Annem, ismimi Orhan koydu, çünkü...

BİLİYORUM, iflah olmaz bir şeyim. Orhan Pamuk'un 350 sayfalık kitabını çok sevdim ya, ona dersimi çalışarak gittim ya, tonla soru sordum ya, pek çok şey öğrendim ya, istiyorum ki bütün konuştuklarımızı yayınlayayım.

Ama olmuyor. Ya da bundan sonrası açgözlülük oluyor! Daha ne kadar yazabileceğim? Ama mesela, Flaubert'in İstanbul kerhane ziyaretini anlatmak isterdim. Dünya edebiyat tarihine geçmiş yazar, İstanbul'a gelmeden frengi oluyor. Kente geldiğinin ikinci gününde, dostlarına yazdığı mektuplarda ‘‘Her sabah ve akşam zavallı ç..... ilaçlar sürüyorum, kimbilir nereden kaptım’’ diyor. Diyor ama Galata'da bir kerhaneye gitmekten de kendini alamıyor! Çevirmen-rehber, onu o kadar pis bir yere götürüyor ki, Flaubert ‘‘İğrenç burası, çıkmak istiyorum’’ diyor. Evin Madam'ı pek alınıyor, misafirine, 16-17 yaşlarındaki kızını öneriyor. Fakat kız, Flaubert'in hasta olduğundan şüphelendiği için yalnız kaldıklarında, ona İtalyanca, önce organını görmek istediğini söylüyor. Orhan Pamuk'un kitabında aktardığına göre Flaubert, bu anı, sonradan şöyle yazıyor: ‘‘Yaramı görmesinden korktuğum için, hakarete uğradığımı söyleyerek terk ettim orayı!’’ Ne var ki, aynı Flaubert, Kahire'de bir hastanede Batılı gözlemci olarak, pantolonlarını indirip frengi yaralarını gösteren hastaları dikkatle seyretmiş ve gördüklerini defterine kaydetmiş. Yani Doğu'ya inanılmaz manzaralar görmek, hatıralar edinmek kadar başkalarının hastalığını ve tuhaflığını da görmeye gelmiş. Ama bunu yaparken kendi tuhaflığını göstermeye hiç niyeti yok! Söylüyorum, insan ‘‘İstanbul Hatıralar ve Şehir’’ kitabından hem Orhan Pamuk'un hem de İstanbul'un gizli kalmış hikayelerini öğreniyor...

Bu yazdığınız kitaba, 21 yıllık bir iç yolculuk diyebilir miyiz?

- Elbette. Kitabı yazarken, geçmişi hatırlamak beni mutlu ediyordu. Ve itiraf etmeliyim ki, yazarken geçmişi hatırlamanın bütün zevklerini kötüye kullandım.

Bir yerde ‘‘Ey okur. Ben sana dürüstlük göstereyim, sen de bana şefkat!’’ diyorsunuz. Ne bu? Pazarlık mı? Bir başkasının şefkatini hesaba katmadan cesur olamaz mısınız? Fazla üzerinize gelirlerse çark mı edersiniz?

- Çok cesur olduğumu iddia etmiyorum ki! İddialı olduğum tek şey, metnin güzelliğine bağlılık. Üzerime gelirlerse bilmiyorum...

Matematikten, müze evlerden, resimsizlikten, ailedeki pozitivist erkeklerden, bulmaca çözmekten, halılardan, edebiyatsızlıktan neden nefret ediyorsunuz?

- Bunlar hálá sevmediğim şeyler. Çocukluk dünyam, tam da bunlardan oluşmuştu. Ve ben tüm bunlara tepki göstererek kendimi yaptım. Sevmiyorum. Sevmemek de bana normal geliyor...

Kitap, ressam olmaktan vazgeçip, romancı olmaya karar vermenizle bitiyor. Birebir gerçeği yansıtıyor mu?

- Evet. Yıl olarak, sahne olarak hissettiğim endişeleri birebir yansıtıyor. Kitabımın başka yerleri gibi gerçeğe uyuyor.

Bu kararınızda ilk aşkınız ‘‘Kara gül’’ün payı yüzde kaç?

- Az. Ama tabii şu var: ‘‘Kara gül’’ ya da başka kadınlar tarafından beğenilmeme endişesi, ressam ya da yazar olmamı kötü etkileyen şeyler. Gençken, ister istemez insan ‘‘Sanatçılar para kazanmaz. Onlar ezilir. Kenarda kalır’’ gibi şeylere inanıyor. Ve korkuyor.

Anneniz ve ilk aşkınız da -neredeyse- sarhoş ve fakir bir ressam olacağınızdan emindi. Onlara inat, siz dünya çapında tanınan bir yazar olduğunuz. Kendinizi herkesten intikam almış gibi hissediyor musunuz?

- Yok hayır. Otobiyografilerde bazı sorunlardan bahsetmeniz, onları hálá yaşıyor olduğunuz anlamına gelmez. Annem ve ilk sevgilim, genel bir kamuoyunun sesini dile getirdiler. Çok az insanın çevresi ‘‘Yazar ol!’’ der zaten. Genellikle, anasının babasının ‘‘Yazar ol!’’ dediği de yazar olmaz. Binde birdir. Abdülhak Şinasi Hisar'dır bir örnek. Yazar olsun diye oğullarına Abdülhak Hamit'le Şinasi'nin adını birleştirip vermişler. Adam da yazar olmuş!

Peki anneniz, size acıyıp, isminizi Orhan yerine Osman koysaydı, kaderiniz değişir miydi!

- Bizim ailede, çocuklara padişah isimleri koymak, babaannemin hoşuna giden bir şeydi. Murat, Selim ve saire. Annem, bana biraz da tuhaf ve gülünç gelen imparatorluğu kaybetme derdi ve küçük kalabalık bir aileye sahip olma keyfi arasında gidip gelen bu padişah ismi şakasına değinerek, günün birinde şöyle dedi: ‘‘Adının Orhan olmasını ben istedim. Çünkü padişah Orhan öyle fazla tantanalı, gösterişli, ilgi çekmek için çırpınan bir insan değildi! Büyük işler peşinde koşmadı. O sıradandı...’’ Türkiye'deki bütün orta sınıfta vardır benzer bir endişe: ‘‘Aman alçakgönüllü ol, vitrine çıkma, etrafta fazla gözükme, dikkat çekme!’’ Ben bu endişenin, yaşadığımız kültürü körelttiğini düşünüyorum. Zaten annemin bu seçimi yapmasına neden olan temel düşüncesiyle hayatım boyu mücadele ettim. Yine de, ismim çok belirleyici değil. Osman olsa da bir şey değişmezdi...
Yazarın Tüm Yazıları