Paylaş
Kendini hatırladığında neredesin?
- Denizli’de kocaman bir ev. Orada doğuyorum. Aslında alakamız yok Denizli’yle. Babamın ailesi İstanbullu. Dedem de çok tanınan bir hukukçu. Ama baroyla bir sorunu oluyor, tayinini istiyor. Ver elini Denizli! İşte o büyük evde, mutlu mesut yaşıyoruz. Amcalar, halalar, maaile bir aradayız.
Anne-baba?
- Onlar da orada. Babam, sırf dedem istiyor diye hukuk okumuş ama aklı fikri fotoğrafçılıkta. Bir gün dikiliyor karşısına, “Baba, ben avukat olmak istemiyorum, okulu bırakıyorum” diyor. Hukuk üçüncü sınıftan terk. 20 yaşında kendine bir fotoğraf stüdyosu kuruyor...
Peki annen ne zaman giriyor babanın hayatına?
- Bir sene sonra. Babam beni kucağına aldığında, daha 21 yaşında bir genç adam. Annem de 20. Onbir ay sonra da kız kardeşim Sedef doğuyor. Ne var ki, önce halam İstanbul’a gelin gidiyor, ardından da amcam evlenip Ankara’ya yerleşiyor. Üstüne dedem de vefat edince, artık Denizli’de yaşamamızın bir manası kalmıyor. Babaannemi de alıp İstanbul’a dönüyoruz. Fatih’te 5 odalı bir ev. Ben en çok orada kendimi hatırlıyorum.
Nasıl bir çocukluk?
- Sedef ve ben ikiz gibi büyüdük. Erkek kardeşimiz Kemal, 7 sene sonra doğdu. Ben 13’ken de ayrıldı bizimkiler.
Tam da ergenlik çağı... Koydu mu çok?
- Tabii ki insan etkileniyor. Ama daha çok “anneci” çocuklarız biz. Babamı üzmek istemiyorum ama çok da fazla gözyaşları içinde bir ayrılık olmadı. Mutluyduk, çünkü annemle yaşayacaktık. Biz üç kardeş, Bostancı’ya anneannemin evine taşındık.
O dönem nasıl geçti?
- Oyuncu olma hayalleriyle. Ailenin komik çocuğuyum, şarkıcı taklidi yap, konu komşunun taklidini yap. Dansa da çok yeteneğim vardı, baleyle alaturkayı karıştırır, dans şovlar yapardım.
Nerede okuyorsun bu arada?
- Ah sorma! Ne hikmetse, hep kız liselerinde. Önce Fatih Kız Lisesi, sonra Erenköy Kız Lisesi. Lüzumsuz, gereksiz bir şeymiş. Bu arada, çok duygusal, kırılgan bir çocuktum, dokunsan ağlardım. Kardeşim olmasına rağmen beni koruyup kollayan hep Sedef’ti.
Her zaman çok mu iyiydi aranız?
- Her zaman. Hayatımda çok mühim bir yeri vardır. Annem, çocuklarımız ve birbirimiz. Sıralamamız böyle. Hatta Sedef der ki: “Sen benim büyük çocuğum gibisin!” Bu kadar düşkündür bana.
Peki oyuncu olmayı bu kadar istiyorsun... Nasıl başardın?
- Yine Sedef devrede! Dilek Hanif, Sedef’in okul arkadaşı. Dilek’in de annesinin Caddebostan’da bir butiği vardı. Bu iki kafadar, o butiği idare ediyordu. Yüksel Uzel de gelip gidiyor, onlardan elbise alıyor. Bazı elbiselerin de terzilik işi oluyor. Annemi ayarlıyorlar. Annem olgunlaşma mezunu, elinden de biçki dikiş geliyor, paraya da ihtiyacımız var. Bu trafik arasında, Yüksel Uzel’e benden söz ediyorlar. Sağolsun o da aracı oluyor, ben Gönül Ülkü- Gazanfer Özcan Tiyatrosu’nun kapısını çalıyorum.
Senin gibi yaşı küçük ve tecrübesiz birini kapıda görünce ne yapıyorlar peki?
- Gazanfer Bey, “Bu rollerden birini çalış bir bakalım sana” dedi. Çalıştım geldim, “Aaa sen tonlama filan da biliyorsun” dedi ama ekledi: “Oyunun başlamasına bir hafta var, bütün roller dağıtıldı. Birinin ayağının kırılmasını da bekleyecek halimiz yok!” Bütün gücümü topladım ve “Ben şive de yapabilirim” dedim, “İkinci perde bir otelde geçiyor, orada bir hizmetçi olabilirim.” “Bak bak bak” dedi Gazanfer Bey, “Rolünü de kendi bulurmuş. Bir hafta bekle belki sana bir sürprizim olabilir...”
Yazdı mı gerçekten öyle bir rol?
- İnanmayacaksın ama evet! Hâlâ saklarım, “Güller gibi yaptım hanımcım ortalığı!” diye başlayan bir replik. Fakat Bostancı’da oturuyoruz, Şişli’ye gidip gelmem çok zor. “Peki o zaman hafta sonları sadece matine oynarsın!” dedi. Düşünebiliyor musun, o sahne, ben varken oynanıyor, yokken o sahne de yok. Ama benden mutlusu da yok! Bana sundukları bu şansı ömrüm boyunca unutamam!
Peki konservatuar...
- Hemen ertesi sene! Yine Sedef tuttu elimden ve sınava soktu. İstanbul Belediye Konservatuarı’na kabul edildim. Sonra Yıldız Hoca, “Arzu Tramvayı”nda küçük bir rol teklif etti, yine kendimden geçtim. Sonra Necef Uğurlu’yla birlikte, meşhur Ganimet dönemi başladı. Sadece iki kanallı televizyon, Pazar günleri, programın içine mini diziler çekiyorduk yarım saatlik. Nevra Serezli, Selim Naşit, Tilbe Saran, Suat Sungur ve Necef Uğurlu yazıyor, beni de çağırdılar: “Beyaz ayakkabın var mı?” dediler. Giderken götürdüm. O zaman kostümleri yanımızda taşırdık, bana bir hemşire rolü verdiler. Ertesi hafta, “Beyaz ayakkabıya ihtiyaç yok, sen gel” dediler. Hemşire rolünü iptal etmişler, “Seni” dediler, “Uğur Yücel’in nişanlısı rolüne sokuyoruz!” Böyle böyle başladı benim maceram...
‘Genç irisi’ derlerdi bir de tombiştim, sadece sahnede güzelleşirdim
Hayat, tamamen oyunculuğa kilitlenmiş durumda...
- Tabii, tabii. Fakat babam itiraz etti, bir yıl kadar konuşmadık, küstük. Gazeteci olduğu için oyuncu olmamı hiç istemiyordu, ürküyordu. O dünyada var olmayı beceremem diye...
Peki madem bu kadar hassas ve kırılgansınız, şov dünyası içinde olmak sizi zorlamadı mı?
- Zorlamaz olur mu? Hem de nasıl zorladı. Ama şu var: Ben bu işi yapmasaydım, yani başkaları olmayı beceremeseydim, hayatta kendim olamazdım. Böyle yırttım. Çok kompleksli ve ağlak bir çocuktum.
Neden?
- Bilmiyorum. Güvensizdim. “Baba yaralı” bir çocuktum. Babamdan çok korkardım. “Dikkatli yürü, oraya çarpacaksın!” derdi, gerçekten de çarpardım. Kendimi beğenmezdim. “Genç irisi” derlerdi, en nefret ettiğim laftı. Bir de tombiştim. Herkesin erkek arkadaşı olurdu, bana kimse bakmazdı. Kendimi güzel de bulmazdım. Sadece sahnede güzelleşirdim. O zaman işte, içimden başka biri çıkardı, ben de kendime aşık olurdum. Bir de sanki sadece sahnede takdir ediyorlardı beni. Babam dahil. Aile meclislerinde, “Şimdi Demet’in şovu başlıyor” derdi. Üç beş taklit yapınca, acayip alkış alırdım, “Yaşasın babam beni seviyor!” diye çok mutlu olurdum.
HAMİŞ: Bugün Sevgililer Günü. Hepinize kutlu mutlu olsun. “Ne önemi var? Bu bir tüketim saçmalığı” diyenlerden değilim. Herkes nasıl hissediyorsa öyle yaşasın bugünü. İnananlar sevgililerine sıkı sıkı sarılsın. Ben de uçağa atlayıp Kiev’deki sevgilime gidiyorum bir geceliğine...
Paylaş