kaç hayat yaşadınız?
- Oooo bir sürü! Engin’le evlenirken, “Herhalde bu evlilik en fazla 10 yıl sürer!” diye düşünmüştüm. Kimseyle bir ömür geçirebileceğimi hayal etmezdim. Ama oldu. 55 yıldır birlikteyiz. Ve her şey, fark etmeden, kendiliğinden oldu. İyi olaylar da, kötü olaylar da… Biz öyle bakakaldık. Engin’le boşandığım zaman, “Bu ayrılış bizi ya tam ayıracak ya da tamamen birleştirecek!” diye düşünmüştüm.
Tamamen birleştirdi…
- Evet. Başımıza ne gelirse gelsin, bir şey hiç değişmedi: Bu adamı hep deliler gibi sevdim. Biraz romantiğim. Benim için evlilik, varlıkta yoklukta, açlıkta toklukta hastalıkta sağlıkta bir arada olmak. Şimdi geriye dönüp bakıyorum ki, aslında öyle de oldu…
Siz kariyerlerinizin doruklarını da birlikte yaşadınız…
- Evet ama fırtınaları da! Kaç kere battık, çıktık bir bilsen... Bu yaşımda rahatlıkla söyleyebilirim ki, baharı da, yazı da, kışı da aynı adamla yaşamanın tadı hiçbir şeyde yok…
Şimdi hangi mevsimi yaşıyorsunuz?
- Kıştayız ama sonbahar güneşi de sık sık bizi yoklamakta!
Siz, onun bütün hallerini biliyorsunuz… Bu nasıl bir şey? Bir adamın en muktedir halini de, en çaresiz halini de görmek...
- Her şey, insan içinmiş bu hayatta. Geçen yıllar bunu çok iyi öğretiyor. Hayatı ve insanları olduğu gibi görebilme ve kabul edebilme yetin varsa, ne âlâ. Ben galiba öyleyim. 13 sene önce, “Bundan sonra hayat bize ne sürprizler sunacak ki” demiştim. Aklıma bile gelmemişti ama Engin’in başına bu felaket geldi. Allah korudu da hayatta kaldı.
Siz, “Onu affetmediğimi bu röportajda öğrenecek” demiştiniz bana 13 yıl önce… Affettiniz mi? O aldatmaları filan…
- Hayır şekerim, onlar kasada duruyor. O ayrı.
Hastalık-mastalık devreye girince, bunların önemi kalmıyor zannetmiştim…
- Tamamen unutmuyorsun. Ama yıllar geçtikçe insan yumuşuyor. Olumsuz şeyleri düşünmek insana vakit kaybettiriyor. En değerli şey vakit, sevdiğin insanla geçirdiğin vakit. Bu yaz, Engin’e bir şey için kızdım. Kendimce küstüm yani. O ne yapsa, oralı olmuyorum filan. Neyse yukarı çıktı, yatağa yattık. O böyle, “Hadi gel barışalım” der gibisinden kolunu uzattı, “Omzuma gel” demeye getirdi. Eski Gülriz gitmezdi. Ama bugünkü Gülriz olarak düşündüm, nasıl olsa beş gün sonra gideceğim o omuza. O omuz, benim hayatta kendimi en huzurlu hissettiğim yer. Birden, “Neden vakit kaybedeyim ki?” dedim, hemen gittim sarıldım. Gençliğimde böyle değildim.
Genel olarak nasıl Engin Cezzar?
- Tabii kaybettiği hasletleri çok. O kadar okumayı seven insan, artık okuyamıyor. Yazmayı seven insan, yazamıyor. Oynayamıyor…
Beynine pıhtı attı, felç oldu
Fotoğraflar: Emre YUNUSOĞLU
Nedir bu hastalık?
- Afazi. Kalbiyle ilgili bir ilaç alıyordu, bir kan inceltici. Kimseye bir şey söylemeden15 gün bırakmış ilacı. Ve tabii ne oldu? Beynine pıhtı attı. Böyle bir şey yok, yazıyor her yerde, “15 gün içmezsen, yüzde 90 felç olursun!” diye. Oldu…
Sizce neden böyle bir şey yaptı?
- Arada bir yapıyordu, sonra da söylüyordu, “Bir şey olmadı” diye. Rus ruleti oynadı. Bu defa kaybetti…
Çok fena…
- Evet. Allah’tan yetiştirebildik hastaneye. “Her şeye hazır olun, uyanmayabilir!” dediler. Bu hallere gelmesi inan mucize. Fakat insanoğlu nankör. Önce, “Yeter ki yaşasın!” diyorsun. Sonra bu yetmiyor. “Yürüsün de, konuşsun da…” Hep istiyorsun. İki sene konuşturmaya çalıştık. Oysa bunun adı afazi. Konuşamama. Ama işte biz, konuşabileceğini varsayarak egzersizler yaptırdık. Orada çok yoruldu ve yıprandı…
Algısı yerinde mi?
- Tabii zekâsı, hafızası ve algısı yerinde.
O zaman Engin Cezzar kendi içinde hapis…
-Ne yazık ki öyle! Beyin mesela, “Bana şuradan şekeri verir misin?” diyor. Ama ağzından çıkarken, onu tercüme edemiyor, “Gaga gugu” diyor. O aradaki geçiş bozuk. Bunun düzelmesi de pek mümkün değil. Başta yeme, içme, yutma da yoktu. Beynin sol tarafıymış bunlara hükmeden. Allah’tan onlar şimdi iyi. Rahat yemeğe başladı. Yürüyemiyordu, yürümesi düzeldi. Kendi işini halledebiliyor, tek başına duş alabiliyor.
Önce ben ölürsem, ona kim bakar?
Bunca yıl sonra, bu olay yüzünden ona duyduğunuz aşkta bir değişim oldu mu?
- Yoo, aynı şiddette devam ediyor. Bana hiç olmadığı kadar ihtiyacı var. Bu da beni iyi hissettiriyor. Hayatım boyunca sorumluluk almaktan hoşlandım. Ama şimdi bir tek korkum var: Ya önce ben ölürsem? O zaman Engin’e kim bakacak? O yüzden benden sonra Engin’e ne olacağını programlamaya başladım bile. Bakımevine filan yatırılsın istemiyorum, hayata bu şekilde devam edebilmesi için bir takım düzenlemeler yaptım.
Şu an sizinle yaşayan bir hemşire mi var?
- Hayır. Ama şoförümüz ve eşi var. Onlar yardımcı oluyor. Benim de kalbimde çeşitli sorunlar var çünkü. Kalçamı da kırdım biliyorsun bir ay önce, protez takıldı. Fakat bunlar beni bozmaz. Ben yine aynı Gülriz’im. Geçen gün biri dedi ki, “Bu yaşta hâlâ diyet mi yapıyorsun?” “Gerekirse yapılır!” dedim. Rejim yapmıyorum ama hep kontrollüyüm. Kendimi bırakmam. 90’a yaklaşıyor olmam da bir şey değiştirmiyor. Hâlâ enerjiğim. Başka biri arkadaşım dedi ki, “Bu Gülriz, kendi cenazesine yürüyerek gidecektir!” Güldüm. Doğru valla.
Üçüncü kitabımda yatak odası maceralarımızı okuyacaksınız!
Sevdiğiniz adam felç olunca siz nasıl bir hissiyat içine girdiniz? Ne tür duygularla boğuştunuz?
- E tabii çok kötü hissettim. Aşkı, sevgiyi falan bir yana bırak, konuşacak dostumu, arkadaşımı, sırdaşımı, akıl soracağım danışacağım insanı kaybettim. Eve çarşaf alırken bile Engin’e danışırdım. Çünkü o yatakta birlikte yatacağız ve çok rafine zevkleri olan biridir. Zevkine, gözüne çok güvenim vardır. E şimdi tek başıma kaldım…
O, şu anda aşka bir dünyada mı?
- Yok, tam öyle de değil. Mesela bu üzerimdeki kıyafet için, “Çok beğendim! Sakın değiştirme” dedi. Hatta, nereden aldığımı da hatırladı.
Aranızda nasıl bir dil geliştirdiniz? Neticede bu adam konuşamıyor, yazamıyor…
- Ağzından harfler çıkıyor. Onları bağlayarak kelime ya da cümle haline sokmayı başaramıyor. Fakat tiyatroculuğundan, tonlamalardan bazı ‘agu’ların hangi kelimelere karşılık gelebileceğini anlıyorum. Biz telefonda bile konuşuyoruz, kimse inanamıyor. Ama o beni anlıyor, ben de onu…
Siz de çok genç değilsiniz Gülriz Hanım, seksenlerin sonu, büyük bir acı bu, çökebilirdiniz…
- Yok, aksine bir güç geldi bana! Çökme hakkım yok. Asıl Engin’siz kalmaktan ödüm kopuyor. Hayatta üç şeyden çok korktum. Deprem, yaşlılıkta parasız kalmak ve şimdi Enginsiz kalmak. Hayat benim için biter gibi bir duygum var.
Sosyal hayat…
- Son beş yıldır arkadaşlarımızın çoğuyla görüşemiyoruz. Onlara da hak veriyorum, öyle oluyor. Artık Engin’le çoğunlukla baş başayız. Ama benimle irtibatı hiç koparmayan üç genç arkadaşım var. Onlar müthişler. Bu son iki senede şöyle iyi bir şey yaptım, Engin’i uyutmaya yönelik olan ilaçları yavaş yavaş kestim. Doktorlar, hasta yakınını rahatlatmak istiyorlar, o yüzden bazı hastalara ağır ilaçlar veriyorlar. Onlar da hastayı hep uyutuyor. Niye uyutalım ki onu? Konuşamıyor ama yaşıyor. Ben hâlâ her şeyi onunla yapmak istiyorum, güzel bir filmi beraber izleyelim istiyorum. O yüzden de Engin’in kalbiyle, beyniyle ve böbreğiyle ilgili elzem ilaçlar dışındakilerin hepsini azalttım. Yavaş yavaş Engin sosyalleşmeye, dışarı çıkabilmeye başladı. Sonra herkes dedi ki, “İki senede Gülriz, Engin’i iyileştirdi!” Hayır, ilaçları azalttık sadece. Şimdi sinemaya, tiyatroya, açılışlara bile gidiyoruz. Dışarı yemeğe de…
Size en çok ne güç verdi?
- Şaşıracaksın ama internet! Bütün yaşlı kadınlara özellikle öneriyorum. Bilmece çözeceğinize, lütfen interneti öğrenin ve bundan yararlanın. Facebook’a, Instagram’a, her yere girin. Google’a girdim dünyam değişti! Yetmiyor, yatağa da getiriyorum, Engin’e de sosyal medya anlatıyorum. ınstagram’a fotoğraflarımızı koymama bayılıyor. Gelen yanıtları Engin’e okuyorum, çok hoşuna gidiyor.
Yatak odanız ayrı değil yani…
- Yok canım. Niye olsun ki? Üçüncü kitabımda yatak odası maceralarımızı okuyacaksınız… Hastaneden eve, iki bakıcıyla geldi. Ne yürüyebiliyordu ne tuvalete gidebiliyordu. İlk başta öyleydi. Bir gece baktım, başı yarılmış. İki insan var ama nasıl olduysa tuvalete giderken kafasını çarpmış. Sonra dedim ki, “Yok, bu böyle olmayacak. Siz gidin. Kocama ben kendim bakacağım.” Biz tekrar aynı odada uyumaya başladık! İnanır mısın çok huzurlu oldu ve çok daha çabuk iyileşmeye başladı. Biz hiç oda- moda ayırmadık yani. Benim yerim, onun yanıdır...
“AH VAH” DEMENİN KİMSEYE FAYDASI YOK
55 yıllık sevgili olmak ne demek? Başka bir müzik mi çıkıyor ortaya?
- Eğer Engin konuşabilseydi, yemin ederim şair olurdu. Duygularımız öyle dorukta. Bazen çocuklar gibi seviniyor ve sevincini belli ediyor. Adam bu halde ama hâlâ şükrediyor. “Her şeye rağmen mutluyum, sen varsın, hayat güzel!” diyor. Ama tabii senede iki-üç kere de korkunç bir depresyon yaşıyor. “Neden ben!” diye.
Ona bu kadar iyi bakabildiğiniz için kendinizle gurur duyuyor musunuz?
- Yok, bu gurur filan değil. Bu, zaten yapmam gereken şey. Kalbimin bana söylediği şey. Başka türlüsü mümkün değil. Bu adamı ölesiye seviyorum. Kendimi bırakamam, iradeli olmam ve işleri kotarmam gerekiyor. “Ah vah” demenin kimseye bir faydası yok. Zaten benim için hayatta bir kadının iradeli olmasından daha önemli bir şey yok. Hayat boyunca da irademi sınayan durumlar çıktı karşıma. Annemi hiç tanımadım. Ben çok küçükken vefat etmiş. Yapacak bir şey yok, devam edeceğiz. Hep devam ettim. Yıkılmak yerine, ne kadar iradeli olduğumu görüp, mutlu oldum. Ben mutsuz olursam, çökersem, Engin hepten çöker. Güçlü olmam lazım. Bu kadar basit. Zaten ele ele televizyon izlerken, dert-mert kalmıyor. Gerçi ille de onun istediği kanal izlenecek, Allah’tan bir süre sonra uyuyor ama kumanda elinde oluyor.
O KALEMİN HİKÂYESİ
Sizinle adeta özdeşleşen gözünüze sürdüğünüz kalemin hikâyesi nedir?
- İzmir’de turnedeyiz, Muammer Karaca Tiyatrosu’nda oynuyorum o zaman. Sağ gözüm şişti, kapandı. Bir türlü teşhis koyamadı doktorlar. Felaket durumdayım. Oyunu bırakıp gidemiyorum. Sonunda bir Alman doktora gösterdim, meğer kaybetmek üzereymişim gözümü. Resmen hayatımı kurtardı. Yanlış tedavi uygulanmış, o doğrusunu uyguladı. Ama gözümün şişi öyle kolay inmedi. O arada sahneye çıkmam gerekiyor, ben iki gözü dengeleyeyim diye, tam tur kontur çektim. Sakat olan gözü, ötekine benzetmeye çalışıyorum. Tam tur kalem çekince iyice büyüdü gözlerim. Sonra da o siyah kalem benim markam oldu. Ama ondan başka bir şey de yok yüzümde. Rimel bile sürmem.
Peki sizi, kimsenin kalemsiz görmediği doğru mu?
- Bakımsız görünmeyi sevmiyorum. Bu, önce kendime, sonra karşımdakine saygı. Neredeyse hiç makyaj yapmam ama o kalemi sürerim.
Tepenizdeki o minik topuz devam mı?
- O çok yeni! “Yeni” derken 20 sene filan. Saçlarımda beyazlar çıkmıştı. Onu örtemiyordum. Tepedeki saçları şöyle çevirdim bir firkete taktım. Beyazlar kayboldu, güzel de oldu. Millet beğenince de öyle kaldı. Ama artık sadece canım istediğinde yapıyorum. Saçlarımı da artık kendim kesiyorum. Bir de başıma şöyle komik bir şey geldi anlatayım: Saçlarım oldum olası gürdü. Demek ki, peruk olduğunu sananlar varmış. Bir süre önce İstiklal Caddesi’nde yürüyorum, biri geldi, “Bu n’apıyor!” demeye kalmadan, saçlarıma abandı. Çekiyor! “Aaaa peruk değilmiş!” demesin mi?
BEYEFENDİ JAPON MU?
Engin Cezzar’ın çaresizliği sizi ne kadar üzüyor?
- İyi ki sordun! Biz sosyalleşmeye başlayınca insanlar bu eve gelmeye başladı. Ama baktım, bizim evden ölü çıkmış gibi bir hal söz konusu. Millet acıyor. “A bu böyle olmaz!” dedim. Onların acımasına izin vermeden, ben olayı hafife almaya başladım. Bu da acıyla baş etmenin başka bir yolu. Bir gün Engin’le taksideyiz, taksi şoförü, “Beyefendi Japon mu?” dedi bana…
Niye öyle dedi?
- Konuşamıyor ya, “dank dung” gibi sert sesler çıkarıyor ya. “Yok değil” dedim, başına gelenleri anlattım. Ama yorgun düşüyorsun izahat vermekten. Sonra eve geldik, şurada bir kılıç var. Baktım Engin hakikaten Japoncayı andıran sesler çıkarıyor. Kılıcı eline verdim, “Hadi” dedim, “Benim samurayım ol!” İnanır mısın harika bir samuray oldu bana! İkimiz, katıla katıla gülmeye başladık. Öldük gülmekten. Anlayacağın, her şeyden bir mutluluk çıkarır hale geldik.
Ona duyduğunuz acıma değil yani…
- Değil. Aşk. Bir ömür süren aşk. Bence Engin, karizmasından hiçbir şey kaybetmedi. Güzel yaşlandı. Hâlâ çok güzel bakıyor mesela. Haftada 2-3 gün şaraba izin var, o da bir kadeh. Ama her akşam içiyoruz. Şöyle düşünüyorum: Dünyanın en mutlu kadınlarından biriyim ben. Çünkü benim yaşımda hâlâ kocası hayatta olan kadın bir kere çok az. Benimki hayatta. Devamlı beni hayran hayran izleyen bir sevgilim var. Gülüşü de bana huzur veriyor. Daha ne isterim ben?
Üç hafta önce kalçam kırıldı
Ama şimdi iyiyim
24 Ocak’ta kalçanızı kırdınız…
-Evet. Beyoğlu Sineması’nda oldu. Astigmat gözlüğümü çıkarmayı unutmuşum, öyle iki seksen yere düştüm. Baktım durum vahim, ambulans istedim. 24’ünde kırıldı 26’sında ameliyat oldum, protez takıldı, 30’unda da eve döndüm. Çabuk toparladım, şimdi gayet iyiyim.
Siz biyonik kadın mısınız? Hasıl bu kadar her şeyi sanki normalmiş gibi anlatıyorsunuz?
-Aman ne var canım burada, toparlıyor işte insan…
Soğanlı domates salatası ve bir kadeh rakı
Ben, “Daha iyi bir hayatım olabilir miydi?” diyecek son insanım. Çünkü her şeyin tadına varabilen biriyim. Beni soğanlı bir domates salatası o kadar mutlu edebilir ki bir kadeh rakıyla. Yeter ki iki-üç güveneceğim, beni sevdiklerine inandığım dostum olsun. Küçük şeylerle mutlu olabiliyorum ben.
Tiyatro benim annemdi
Hayatıma, annesiz bir çocukluk damgasını vurdu. Erken geliştim, çok şeyi keşfetmek yoluyla öğrenmek durumunda kaldım. Umutsuz, mutsuz, mahzun bakışlı bir çocuktum… Arkadaşsız büyüdüm. Tiyatrocu bir ailenin çocuğu olmama karşın, tiyatroyla 12 yaşında, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun çocuk bölümünde tanıştım. Orada ilk defa sosyalleşmeye başladım. Artık birlikte şarkılar söyleyip, dans ettiğim, rol icabı değişik duygular paylaştığım arkadaşlarım vardı. Başroller oynadım, alkışlandım ve sonunda güldüm. “Aa… Meğer dişleri de varmış!” dediler. Tiyatro, beni hep bir ana gibi sardı sarmaladı. Ne sordumsa cevapladı. Öğretmekten hiç bıkmadı. Yol gösterdi. Seçimlerimde özgür bıraktı. Başarınca yüreklendirdi taçlandırdı. Hatalarımın cezasını çektirdi. Ve beni, hayatın her türlü haline hazırlayan oyunlar oynattı. Sevgiyi, aşkı, ihaneti öğrendim. Zenginliği, fakirliği tanıdım. Seçim hep benimdi. Tiyatro, benim annemdi…”
Engin hastalığında bizi kurtaran A la luna parası oldu
Pek çok kişi de, sizi, oyunlarınızdan değil de, “A la luna”dan tanıyor. Dev bir tiyatrocunun, bir yemek programından tanıyor olması sizi üzüyor mu?
-Hayır aksine! Bana hayal bile edemeyeceğim bir para teklif ettiler. Ve çok güzel bir ekiple çalıştım. Sağlam dostluklarım oldu. İş de iyi oldu. O parayla da yatırım yaptım. İşte Engin’in hastalığında bizi kurtaran orası oldu. Orayı sattım, öyle ödedim. İyi ki yer almışım o projede…
Paylaş