Paylaş
Üzerimde Nilüfer’in elbisesi var.
İçinde kendimi güzel ve seksi hissediyorum.
Bronzlaştım da zaten.
Oh benden mutlusu yok! Dün de üzerimde Nilüfer’in elbisesi vardı.
Evvelsi gün de.
Hatta ondan önceki gün de. Yanlış anlamayın, aynı elbisenin başka renkleri!
¡
Bu yaz Nilüfer Karaca hayatımı kurtardı!
Aynı elbiseden tam 9 tane dikti.
Yazlık kreasyonum tamam yani!
Yeşili, sarısı, mavisi, moru, beyazı, siyahı, grisi, pembesi...
Benim için “Ne giyeceğim?” sorunu bitti.
Çünkü benim en büyük problemim bu. Bazı kadınlar bunu iş ediniyor, üstelik beceriyorlar da, benim ise kâbusum. İnce duracaksın, güzel duracaksın, rahat edeceksin, modern görüneceksin...
Ölme eşeğim ölme!
Benim dükkân dükkân gezmeye vaktim yok.
Param da yok. İlgim de. Bu açılardan kadın gibi kadın değilim.
Mümkün olsa üniformayla yaşarım!
¡
Omuzlarım geniş, boyundan bağlı elbiseleri seviyorum, yakıştığını da düşünüyorum, gerçi geçenlerde Twitter’da okudum, biri apartman girişinde görmüş, “Kadının omuzları maazallah Arnold Schwarzenegger gibiydi” diye yazmış.
Oysa, ben kendimi çok havalı hissediyordum.
Çok güldüm. O günden beri de sevgilim beni Arnold diye çağırıyor!
Neyse, ben Nilüfer’e dönüyorum.
Galatasaray’da Yeniçarşı Caddesi’nde “Antijen” diye bir dükkânı var.
Beni de Banu Zeytinoğlu götürdü, “Bu kıyağımı unutma, şahane bir kızla tanıştıracağım seni” dedi, “Onun hem kendi modelleri var, hem sen ne istersen onu dikiyor, o kadar ki, beğendiğin bir elbiseyi götürüyorsun, bunun aynısından istiyorum diyorsun, yapıyor. 150’liradan başlıyor, 600’e kadar çıkıyor. Bu fiyatlara tuvalet bile dikiyor!”
Onun bir düğün için diktirdiği elbiseyi gördüm, dudağım uçukladı. Hızını alamayıp aynı kumaştan çanta ve ayakkabı da yaptırmış.
Ben de işte bu vesileyle Nilüfer’le tanıştım.
Dükkânını çok sevdim.
Çok ilginç modelleri var, modacıyım havası da atmıyor. Dünyanın en tatlı kadını.
Pardon ondan daha tatlı, bir de kedisi var, Şans, o da gri kabarık tüyleriyle dükkânın içinde dolaşıyor.
Sizi Nilüfer Karaca’yla yaptığım röportajla baş başa bırakıyorum, ben üzerimde onun elbisesi, rakı-balık olayına giriyorum. Byeeeee...
Gemİden İnen turiste iki saatte elbise dikiyor
Nasıl başladın?
-Başkalarının ürünlerini alıp satarak. Tabii ki hayalim, kendi ürünlerimi yapmaktı. Ama o kadar kolay olmuyor. Fırsatın gelmesini bekledim. Baktım, beklemekle olmayacak, “Allah ne verdiyse” dedim, suya atladım.
Tarzını nasıl tanımlarsın?
-Tanımlayamam! Tarifi, kategorisi olmayan, modaya da uymayan bir tarzım var. Sonunda bir gün şunu kabul ettim: “Ben buyum, böyle devam etmem gerekiyor.” Kategorisiz ve tarifsiz olarak. Kendimi geliştirerek hayallerimi hayata geçirdim.
Nasıl geçirdin?
-Zamanla kendi atölyelerim, ustalarım, kalıpçılarım, kesimcilerim oldu. O insanları, o ortamı sevdim. Onları dinleyerek, gözlemleyerek, bizzat yaşayarak öğrendim. Ben de öğrettim. Ama tabii manyak bir iş bu ve sonu yok! Her gün yeni bir fikir geliyor aklına ve sürekli yeni bir şey öğreniyorsun. Mesele galiba yaptığın işi tutkuyla yapmak. Ben de öyle yapıyorum.
Sen tam olarak nesin? Modacı mı?
-Yok canım. Daha neler. Ben sevdiği işi yapan, bir şeyler yaratan, bunun için uğraşan biriyim. Bazen terzi, bazen terzi modacı arası bir şey, bazen tasarımcı. Bir isim vermesek olmaz mı?
Peki turistler ne alaka? Türklerden çok yabancılar geliyor dükkâna...
-Evet kendiliğinden böyle oldu. Gemilerden inen turistler var ya, Galatasaray’a bayılıyorlar. Yürürken bu caddede benim dükkâna da giriveriyorlar. Bir elbise beğeniyorlar. İki saatte, üç saatte dikip veriyorum. Ama tabii şunun da etkisi var: Yurtdışında gazete ve dergilerde yazan gazeteci ve blogger müşterilerim oldu. Ağızdan ağza yayılmış. Bazı İstanbul kitapçıklarında bile yer alıyor bizim dükkân. Ki herhangi bir çabamız olmadı...
Türk müşteriler peki?
-Var. Genelde enteresan tipler. Bu tarzı beğenenler, yeniliğe açık olanlar, değişiklik arayanlar, kıyafetlere servet yatırmak istemeyenler. Bir de dizilerle çalışıyorum.
Herkese iki-üç saatte elbiseyi teslim edebiliyor musun?
-Yok, hayır. O, gemiden inen turistlere özel. Kadın yapışmış elbiseye, “Tam aradığım şey! N’olur iki saate yap, gemim kalkıyor” diyor, n’aparsın, nasıl kırarsın? Kıramıyorum. Diğer normal müşteriye 1 ila 3 gün arasında teslim ediyorum.
Şu sistem nasıl çalışıyor baştan bir anlatsana...
-Her gün yeni modeller çıkarıyorum. Hepsi şahane olmuyor. Ama bazen de oluyor, içime siniyor. Sinenler, askıda yerini alıyor. Her modelle gidebilecek kumaş örnekleri de orada duruyor. Müşteri, dükkâna girdiğinde, o elbiseyi beğendi diyelim, “Bunun aynısını istiyorum, şu renk” diyor. 1 ile 3 gün arasında teslim ediliyor. Ama bazen de “Bu şahane ama şurası şöyle olsa, rengi değişse, boyu kısalsa, yakası şu diğer elbise gibi olsa, kol atılsa, cep konulsa” gibi sonsuz isteklerini ekleyerek, beni ve modelimi geliştiriyorlar.
Seni delirtmiyorlar mı?
-Aksine hoşuma gidiyor. Evet, zorluyorlar bazen. Ama ben de öyle bir tipim, çok kolay değilim. Ben de elbise alırken, “Şurası şöyle olsaydı, burası farklı olsaydı ah keşke!” diyenlerdenim. İnsanların kendilerini iyi hissedecekleri giysiler tasarlamayı seviyorum.
Çanta, aksesuvar olayına da girmişsin...
-Evet. Sana bir tuvalet diktik diyelim, seni ayakkabısız, çantasız mı bırakacağız? Ev tekstil ürünlerine de giriyorum, kırtasiye manyağı olarak, defterler, kartlar, kalem işine de. Ama hepsi “Küçük olsun, benim olsun” mantığıyla. Tamamen kendi yağında kavrulan biriyim.
Çok saçma ama rahatken, kafam pek çalışmıyor. Hep sıkışık ve imkânsızlıklar olduğunda harekete geçiyorum. Galiba bütün şahane şeyler biraz zor oluyor, doğum gibi. En büyük destekçim, bana sonsuz sabır ve fikir veren Cem’im. Ben atölyedeyken her şeyi döndüren Sevgi ablam. Annem ve Ayşe ablam da var ve Murat ve Oya teyze. Hayatımda ilk kez röportaj veriyorum, biraz Oscar konuşması gibi mi oldu değil mi...
Paylaş