Paylaş
Bir gazetecinin kıskançlık öyküleri
Benim bir sorunum var: Genellemelerden sıkılıyorum.
Biri, genel olarak ilişkiler, evlilik, politika, ekonomi üzerine mi konuşuyor, anında gözlerim çizgi oluyor, uykum geliyor. Bitkiye dönüyorum. Matlaşıyorum. O kadar sıkılıyorum, o kadar sıkılıyorum ki, katiyetle karşımdakini dinlemiyorum.
Ben herşey kişisel olsun istiyorum.
Evlilik mi? İlişki mi?
Kendi tecrübelerini anlat.
Bana ne, senin genel dahiyane politik, ekonomik fikirlerinden.
Özel bir şey anlatacaksan, benden daha iyi dinleyici bulamazsın. Enerjim yükselir, gözlerim açılır, kulaklarım kabarır, tüylerim parlar.
Mümkün mü değil! Kişiseli, kendine mi saklamak istiyorsun, güvenmiyor musun, geneli mi tercih ediyorsun, o zaman vakti boşuna harcamayalım:
Birbirimize fıkra anlatalım. Lütfen sıkıcı ve genel fıkraları da bir kenara bırakalım. Onlar da bayıyor. Acilen az ayıpları paylaşalım.
Anlayacağınız, şaşırtmayan, düz giden, içinde ahkam ve ‘‘Ben biliyorum’’u içeren, fazla terbiyeli, fazla düzeyli, fazla teknik ve gereğinden bilimsel olan herşey, canımı sıkıyor.
Ne zamanki birlikte yolculuk ettiğimiz uçaktaki, koltuk arkadaşım bana duyulmamış ve duyulması zor ‘‘özel kıskançlık öyküleri’’ anlatıyor işte o zaman canımın sıkıntısı dağılıveriyor...
*
Fotoğrafçı. Gazeteci. 30'larının sonlarında. Beyaz. Şimdi evli.
Diyor ki:
- Bende Türkiye'deki bütün kadın gazetecilerin fotoğraf portföyü var.
Diyorum ki:
- Nasıl yani? Ne alaka? Yani ne amaçla?
- Temize çıkmak için.
- Hoppala.
Ve başlıyor anlatmaya:
- O kadar kıskançtı ki, eski sevgilim, bir haberden döndükten sonra ona, o gece mutlaka bir dia gösterisi yapmak zorundaydım.
- Ne hoş, işinle bu kadar ilgilenmesi...
- Hayır işimle değil, habere gittiğim kadın muhabir(ler)le! Neye benzediğini mutlaka görmek isterdi. Ona göre karar verirdi, kıskansın mı kıskanmasın mı? Halimi düşünebiliyor musun? Yıllarca, çaktırmadan birlikte işe gittiğim kadın arkadaşlarımın fotoğraflarını çektim. Akşam da projeksiyonla duvarda gösterdim. Ondan bir zarar gelmeyeceğini kanıtlamak için. Bazen ‘‘Bu çirkinmiş’’ der, konuyu geçiştirirdi. Ama Allah muhafaza biraz güzelse, yanmışım ben, yanmışım!
- Peki çaktırmadan nasıl çekiyordun kadınların fotoğraflarını?
- Zor oluyordu. ‘‘Evde sevgilim senin dianı bekliyor, götürmezsem beni parçalar!’’ diyecek halim yoktu tabii. Binbir türlü numara. ‘‘Sen şöyle röportaj yaptığın kişinin yanında bir dursana’’ diyordum mesela. Ama içlerinden gıcıkları da çıkmıyor değildi. Bu tarz gazetecilikten hoşlanmıyormuş! Gazeteciliği düşünen kim? İşte o zaman beni sıkıntılar basıyordu. ‘‘Allahım bana yardım et!’’ demeye başlıyordum, ‘‘Ben bu kadını nasıl ikna edeceğim de akşam eve fotoğrafını, sevgilimin denetimine götüreceğim’’. Allahtan gazeteler son yıllarda haberi yapanla, haberi yapılanın fotoğrafını birlikte kullanma adeti geliştirdiler.
- Yine de itiraz edenler...
- Olmaz olur mu, oluyordu. İkna ediyordum. Ama asıl başımı belaya sokanlar ‘‘yan duranlar’’dı.
- Nasıl yani?
- Kadın, poz verme özürlü! Tam çekeceğim yan dönüyor. Bizimki de kızıyor. ‘‘Bu net çıkmamış, sen sanat fotoğrafları çekiyorum diye beni kandırmaya çalışıyorsun. Ne biçim fotoğrafçısın sen. Şöyle adam gibi karşıdan çeksene. Bu olmamış’’ diyor.
*
- Başka?
- Gazetede o kadar yorulduktan sonra insan, yaz geldiğinde, nihayet tatile çıkacak diye sevinir değil mi? Beni karabasanlar basardı.
- Neden?
- Güneş gözlüğü takmam yasaktı da ondan. Gözlerimi görmüyor ya. Ya, yan gözle o sırada geçmekte olan bir kadına bakarsam? Hepsi de bikinili filan. Kıyamet kopuyordu. Ben de tatil yerlerinde sürekli duvara dönük gazete okuma alışkanlığı geliştirdim. Gülme. Ciddiyim ben. Bir de tabii deniz gözlüğü sorunu vardı. O da yasaktı. Denizin içinde, yosun, balık dışında hiçbir canlı türüne bakmayayım diye. Güzelim kızlar suya atlıyor, beyaz bacaklar suda makas hareketi yapıyor. Onlara bakmak yasak. İkimiz birlikte dalarsak, tek şart vardı: Ben dibe, sevgilim bana bakacak. Sık sık dalardık da.
- Dalmadığınız zamanlarda...
- Hep evdeydik. O da ayrı bir sorundu. Çeşitli kanallara da ambargo getirilmişti. Kazara bir erotik filme denk mi geldik? O sırada ‘‘remote control’’ benim elimde mi? Canıma okurdu. Bir de yılbaşılar zor geçerdi. Dile kolay on sene çektim ben! Düşün on yılbaşı. O da eşittir on dansöz. Ne yapacağım yani? Elimde patlamış mısır, kuzu kuzu, dansözü seyrediyorum. Vay ben ekrandan böyle bakıyorsam, gerçeğini görürsem ne olurmuş! Anlayacağın her türlü dişi mahluktan on sene ayrı kalmam gerekti. Oysa, en verimli çağımdaydım. En çok beni ne korkuturdu biliyor musun?
- Hayır bilmiyorum.
- İşten ya da başka bir yerden birinin evi araması. Anında yatak odasındaki paralel telefon açılır. ‘‘Tırk’’ diye ses gelir. Ben anlarım: Eyvah, dinlenmekteyim. Nasıl muhabbet ediyorum? Çok mu samimiyim? Ne konuşuyorum? O kadın kim? Bu evi nasıl arar? Konuşurken bocalıyor muyum? O kazara, hiç samimiyetim olmadığı halde, ‘‘Tamam canım’’ filan derse kapatırken, ayvayı yerdim, kesinlikle beni doğduğuma pişman ederdi.
- Bitti değil mi?
- Ne bitmesi! Yolda mı yürüyorum, bana saati ya da yolu mu sordu biri, ‘‘Niye konuşuyorsun o kadınla?’’, ‘‘Sana ne soruyor’’, ‘‘Neden bir başka erkeğe değil de, sana soruyor’’, öldürürdü beni, öldürür! Bakma öyle tuhaf tuhaf, abartıyorsam iki gözüm önüme aksın. Şehir dışı geziler olur ya, hani bir dolu insan davet edilir, toplu grup fotoğrafları çektirilir. Çökerdi tepeme: ‘‘Hadi söyle. O kim? Bu kim?’’. Sonra, saat başı telefon açardı. Ve bulunduğum ortamı dinlerdi.
- O ne demek?
- Şu demek: Sen susuyorsun, o geri plandaki sesleri dinliyor. Yani kendisi orada değil. Telefonda. Ama ruhu orada! Acaba geri planda kadın sesi var mı? Bağırıyor mu? Ne konuşuyor? Hem o kim oluyor? Onun orada ne işi var? Böyle anlatınca komik oluyor ama sen bir de bana sor.
- Sen ne yapıyordun?
- Ee yıllar içinde bazı teknikleri sen de öğreniyorsun! Yeter ki sorun çıkmasın, yeter ki kafanı şişirmesin. Mesela sadece erkeklerin olduğu ortamlarda, o beni aramadan, ben hemen onu arıyordum. Arkadaşlarımdan da rica ediyordum: Ben sevgilimi arayacağım lütfen yüksek sesle konuşun! Hepsi birden bağırmaya başlıyordu. İşte sevgilim o zaman kendini iyi hissediyordu. Gerçi o konuşmadan sonra, ne yapacaksam yapıyordum. Aslına bakarsan bir halt karıştırdığım da yoktu! Ama sonunda ben bile kendimden şüphe etmeye başladım. Yolda tanıdığım bir kadına rastlıyorum mesela. Sarılıp öpmesin beni diye dua ediyorum. Ya parfüm kokusu sinerse? Eve gideceğim, şimdi o beni kedi gibi koklar. Kolaysa anlat. Çekmeyen bilmez. Bu arada, sürekli cüzdanım karıştırılmasından söz etmiyorum. Ya da telefonun ‘‘redial’’ tuşuna basıp, en son kimi aradığımın kontrol edilmesinden. Ya da arabanın kültablasındaki izmaritlerde ruj izi aranmasından. Dur dur, daha bende hikaye çok. Peki alışveriş yaparken özellikle fiş almamı istediğini söylemiş miydim? Saati, tarihi görecek, doğru mu, yalan mı söylüyorum anlayacak...
- Geçmiş olsun!
- Geçti.
Paylaş