Ayşe'nin Gözlüğü

Ayşe ARMAN
Haberin Devamı

Nato toplantısına giden bir kadın gazeteci

Büyük felaket anlarında, küçük ayrıntılara dikkat edilmez.

Nah.

Bu saptama doğru değil.

Kesinlikle.

Hele söz konusu kadınlar ise...

*

Kadınlar, kadın olmama rağmen, beni de hayrete düşürüyor. Keşfetmek, çözmek, inanın zor oluyor.

Ve yorucu.

İyi ki erkek değilim.

Ayvayı yemiş ya da aklımı başıma devşirip, çoktan cinsel tercihlerimi değiştirmiş olurdum.

*

Herhangi bir kadın için, ‘Durum A'da böyle davranır. Durum B'de ise şöyle’ diyebilecek bir adam var mıdır, Allahaşkına?

Ben onun alnını karışlarım.

Kesinlikle yalan söylüyordur.

Ya da kadınları hiç tanımıyordur.

Üstelik kadınları dış görünümlerine, konumlarına, yaşlarına göre değerlendirmek mümkün de olmuyor.

Tek söyleyebileceğim:

Kadın dediğin her şart altında, her durumda, Türkçesi her daim, kadın.

Felaket anında bile.

*

Çok sıkı bir kadın gazetecinin bizzat yaşanmış hikayesini nakledeceğim.

Adını yazarsam beni öldürür.

Ama dün gece anlattığı o hikaye de, beni gülmekten öldürdü.

Bu aralar en çok ihtiyacımız olan şey gülmek.

O kadar güldüm ki, boğuluyordum.

Ayıp ama...

Ben depremi bile unuttum.

*

İşte, o gazeteci kadın, günlerden bir gün Nato toplantısına gidiyor.

Londra'ya.

Hem kendine, hem işine saygısı olanlardan. İşini de iyi yapıyor. Kimsenin söylemesi gerekmiyor, o kadar aşikar ki, görünüyor. Planlı programlı. Her anlamda. Sabah 5:30'da mı kalkılacak? Tamam, kalkılacak. Yataktan kazımanız gerekmiyor.

Ve bu söz konusu kadının ‘‘Elime ne geçtiyse giydim günü’’ne denk gelmeniz de mümkün değil.

Alçak, mutlaka akşamdan planlıyor ertesi gün giyeceklerini. Yani en yoğun iş gününde bile bakımsız dolanmıyor ortalıkta. Hep şık. Üstelik spor yaptığı için insanları gıcık edecek dirilikte bir bedeni var. Ben oldum olası onun kılık kıyafetlerini kıskandım. Aslında omuzlarını da. Bir de sanırım kollarını. Çünkü bu kol denilen şey pek hassas. Spor yapmayan kol, omuz hemen anlaşılıyor.

Yaşlanınca en çok kollarımın sarkmasından korkuyorum. (İyi de meseleyi ben kendime niye getiriyorum?) Söylüyorum bu kadın milleti bir tuhaf diye...

Kıskançlıktan.

Hem severim hem kıskanırım durumları.

*

İşte bu kadın Londra'da.

Sabah çok erken kalkacak ya, kaldığı otele uyandırma yazdırıyor. Yetmiyor. Kadınlara hiçbir şey yetmez zaten. Her ihtimale karşı duvardaki saati de kuruyor. Sonra da içi rahat, güzel güzel uykuya dalıyor.

Sabahın kör karanlığında bir zil sesi...

Ama öyle böyle değil.

Avaz avaz bağırıyor.

Uyku sersemliğiyle, saati buluyor, alarmını susturmak için düğmesine basıyor. Bütün normal insanların yapacağı gibi.

Ama o saat hiç de normal değil.

Susmuyor.

Hep ama hep...

Bağırmaya devam ediyor.

Bir daha basıyor düğmeye...

Bir daha.

Nafile.

İlk tepkisi ne mi oluyor?

- Eyvah ben bu saati bozdum!

Saatin her tarafını kurcalıyor, elinden bir şey gelmiyor, ne yaparsa yapsın, o zil çalmaya, ötmeye, bağırmaya devam ediyor.

Bu arada dışarıdan gürültüler geliyor...

Odasının kapısını açıyor.

O ne manzara!

İnsanlar uyanmışlar, odalarından çıkıp bir yerlere gidiyorlar.

Utanç içinde kapıyı geri kapatıyor.

Daha fazla onları rahatsız etmesin...

O nalet ses, bari, odanın içinde kalsın...

‘‘Aman Allahım ben bütün oteli uyandırdım’’ diye düşürken, kesinlikle karalar bağlamışken, umutsuz bir biçimde yatağın kenarına oturuyor, daha doğrusu çöküyor. Resepsiyonu arayıp ‘‘Ben bu saati bozdum. Bu zil hiç susmuyor,’’ diyecek...

Telefonu kaldırıyor.

Kaldırıyor ama ses yok.

Yani siz ne yaparsınız böyle bir durumda? Ben ağlardım. O mu ne yapıyor? Çözüm üretmeye çalışıyor. Birden, kapının tepesinde bir mekanizma dikkatini çekiyor.

Ona asılıyor.

Hayret, asılınca zil susuyor, bırakınca tekrar başlıyor.

Müthiş bir eziklik, müthiş bir utanç içinde beklemeye başlıyor:

Zahir resepsiyondan birileri gelecek ‘‘Siz bu oteli ayağa kaldıran kadınsınız, değil mi?’’ diyecek. O da ‘‘Evet benim. Ben bir Türküm. Özür dilerim. İstemeden bozdum,’’ diye cevap verecek.

Zil, deli deli ötmeye devam ederken, o da, otelin sorumlularının bir çalar saati durduramayan (tabii önce bozan!) Türkü cezalandırmasını beklerken...

O çalmayan telefon birden ‘Zırrr’lıyor. Ve aynı toplantı için orada bulunan bir erkek gazeteci, panik içinde şöyle diyor:

- Ne işin var hala odada? Otel yanıyor! Hadi in aşağı.

*

‘‘Yangın Alarmı deneyimi’’ olmayan bir Türk işte böyle davranır.

Peki yangın olduğunu anladıktan sonra bir kadın nasıl davranır?

Şöyle:

- Tamam. Hemen iniyorum.

Pantalonunu giyor.

Sonra da eline ilk geçirdiği T-Shirt'ü ve ceketi üzerine geçiriyor.

Tam fırlayacakken, birden üzerindeki renklere bakıyor.

Pantalon siyah.

T-Shirt beyaz.

Ceket lacivert.

Ve ister inanın ister inanmayın, o gazeteci kadın, o uyumsuz renklerle aşağıya yangından kaçan insanların arasına inmesinin uygun olmayacağını düşünüyor. Bavulunu açıyor. Siyah bir ceket çıkarıyor. Üzerine geçiriyor. Mücevherlerini de çantasına atıp, kapıya doğru koşuyor.

*

Peki o sırada ne görüyor?

Hayır alevleri değil.

Hiç yaratıcı değilsiniz!

Aynada kendisini.

Ve ne fark ediyor?

O yeni kısaltığı permalı saçları var ya...

Onlar nasıl olur bilir misiniz yataktan kalkınca?

Ben biliyorum.

İnek yalamış gibi havada durur.

Bart Simpson'ın saçları gibi olur.

Evet otel yanıyor olabilir ama bir kadın o saçlarla nasıl çıkar sokağa? Çıkamaz. Anında onlar bir güzel ıslatılıyor, bir de jöle sürülüyor. Tamam hazır işte. Siyah pantalonu, beyaz T-Shirt'ü, siyah ceketi ve kolunda çantası, unuttum bir de saçları yapılı, aşağıya iniyor.

Aşağıda zavallı bir erkek kalabalığı var.

Tahmin edersiniz görüntüyü...

Çizgili pijamaları ve atletleriyle, don paça, kesinlikle çıplak ayak öylece otelin önündeki sokakta, o puslu Londra sabahında bekleşiyorlar.

Aralarında Fransız Dış İşleri Bakanı da var.

‘‘Hadi yangın var çık odadan,’’ diyen diğer gazeteci arkadaşı var ya, gözleri büyümüş bir şekilde bizimkinin yanına geliyor. Erkek ya, hayretler içerisinde şöyle diyor:

- İnanamıyorum ben kadınlara... Otel yanıyor... Bari makyaj da yapsaydın!

Yazarın Tüm Yazıları