Annem ve ben birbirimizin zıddı iki kadındık

Sıkı durun, karşınıza müthiş bir kadın geliyor. Öyle ki, insanlar onun adını duyunca, "Cumhurbaşkanlığına aday olsa ne güzel olur!" diyor.

Kelimenin hakkını veren bir müthiş kadın. Toplum dışına itilen, damgalanan, hor görülen kim varsa, yanında. Cüzamlılara hizmet götüren o, sokak çocuklarına sahip çıkan o, genelev kadınlarının sağlığını düşünen o, depremzedelere yardım eden o, Cumhuriyet kızlarının iyi eğitim almasını sağlamaya çalışan o, şiddete maruz kalan kadınların elinden tutan o... Süpermen gibi bir kadın! Nerede bir olumsuzluk varsa, Türkan Saylan orada. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin başkanı. Lepra Hastanesi’nin kurucusu. Kemalist, feminist, hümanist. Sıfatları ve özellikleri saymakla tükenecek gibi değil. Ve sayfalara sığmayacak kadar renkli bir hayat. Çağlayan mitingiyle yeniden gündeme oturdu. Attığı slogan, "Ne şeriat ne darbe, demokratik Türkiye" sloganı, bir anda, bütün Türkiye’nin diline yerleşti. Bel kemiği tüberkülozuyla savaştı, 13 ay kıpırdamadan yüzüstü yattı, son 4 senedir de kanserle boğuşuyor, /images/100/0x0/55ea9346f018fbb8f888f318karaciğerinde metastaz yapmış durumda. Yine de, bana mısın demiyor, kemoterapi seansından çıkıp üç toplantıya katılıyor, iki röportaj veriyor. Türkan Saylan, öyle bir kadın. Bugün ailesini ve son politik gelişmeler hakkındaki fikirlerini, yarın da mücadeleci kişiliğini okuyacaksınız...

Cumhurbaşkanı adayı olsa ne güzel olur denen TÜRKAN SAYLAN

Bugün Türkiye’de birçok kadının kendine örnek aldığı Türkan Saylan, nasıl bir ortamda yetişiyor?

- Ben savaş çocuğuyum. Bizimki yokluklar içinde var olmaya çalışan orta halli bir aile. Baba, bütün servetini savaş sırasında kaybediyor, 5 kardeşiz, ekmeği karneyle alıyoruz, şeker olmadığı için üzüm yiyoruz, sıkıntılı zamanlar ama asla dışarıya bir şey belli etmiyoruz.

Baba ne iş yapıyor?

- Anadolu’da köprüler yapan bir müteahhit. Hikayesi enteresan.

Anlatın lütfen...

- Önce babaanne. Balkan Savaşı’nda annesi- babası ve üç kardeşiyle İşkodra’dan Türkiye’ye göç ediyor. Anne-baba yolda ölüyor. Üç kardeş, Saray’ın yetimhanesinde büyüyor. Babaannem, Sultanahmet’te 9 odalı bir eve gelin gidiyor ve iki erkek çocuk dünyaya getiriyor. Biri babam oluyor, diğeri amcam. Okuldan dönerken köprü’nün üzerinde, yaşları 16, 18’ken askere alınıyorlar. Birini Galiçya cephesine, diğerini İşkodra’ya. Amcam, saralı dönüyor ve ölüyor. Babam ise ensesinde 5 şarapnelle, 5 gün ölü arkadaşıyla siperde kalıyor. O yüzden ete bakamazdı, kırmızı et gördüğü zaman çıldıracak gibi olurdu. Almanlar onu o siperde bulup, Almanya’ya götürüyorlar, tedavi ediyorlar. Orada Almanca öğreniyor, felsefe okuyor, şan dersleri alıyor, Türkiye’ye dönünce bir Alman firmasında köprü müteahhidi olarak çalışıyor. Geçmişinden söz etmekten nefret ediyor.

Anneniz peki?

- O bambaşka bir hikaye. Dünya güzeli İsviçreli bir kadın. 20’li yaşlarının başında İstanbul Belediye Başkanı Cemil Topuzlu’nun oğluyla evleniyor. İngilizce, Almanca, Fransızca biliyor, eğitimli, aşırı disiplinli, hatta faşist. İşgüzardı, herkese mektuplar yazardı, "Böyle yapmayın, şöyle yapın", Prens Charles’a, "Neden ava gidiyorsunuz? Avlanmak öldürmektir" derdi, Makaryos’a "Türkleri tanımıyorsunuz, önyargılısınız." İnanmayacaksınız ama onlar da cevap verirdi....

BABAM ANNEMİ BOŞATIP EVLENİYOR

Anneniz bir başka adamla evliydi... Babanızla nasıl tanışıyorlar?


- Annem o ilk eşiyle 8 sene birlikte yaşıyor. Sonra babam, anneme aşık oluyor. Annem hálá evli. Fakat mutlu değil. Babam da annemin annesini ve babasını Avrupa’dan getirtip boşanmasını sağlıyor ve kendi evleniyor.

Bakar mısınız, 1930’ların İstanbul’unda neler oluyor?

- Tabii, tabii. Yıl 1934. İstanbul’da balolar yapılıyor. Annem, belediye başkanının güzel gelini. O sayede Atatürk’le bile tanışıyor. Atatürk, anneme ne diyor biliyor musunuz? "Siz bir Limoges vazosu kadar güzelsiniz!" Bakar mısınız? Annem babamla evlenince, ardı ardına beş çocuk doğuruyor.

Peki belediye başkanının geliniyken babanızla aşk yaşaması hadise olmuyor mu?

- Topuzlu ailesi annemi çok seviyor ve mutlu olmadığını biliyor. Annemin ayrıldığı eşi daha sonra bir İngiliz’le evleniyor, bir oğulları oluyor: Cema lettin Topuzlu. Şimdi meslektaşım.

Gelelim Lili’ye. Nasıl bir kadın?

- Annem, hep çok bakımlı. Biz onu hiçbir zaman gecelikle filan görmedik. Biz evlenip evden ayrıldıktan sonra randevu almadan görüşemezdik. Habersiz ziyarete gidersek çok kızardı, çünkü saçları taranmamış olurdu. Bizi kapıda bekletir, gider içeride saçını yapar, makyajını tazeler, öyle gelirdi. O ruj, mutlaka sürülecek. O kadar disiplinliydi. Bir de çok mesafeliydi. Ben tam onun tersi oldum. Tepki herhalde. Süsten püsten hoşlanmam. Bakımlı değilim. Sonra ben herkesle sarmaş dolaş olayım isterim, "Enişte, abla!" diyeyim. Annem çok kızardı, "Akraban olmayan insanlara niye böyle hitap ediyorsun?" derdi. Ben paylaşayım, ağlayayım insanlarla... Annemse, "İnsan gözyaşlarını göstermemeli" diye düşünenlerdendi. O öyle yetişmiş, İsviçre terbiyesi. Hiçbir şeyini kimseye belli etmeyeceksin. Acıları katiyen.

Lili, ne zaman Leyla oldu?

- Bana hamile kalınca. Üstelik Tophane Camii’nde Müslüman olmuş. Bize geçerken hep gösterirdi, "İşte burada" diye. Sonra Kuran’ı okumuş İngilizce’sinden. Sanki bir Müslüman alimi gibi "Bunu yapmayın bu günahtır" gibi şeyler söylerdi. Oruç tutardı bir Müslüman gibi. Ama namaz kılmazdı, tabii örtünmezdi de.

Nasıl bir anneydi?

- Kendisinin her şeyi çok iyi bildiğini düşünürdü. Bizim hiçbir şey bilmediğimizi ve her zaman korunmaya muhtaç olduğumuzu söylerdi. Hayatını çocuklarına adamıştı. Kartal gibiydi, herkesin çocuklarına zarar vermesinden korkardı. Bir arkadaşımı getirdiğim zaman sorguya çekilirdim. "Annesi kim? Babası kim? Ne iş yapıyor? Dürüst bir insan mı, temizler mi?" derdi. Hepimizi deliler gibi kontrol ederdi. Gizli baskınlar düzenlerdi.

BEN BUKLELİ SAÇLARDAN HEP NEFRET ETTİM

Bu anlattıklarınız iyi anne tanımınıza uyan şeyler mi?


- Ben anneme şöyle dediğimi hatırlarım: "Keşke cahil olsaydın da, ben senin omzunda ağlayabilseydim, sen de saçımı okşasaydın..." Halbuki annem hep şöyle derdi: "Ben sana demedim mi? Bunu böyle yapma demedim mi? Gördün mü bak, benim dediğim çıktı..." Ya da bir şey giyerim. "Sana yakışmadı git çıkar, şunu giy" derdi. Bir gün hiç unutmuyorum, elbise yapmak için kendime tafta kumaş almıştım, akşam eve geldim, bir de ne göreyim, yorgan yüzü yapmış. "Bu renk sana yakışmazdı o yüzden!" dedi. Ben dişi görünmekten, bukleli saçlardan hep nefret ettim. Göğüslerim büyürken, kambur kalacaktım neredeyse..

Neden?

- Kimse beni kadın gibi görmesin diye. İnsan gibi görsün diye. Anneme tepki olarak.

En büyük çocuk olmanın avantaj ve dezavantajları?

- Sorumluluk. Kardeşlerime masallar anlatırım, uyuturum, gezdiririm. Ben doğurmuşum gibi bir sorumluluk almıştım. Sanki annemle rakiptim.

Sizce bu rekabet nereden çıkıyor?

- Bilmiyorum. Evin içinde birbirinin zıddı iki kadındık. Babam beni çok severdi. Anneme kızdığı zaman benimle dertleşirdi. Belki annem bunlara da içerlerdi. Akşam geç geldiği zaman babamın tepsisini hazırlardı. Ama babam "Türkan getirsin" derdi. Babam bir şeyler anlatırdı, ben dinlerdim. Neden? Çünkü anneme anlatsa, o hemen kendi fikirlerini söyleyecek, susmayacak, konuşacak da konuşacak...

Anne galiba biraz da fazla dominant...

- Evet. Ve sürekli kendini ispat etmeye uğraşıyor. Ve herkes ona akıl danışıyor. Eve gelen yardımcılar falan...

Siz de herkesin akıl danıştığı biri değil misiniz?

- Tabii tabii. Ben de öyleyim. Ama benim farkım şu, ben akıl verirken, "Hayır bu böyle olmaz, böyle yapacaksın" demem. "Gel tartışalım" derim. Karşımdakinin fikrine değer veririm, kimseyi ezmem. Ondan benim de öğrenebileceğim bir şeyler vardır.

Anneniz sizden daha mı güzeldi?

- Evet annem çok güzeldi. Annemin şu tarafı da vardı: Bütün çocuklarını dünyanın en güzel çocuğu olarak görürdü. Doğuran o ya, şahane doğurmuştur. Aksi mümkün değil, kendini öyle inandırmıştı. Bakın, ben bunu kabul etmezdim. Hayır, ben herkes gibiyim derdim. Ben hiçbir zaman kendimi beğenmedim. Normal gördüm hep. Hakikaten hálá aynaya bakmam. Bazen unutuyorum bile kendi yüzümü. Ben annemden farklı olarak kendimi daha natürel seviyorum.

Bazı kadınlar vardır çok dişidir, çok güzeldir ama...

- Yok yok, öyle değil. Kafa da çalışıyor. Bayağı entelektüel biriydi. Ama benim yaşam biçimimi hiç onaylamadı...

Neden?

- Bilmiyorum, öyleydi. İlk sevgilime mektup yazdı, "Sen benim kızımla uyuşamazsın, evlenmeyi aklından bile geçirme" diye. 50 sene sonra o mektup geçti elime, üzüldüm okurken. Annem için üzüldüm. Kız kardeşimin hayatına da karıştı. Ben hadi neyse koptum gittim ama o kopamadı ve hiç evlenemedi. Annem hiçbir damat adayını beğenmedi. Kardeşim benden çok daha güzel, müthiş feminen bir kızdı, uzun güzel saçları vardı, Ingrid Bergman’a benzerdi. Doğuştan bir bıngıldak açıklığı sorunu vardı, o yüzden "Kimse benim gibi ona bakamaz" dedi, evlenmesini engelledi ve kız kardeşim bekar öldü. Oysa ona aşık bir genç vardı. Annem yine araya girdi. "Sen onunla yapamazsın" dedi, ayırdı. Kız kardeşim depresif bir tip oldu, eline erkek eli değmeden kanserden öldü, gitti.

NE DÜĞÜN NE BİR ŞEY ZATEN GELİNLİK SEVMEM

ÊAnne şahane ama hayatınızı da mahvetmiş!


- Ben evlenirken annemle babam nüfus cüzdanımı vermediler. Ben babama mektup yazdım "Mevcut ve muhtemel tehlikeleri düşünerek lütfen benim nüfus cüzdanımı verin babacığım" dedim, yanlış anlamış, babamın ödü patlamış, verdiler. Ne düğün ne bir şey. Zaten sevmem. Gelinlik sevmem. Evlendim. Baş asistandı. Çok yakışıklıydı. Kağıthane’ye gelin gittim.

Anneniz size karıştı tamam, oğullarına nasıl davrandı peki?

- Onlar da annemin uygun gördüğü kadınlarla evlendiler tabii.

Anneniz kaç yaşına kadar yaşadı?

- 70 yaşına kadar yaşadı. Ve bir gün aynanın karşısında saçlarını tararken, öldü. Alışverişe çıkacakmış, evdeki yardımcı kadına, "Şurayı toparla, ben de saçımı tarayayım çıkalım" demiş ve aynanın karşısında güzelim bukleleriyle yere düşüvermiş. Kalpten gitti. Bütün o güzelliğiyle, bakımlılığıyla uçtu gitti.

Siz hep babanızı daha çok sevdiniz galiba?

- Hayır. Babam da mesafeliydi bizle. Ben acırdım onlara. Hálá çok acırım. Biri bir yerden kopmuş, öteki binbir sıkıntıyla yaşamış. Beş tane çocuk yapmışlar, oldukça bir zenginlikle başlayan hayatları, ütücüler, aşçılar, hizmetçiler, vesaireler, hayli sıkıntılı bir yaşantıya dönüşmüş. Pardon, babaanneyi anlatmayı unuttum!

O evde bir de babaanne mi var?

- Tabii, tabii. Babaannem anneme "Hanımefendi" diyor, annem de babaanneme öyle diyor. Düşünebiliyor musunuz? Acayip mesafeliler çünkü aynı erkeği paylaşıyorlar, babamı. İkisi de o eve gelene kadar bekliyorlar. Babam, annesine "tilki kardeş" derdi. Babaanem, gelini her an şikayet etmek ister, tetikte bekler. Ama tuhaftır son ana kadar, babam öldükten sonra bile bunayan babanneme annem baktı.

Peki siz nasıl oldu da, ailenizin istediği türden bir evlilik yapmadınız?

- Direndim. Kendim olmak istedim. Özgürlüğüme düşkündüm. Kimse bana karışmasın istedim. Destek falan da olmasınlar. Düşe kalka kendi yolumu kendim bulayım. Babam mesela İngiliz filolojisinde okumamı tavsiye ederdi, annem de süslenip püslenmemi... Ancak öyle zengin ve rahat edeceğim bir koca bulabileceğime inanırlardı. Ben de isyan ederdim, satılık mal mıyım diye? Benim kitabımda iyi koca bulmak için eğitimli olmak yazmaz. Ben kendim için, ülkem için, etrafımdaki insanlara faydalı olmak için iyi eğitim görmem gerektiğine karar verdiğimde, henüz 12 yaşındayım. O yüzden doktor oldum...

SEÇİMDE KİME OY VERECEĞİMi BİLEMİYORUM TÜRKİYE’NİN EN BÜYÜK SORUNU BU

Tandoğan ve Çağlayan mitinglerinden sonra, kendinizi vazifesini yapmış biri gibi hissediyor musunuz?

-
Yoooook olur mu hiç? Daha yapılacak bir sürü işimiz var. Daha, seçimi toparlamak lazım. Bu sosyal demokratların kopukluğu, Baykal direnmesi. Valla, işimiz zor. Türk siyasetinde müthiş bir benlik savaşı var. Asıl onu aşmak gerekiyor.

Birleşebilecekler mi sosyal demokratlar?


- Başka çözüm mü var Allah aşkına? Ama birleşebilecekler gibi de görünmüyor. Ben de herkes gibi kara kara, nasıl olacak diye düşünüyorum.

Mitingde "Ne şeriat, ne darbe" diyordunuz, muhtıraya karşı mısınız?

- Tabii ki değilim. Çünkü o, bir muhtıra değil! Abartıyorlar. 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı’nı gölgelemek için, bir "kutlu doğum haftası" icat edildi. Neymiş? 23 Nisan, Peygamberimizin doğum gününe denk geliyormuş. Bu vesileyle, çocukları sarıp sarmaladılar, ilahiler okuttular. Ordu da bu tür meselelerde çok hassas. Bu yüzden muhtıra verildi. Ertesi gün Milli Eğitim Bakanı televizyonlarda, "Valla biz yapmadık! Belki Diyanet’tir" dedi. Diyanet "Alakamız yok" dedi. Anlaşıldı ki, Hizbullah’a bağlı bir dernekmiş. Kimse farkında değil. Allah’tan ordu var, onlar görüyor, vazifelerini yapıyorlar. Biz de buna sevineceğimize, söyleniyoruz. Bunu darbe çağrısı gibi algılıyoruz. Çok kızıyorum buna. Çünkü orduya zarar vermeye çalışıyorlar. Der Spiegel’den de geldiler, onlara da söyledim, "Bizim insanımızda Çankaya’ya ve askere karşı müthiş bir saygı vardır" dedim, "Bunu korumamız lazım." Evet, Türkiye daha önce darbelerden çok çekti, ama bu yaşadığımız darbe filan değil. Haklı bir uyarı...

Anayasa Mahkemesi’ne baskı yapıldı diyorlar, light darbe, soft darbe diyorlar..

- Hayır efendim, böyle düşünenler oportünist ve kötü niyetli. Ordunun böyle bir niyeti yok, olamaz da.

Siz AKP’ye toptan karşı mısınız? Aralarında hiç mi uzlaşabileceğiniz insanlar yok?

- Olur mu? Yarısından fazlasıyla anlaşırım. Öğrencilerim, tanıdıklarım var aralarında. Zaten toplama bir parti. Ben, Milli Görüşçülere karşıyım. Ben, sen, bizim oğlan mantığına. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Meclis Başkanı onlardan. Yok artık!

Peki ya örtünme meselesi?

- Mitinge gelenlerin yarısı başörtülü kadınlardı. Hatta evde temizlik yapıyordum bir gün önce, yardımcım dedi ki, "Yarın biz de geliyoruz. Topluca." "Çok iyi edersiniz tabii ki gelin" dedim. Onlar başka, militan türbanlılar başka. Bizim söylediğimiz türbanı siyasete alet edenler.

Peki ya AKP, Milli Görüşçü unsurlarından arınırsa...

- Bakın, ben hiçbir zaman demokratik yollarla gelen bir partiye karşı olamam. Ama ben, dindar bir Cumhurbaşkanı da istemem. "Cumhuriyeti yok edeceğiz, laiklik de neymiş" söylemlerini ağzına almış insanlara güvenmem.

Gül’ün eşi türbanlı olduğu için mi bu kadar sert tavır koyuyorsunuz?

- Evet, Atatürk’ün Çankaya’sında Milli Görüş sembolü bir türbanlıyı onaylamamız olanaksız.

Bu ülkede iki farklı anlayışın birbiriyle uzlaşması mümkün mü?

- İki farklı anlayış filan yok ki. Radikal İslam’ı oturtmaya çalışan militanlar var, o kadar. Geri kalan herkes birbiriyle anlaşır, kimse merak etmesin.

AB’ye de karşı mısınız?

- Değilim tabii. Dünyada yaşıyoruz, uzayda değil. Gayet tabii Avrupa ile birlikte olmamız gerekiyor. Ama öncelikle bizim kendimizi geliştirmek için çaba sarf etmemiz gerekiyor. 100 bin öğretmen açığımız varken, 35 bin okula karşı 75 bin camimiz varken, 1 milyon okula gidemeyen kız çocuğu varken, 6 milyon okuma yazma bilmeyen kadınımız varken... "AB, bize yardım etsin de bunları çözelim" diye düşünmemeliyiz. Eğitimli insan gücümüzü geliştirirsek, Avrupa zaten bize gelin diye yalvaracak.

Seçimde kime oy vereceğinizi biliyor musunuz?

- Maalesef, Türkiye’nin en büyük çıkmazı bu...
Yazarın Tüm Yazıları