Paylaş
Sofradan yatağa sosyolojik bir geçiş
Yani bazen kendime hayret etmiyor değilim.
Sanki başka bir dünyada yaşıyorum.
Benim dünyamın birimleri, parametreleri bir acayip.
Dertlerim, kafama taktığım, üzerine düşündüğüm şeyler çok abuk.
Gerçekten.
Bana, ben tahammül edemezken, siz nasıl ediyorsunuz, hiç anlamıyorum.
*
Ama biliyorsunuz, hep hakaret etme şansınız var.
Hatta, şanstan öte bir hak.
Lütfen kullanın.
Hoş bir fikir geldi aklıma, bana gelen tüm (içerikli) hakaretleri yayınlamaya karar verdim. Epey birikti. İyi değil mi? Çok ayıp ve çirkin olanları, belden aşağı vuranları hariç tabii. İşte o yüzden ‘‘hakaret’’ kelimesinin önüne bir sıfat ekleyiverdim. İçerikli olsun, canımı yiyin; hatta yayınlandığını görün, iyice keyiflenin.
Benim için mahsuru yok.
Doğru olanın bu olduğunu düşünüyorum.
Bu saatten sonra körler sağırlar birbirini ağırlar yapacak halimiz yok.
Hep olumlu ve sevimli tepkileri (n'apim yani daha çok onlar geliyorsa!) yayınlamak da biraz canımı sıkıyor. Sanki yamuk yapıyormuşum hissine kapılıyorum. Oysa yapmıyorum. Nedense bugüne kadar hep böyle olmuş, yaptığımız işte, hakarete varan, yani ‘‘koyu renkli, ağır eleştirileri’’ yok saymak gibi bir adetimiz olmuş.
Neden?
Varsın...
Onlar da yayınlansın.
*
O zaman anlaştık değil mi?
Mesela bugün yazacağım şey hoşunuza gitmiyorsa, katılmıyorsanız, saçmaladığıma inanıyorsanız veya o ya da bu şekilde benden gıcık alıyorsanız hakaretlerinizi bekliyorum.
Ben artık yazıma başlayabilirim değil mi?
Tamam.
*
Son günlerde şu yataylık-dikeylik meselesine kafa yoruyorum.
Hatta, haddimi aşarak, Freud'un zekasının en parladığı anın insanlığı dikeyden yataya geçirdiği an olduğunu düşünüyorum.
Şöyle ki; yatay olunca (yatakta, divanda) mesela boylu boyunca uzanınca, dünyayı ve kendini farklı algılıyorsun. Rahatlıyorsun. Kendini açıyorsun. Gevşiyorsun. Kimbilir belki dikey olduğun zamanlarda anlatmaktan kaçındığın şeyleri itiraf etmeye başlıyorsun.
Ben tabii emin değilim, bir insanın Pazar yazısını kedisi yanında, yatakta yazıyor olmasının iyi bir şey olup olmadığına...
*
Ama şundan eminim, yatak denilen mekan, sadece bir yatak değil günümüzde.
Kimbilir, belki eskiden öyleydi.
Kimbilir, belki uzmanların dediği hala geçerlidir, yatakodası sadece uyumak ve sevişmek içindir.
Hayatın o gri gerçekliği, dertleri, sıkıntıları, acıları bu kutsal odaya taşınmamalıdır. İnsanlar yatakta car car car laf anlatmamalı, tamam mı, eşinin sırtını kaşımalı, bedenini okşamalıdır!
Fakat hayatı hızlı ve koşuşturmacalı yaşayan insanlar, çiftler hep böyle davranmıyor.
Son günlerde çevremdeki bir dolu insana en mühim meselelerini nerede konuştuklarını soruyorum.
Cevap şaşırtıcı:
- Yatakta!
*
Oysa eskiden sofrada konuşulurdu, öyle değil mi?
Hayat bu kadar hızlı değilken.
Hani biz ‘‘Hayat Bilgisi’’ kitaplarından da öyle öğrendik:
Akşam yemeğinde maaile biraraya gelinir, baba televizyonda birazdan başlayacak ‘‘ajans’’ı dinleyecektir, anne yemekleri hazır etmiştir, o güzel ‘‘ev yemekleri’’ az sonra yenilecektir, çocuklar mutfaktan ekmeği ve suyu getirir (bir de o akmayan tuzluğu!), kısacası tüm aile akşam yemeklerinde sofrada birleşir.
İyi de Allahaşkına günümüzde kaçımız akşam 8 haberlerine eve yetişebiliyoruz?
Kaçımız sohbetlerimizi, muhabetlerimizi annelerimiz, babalarımız gibi sofrada gerçekleştirebiliyoruz?
*
E haliyle n'oluyor?
O dikey ‘‘sofra sohbetleri’’ o ya da bu sebepten ötürü, yatay ‘‘yatak sohbetleri’’ haline geliyor.
Demek ki, yatak lafından da bu kadar huylanmaya gerek yok!
Demek ki, yatak deyince akla seksten başka şeyler de geliyor!
Evet doğru, daha az ‘‘giyinik’’ oluyorsun.
Resmen ‘‘soyunmuş’’ oluyorsun.
Bu da iyi değil mi?
Üzerindeki yüklerden kurtuluyorsun, sadece üzerindeki yükleri değil, ruhunun üzerindeki yükleri de çıkarmış oluyorsun.
En azından bana öyle geliyor.
Bütün sesler kesiliyor.
Cır cır böcekleri söylenmeye devam etsin, onları seviyorum.
Zifiri karanlık.
Ve iki adet beden yan yana, omuzları ve baldırları birbirine değerken, (kafaları tavana bakıyor ama) birdenbire konuşmaya başlıyor.
En sevdiğim an o.
Bana çok özel ve romantik geliyor.
Bütün o pis borçları, iş sıkıntılarını, kavgaları, ayak kaydırmaları, kalleşlikleri, can sıkıntılarını konuşmak, yanında yatan o ruhla paylaşmak insana pek iyi geliyor.
*
Ne diyorsunuz...
Tabii ki, en iyi kavgalar da yatakta ediliyor!
Gün içinde biriktirmiş oluyorsun ve birdenbire orada patlıyorsun.
En kötüsü biri kalkıyor, ‘‘Ne halin varsa gör’’ diyor, salona gidiyor.
Tüm o acayip sorular da yatakta soruluyor.
Kısacası yatak ve gece yani yatay olduğumuz zamanlar, dikey olduğumuz, gün içi zamanlarından daha gerçek.
Ve daha vahşi.
Tabii ki birdenbire şöyle bir şey geldi aklıma:
Ben söyleşilerimi dikey haldeyken yapıyorum, sanırım gerçeğe daha az ulaşıyorum, mesela Şehrazat'la yaptığım söyleşi, onun Sarıyer'deki evinde yer minderlerine uzanarak gerçekleşmişti ve bence hiç fena değildi.
Diyorum ki...
Vazgeçtim, demiyorum!
*
Biliyorum çoğunlukla dikey olmamız gerekiyor.
Ben sadece yatay olduğum zamanları daha çok seviyorum.
Paylaş