Bayram münasebetiyle...Artık bu mektubu yazmak bana farz oldu (A'raf 146). Sen çok güzelsin, düşüncelerin de çok güzel. Günün birinde böyle bir mektup yazacağımı hayal bile edemezdim. Bir erkeğin senden kaçması için deli olması lazım. Bütün erkekler seni beğenir. Ama sen önüne çıkan her erkeği beğenmezsin (maide 27-28. Nur 26). İlhad senin sahip olduğun seçme veya beğenme hakkının senin elinden alınmasıdır (Hacc 25-11). İlhad bir şeyi gerçek sahibinin dışında başka birine vermektir (Nahl 103). Erkeğe düşen kadına dürüst davranmaktır (Nisa 34).İşin teorisi böyle.Ama sıra uygulamaya gelince görünürde bir şey yok. Ama hepten de yok diyemem, sen varsın, bir de ben varım. Valla ben züğürdün tekiyim. Ciddiysen, benimle dalga geçmiyorsan ben buradayım, hiç bir yere kaçtığım yok. Ben telefonda konuşmayı sevmem. Bana mektup yazabilirsin. Ben bundan sonra gazete yazılarından esinlenip de sana mektup yazmam. Tekrar söylüyorum sen çok güzelsin, bir erkeğin senden kaçması için deli olması gerekir. Benim senin yanında dizlerimin bağı çözülür, dilim tutulur.HAMİŞ: Sevgili Murat, bugüne kadar hiç bu kadar romantik bir mektup almamıştım. Sana kocaman bir teşekkür ve öpücük yolluyorum. Bayramın kutlu olsun! Bu bayram günü bana kendimi çok iyi hissettirdin. Bayramlarda insan iyi hissetmeli, hissettirmeli, değil mi? Sağol... Sayende.Anladığım kadarıyla bana olan duygularını (nedense bana çok temiz geldiler) Kur-an'dan ayetlerle ifade etmiş, ‘‘işin teorisi bu’’ demişsin. Uygulamayı boş ver. Çünkü (bu hangi ayette yer alıyor bilmiyorum ama) kadına düşen de dürüst davranmaktır. Zaten sen Adapazarı ben İstanbul'dayken pek mümkün değil, üstelik bir sen varsın, bir ben varım, ama bir de benim bir erkek arkadaşım var!Züğürdün teki olmanı da boş ver... Ama bir gün İstanbul'a gelecek otobüs parası bulursan bir yerlerden, görüşmek isterim. Söz, senden kaçmam. Ayın başında gelirsen param bile olabilir, birlikte yemeğe gideriz. Sağlıklı ve güzel bir bayram geçirmen dileğiyle... Ayşe.*Bir varmış, bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, çok güzel bir ülkede mahalleler varmış. Bu mahallelerin çocukları birbirlerini çok severlermiş. Dışarıdan gelen ‘‘parolalı bir ıslığa’’ uçarak aşağı iner, beraber olacakları anları iple çekerlermiş. Kavga da etseler kin tutmaz, her gün yeniden ‘‘dünyalar kurarlar''mış. Herkeste paylaşma duygusu, sevgi ve arkadaşlarını kollama duygusu yavaş yavaş gelişirmiş. O zamanlar çocuklar evden okula servis ile değil, buluşarak giderlermiş. Onların yolunu gözlemezmiş evdeki bilgisayar, şehrin en iyi dersanesi, hazırlık kursları. Bilmezlermiş hamburgeri, MTV'yi, İnternet'i, cep telefonunu, Tetris'i...Bilirlermiş duvarların üzerinde sohbeti, anket defterlerini doldurup sevgileri keşfetmeyi, horoz şekercisini, elleri leş gibi macuncunun tornavida ile koyduğu rengarenk macunu...Eve gitmeyi unutmayı, hava kararınca dayak yemeyi, sonra bir ıslıkla tekrara aşağıya, ‘‘kukalı saklambaç’’a kaçmayı, o hakkında türlü şeyler söylenen evdeki garip adamdan korkmayı, küsmeyi, aynı kıza asılmayı, torbalarla misket toplamayı, gıcır köster ayırmayı, değiş tokuşu, kaybedince kapışı (o muhteşem ‘‘Kapıııııış!’’ı)... Teksas'ı, Tommiks'i, Konyakçı'nın dişlerini, paramparça Red Kid'leri, içiçe konan naylon topları, taştan kale direklerini, üç korner bir penaltıyı, üzerine apartman yapılan top sahalarını, sonra o apartmana taşınan yeni dostları ve onları kapma yarışını, taşınanların kırmızı kamyonlarını... İlk ergenliği, boyların ölçülmesini, Hey Dergisi'ni, otobüsteki biletçinin ‘‘lastik sarılı kalem’’ini, yoğurtçuyu, kalaycıyı, hallaççıyı, evlerin arkasındaki odun kömür depolarını, yakar topun yakışını, adam alırken adım hesabını, iki çocuğu en iyi arkadaşla takası, mantarlı gazoz kapaklarını, yaldız kazmayı, yandaki mahalle ile alınan kavgayı, her kavganın çıkarttığı kahramanı ödleği... ‘‘Kan kardeşliği’’ni, ip atlama, lastik bağlama, ‘‘topaç virtiözlüğü’’nü, çelik çomağı, kırılan camları, toplanan paraları, açık hava sinemalarını, frigo buzu, silik seksek çizgilerini...Sonra... Zamanla bu güzel ülkede durumlar değişmeye başlamış. Yaşlar ilerledikçe bu birliktelik, kollama duyguları bu mahallelilerin başına çok işler açmış. İşsizlik, enflasyon, koca koca apartmanların arasında, nefes alınmaz bir havada, evlerinde, sanal bir dünyada, emniyet içerisinde yalnız yaşanmaya başlanmış.Anneleri, babaları onları çok seviyor: Beta kapmasın diye kalabalık ortamlara hiç sokmuyor. Hafta sonları hep beraber ya Karum ya da Akmerkez'e gidiliyor. Okul servisleri neredeyse çocukları yataklarından alıyor. Çocuklar trafik kaygısıyla, köşedeki ‘‘hipermarket’’e dahi gönderilmiyor. Babalar şirket bilançolarını, çocuklar da ‘‘dershane reytingileri’’ni izliyor. Hepsi birer test uzmanı, sayısal-sözel yuvarlanıp gidiyor. Seksek oynamayı değil ama taban puanlarını çok iyi biliyorlar. Hayata açılan pencereleri Windows 95. Onlar ekrana, ekran onlara bakıyor ve koca bir hayat... Dışarıda akıp gidiyor.Ve şehrin dışında tırmanacak, salıncak kuracak, kalp kazıyacak ağaçlar mahalle çocuklarını bekliyor. Paylaşmayan, yalnız, bencil, kafesler içerisinde, gürbüz, güvenlikteki çocukları, hiç sopa yememiş, ağaçtan düşmemiş, topu yandaki bahçeye kaçırmamış, ‘‘dizlerinde bir metrekare kabuk’’lar oluşmamış çocukları...HAMİŞ: Dr. Yalçın Ergir, Ortodonti uzmanı olmayı bir kenara bırakıp yazar mı olsanız, ne dersiniz? Bayıldım e-posta'nıza. Biraz da hüzünlendim. Zaten bu bayram denilen şey, insanı biraz da hüzünlendirir, değil mi? Heyecanla saydıklarınızın hangilerine ben yetişmişim diye hesap ettim. Aşağı yukarı hepsine. En çok da ‘‘dizlerinde bir metrekare kabuk’’u sevdim. Çünkü o her şeyi özetliyor, tanımladığınız tüm o durumları içinde barındırıyor. O izler geçmiyor, biliyor musunuz? O anlattığınız mahalle çocuklarını eski bir bayram gününde hayal ettim de... Oh ne eğlence... Keşke onlardan biri olsaydık da... Zorla giydirilen eteklerle... Yaralı bereli dizlerle... Sokağa kaçıp... Kukalı saklanbaç oynayıp... Eve dönüğümüzde... Sen o bayramlık eteğinle, ne haltlar ettin yine...