Bu ülkenin insana sunacağı sürprizlerin haddi hesabı yok. Hele Ege'nin! Bir köşeyi dönersin karşına deriiiin bir uçurum çıkar, bir dönersin yemyeşiiiil bir ova. Zeytinlikler.
Yakıcı bir güneş. Uzun gölgeler. Hafif bir meltem. Ah Ege, ah! Ve inanılmaz bir insan malzemesi. Durduk yerde. Yiğiter sayesinde. Bu güzel adamı tanıdım mesela. Ege'ye aşık Ege'yi. Ege değil adı aslında, Andreas. Soyadı da Wildermann. Ama benim konuştuğum adam, ne münasebet, tamamen Ege Derman! Çoğumuzdan çok daha güzel, sağlıklı ve doğru anlatıyor bizi. Bugün de karşınızda işte o sürprizlerden biri...
HAMİŞ: Eğer böyle süpriz hayatları olan tanıdıklarınız varsa, beni haberdar edin, başımın üzerinde yerleri var.
Ege Derman kim?
- O benim... Nomen est Omen.
O ne demek?
- Latince bir deyiş: ‘‘İsmin, kaderindir.’’ Ege Derman da, Andreas Wildermann'ın kaderiydi...
Peki Andreas Wildermann kim?
- O da benim!
Bu ikisi nasıl birleşti?
- Türk vatandaşlığını almak için iki kez resmi makamlara başvurdum: 94'de ve 97'de. İkisinde de reddedildim. Ama yılmadım. 98'de yine başvurdum. Sanırım bu sefer onlar yıldılar! 2001’in Ekim'inde alındım. Kanunlar gereği, bir de Türk ismi edinmem gerekiyordu, ben de Ege Derman oldum...
Neden bu ismi seçtiniz? Özel bir sebebi var mı?
- Ege'yi çok seviyorum. Sadece antik kültürün merkezi olduğu için değil; insanıyla, iklimiyle, yiyeceğiyle, içeceğiyle bana hitap ettiği için. Özdeşleşebileceğim bir yer Ege. Ege deyince... Düşünsene, tekne, deniz, balık, şarap, ot, radika, turp, şevketi bostan; dikensi bir bitkidir, yolda görsen korkarsın, kafanı bile çevirip bakmazsın, ama koyun etiyle bir haşlamalı yemeği yapılıyor ki enfes!.. Sonra cibez, o da yabani karnıbahargillerden ve tabii zeytinyağı... İlk rekoltem 55 kilo! Üstelik Alaçatı'daki kendi zeytinlerimden. Kendi zeytinyağımı kendim yapıyorum. Daha ne olsun? Yani Ege ismini almak için her türlü gerekçem var! Soyadıma gelince Wildermann'ın son iki hecesi DER MAN. Almanca erkek anlamına da geliyor. Ayrıca doktor olduğum için, kendimle dalga da geçtim: Ben Ege'nin derman dağıtan doktoruyum dedim!
Sarı kafa bir Alman veledi olarak, Türkiye'ye geldiğinizde bunun ayrımına varacak yaşta mıydınız?
- Yok canım. Henüz 7 yaşındaydım. Ama sarı saçlarımın farklılık yarattığını hemen anladım. ‘‘Sarı kavun’’ diye anılıyordum. Ya da ‘‘Ando.’’ Müthiş bir ilgi. Hoşuma da gidiyordu. Babam, Goethe Enstitüsü'nün İzmir şubesini kurmak üzere Türkiye'ye tayin edilmişti. Annemin de etkisi var tabii. Resmen baskı kurmuş babamın üzerinde: ‘‘İzmir'e gidelim... İzmir'e gidelim...’’
Neden?
- Çünkü annem, İzmir'de doğmuş. Onun babası, benim dedem yani, şahane, maceracı bir adammış, 1890'da şarap üretmek üzere İzmir'e geliyor ve vuruluyor bu kente. Adı Ernst Glock, kendisi bugün İzmir'de gömülü. Bu şehre tarifi zor bir bağlılığımız var yani. Annem yıllarca Almanya'da yaşamasına rağmen, İzmir, onu hep çağırıyor. O da sonunda babamı ikna ediyor ve İzmir'e geliyorlar. İyi ki de gelmişler. Benim de hiçbir zaman ‘‘Asıl vatanım Almanya. Bir an önce oraya dönmem lazım!’’ kaygılarım olmadı. Baksanıza, 21 yıl orada yaşadıktan sonra ben de tekrar İzmir'e geri döndüm...
Peki herhangi bir uyum zorluğu, yalnızlık hissi... Küçüklüğünüzde yani...
- I-ıh. Herkes ‘‘sarı kavun’u bağrına bastı. Bornova İlkokulu'nda okudum, hem tip hem köken olarak tek yabancı bendim. Üstelik tek kelime Türkçe bilmiyordum. Ama 6 ay içinde su gibi öğrendim.
İZMİR’İN YEŞİL BORNOVA’SI
Çevrenize uyum sağlamakta hiç zorluk çekmediniz...
- Yok canım. İnsan çocukken çok daha uyumlu oluyor. O ‘‘kıllık’’, yani adaptasyon zorluğu, yaşlandıkça başlıyor. Son derece aktif, yaramaz ama aynı zamanda çalışkan bir çocuktum. Babam zaten sürekli Goethe'deydi, sabah 8 akşam 11. Annem de Ege Üniversitesi'nde Almanca okutmanıydı...
Ailenizde Türkçe'yi en hızlı öğrenen...
- Ben tabii! Güya babam, filoloji mezunu, 200 kelimeyle sınırlı kaldı Türkçesi. 7.5 yaşından beri aksansız Türkçe konuşuyorum. Bornova'da iki katlı, bahçeli bir levanten köşkünde büyüdüm ben. Olağanüstü bir çocukluk... İzmir'in yeşil Bornovası... 20 bin nüfuslu şiir gibi bir banliyö... Şefkatli bir ilkokul öğretmeni, Güler Peker, bir markaydı, onun yetiştirdiği herkes kolej kazanırdı... Ve dersleri iyi olan, okul paydos olduktan sonra da, soluğu sokakta alan ben... Nasıl iyi olmasın çocukluğum? Hatırladığım tek sinir şey, babamın bana aldırdığı piyano dersleriydi. Çünkü o zaman eve girmem gerekiyordu. Her gün bir saat. Babam yan odada gazete okurdu, varlığını hissettirmek için de arada bir, o gazeteyi hışırdatırdı. Bu ‘‘Çalmaya devam et...’’ anlamına gelirdi. Bir saat dolduktan sonra, ‘‘Hadi bana eyvallah!’’, yine sokağa atardım kendimi...
Sizin hikayeniz, bir Türk çocuğun küçük yaşta Pekin'de yaşamak zorunda kalıp, ilkokula gidip, Çinlileşmeye başlaması gibi bir şey mi?
- Hayır çünkü Bornova oldukça Avrupai bir yerdi. Pekin'de olsan yadırgarsın da... Bornova'nın kozmopolit bir yapısı vardı: Giritliler, Trakya göçmenleri, Levantenler... Tatillerde bile Almanya'ya gittiğimde Bornova'yı özlüyordum. Arkadaşlarımı, evimi, kedilerimi...
Sonra?
- Sonra Bornova Anadolu Lisesi ve Ege Tıp... Bitirdim. Ama Alman vatandaşı olduğum için doktor olarak çalışma izni alamadım. 1930'lardan kalan böyle kanunlar var, yabancı doktorlar, çalgıcılar, dansözler, ayakkabı boyacıları, hemşireler, avukatlar vesaire kolay kolay çalışma izni alamıyor.
Eeee?
- Mecburen Almanya'ya, ‘anavatanım’a döndüm! İhtisasımı yaptım. Ondan sonra bir de gidip Münih'te kardiyoloji ihtisası yaptım. 11 sene boyunca da Münih'te muayenehane hekimi olarak çalıştım. Yani Almanya'da tam 21 yıl yaşadım. Ama bir türlü İzmir'deki günlerimi unutamadım. O pragmatik iletişim tarzına, insan ilişkilerine, toplumsal yapıya, gittikçe artan bireyselleşmeye, sağlık sektöründeki kesintiye, baskılara alışamadım. Alıştım da... Eğer bir tercih hakkım varsa diye düşünmeye başladım... Vardı... Niye olmasın? Türkiye özlemimi 90'lı yıllarda somutlaştırmam gerektiğine inandım. İlk iki dilekçe direkten döndü, ama üçüncüsünde Türk vatandaşı oldum.
Siz tam olarak nesiniz? Türk mü, Alman mı?
- Valla, Alman kökenli bir Türküm. Kültürel bir üst yapı olarak görüyorum Türklüğümü. Zaten toplumlar genetik olarak ayrışmıyorlar, kültürel olarak ayrışıyorlar.
Cinsiyet değiştirmek gibi bir şey milliyet değiştirmek, ya da bana mı öyle geliyor...
- Andreas, yine Andreas. Kişi olarak değişmiyorum ki. Sadece bir tercih yapmış oluyorum. Kendi yaşamımın merkezi olarak Türkiye'yi İzmir'i tercih ediyorum. Çelişki melişki de yaşamadım. Bir kere bu şehrin ışığı mutlu ediyor beni. Güneyde insanların hormonları canlanıyor. Yaşadığınızı hissediyorsunuz. İnsanlar arası ilişkiler sıcak. İşimi burada çok severek yapıyorum. Muayenehanemi kafama göre düzenledim. Çalışma saatlerimi de öyle. Belki Almanya'da olduğundan daha az para kazanıyorum ama ne önemi var? Özel hayatıma istediğim kadar vakit ayırıyorum. Levha bile asmadım dışarıya. Duyan geliyor ya da birileri iç hastalıkları mütehassısı olarak beni refere ediyor. Derdim buranın hastalarla dolup taşması değil ki zaten, az olsun, öz olsun ve ben işimi iyi yapabileyim...
TÜRKİYE’DE YAŞAM KALİTEM YÜKSELDİ
Biz AB'ye girmek için kendimizi parçalarken, siz, çalışma izniniz kabul edilmediği halde Türkiye'ye girdiniz! Bunu nasıl izah ediyorsunuz?
- Elbette ki ekonomik açıdan AB'ye girmek faydalı bir şey. Ama Almanya'da oturanlar da oradaki yaşam tarzından şikayetçi. Beton gibi yaşıyorsun. Sabahın köründe kalkıp, gün boyu nefes almadan çalışıyorsun ve akşamları iki aptal diziye bakarken uyuyakalıyorsun. Bu mu hayat? Tabii ki sosyal haklar, işleyen bir sağlık sistemi var.... Yine de mutluluksa önemli olan, ben İzmir'i alayım... O çalışma iznini alamasam da İzmir'de yaşayacaktım. Yaptığım seçimle de yaşam kalitemi önemli ölçüde yükselttiğimi düşünüyorum. Bahçemle uğraşıyorum, çiçek dikip, çapa yapıyorum, zeytinlerime bakıyorum, hobilerime ayıracak vaktim var. Karşıyaka'da oturuyorum, yazları Alaçatı'ya gidiyorum...
Sörf filan mı yapıyorsunuz?
- Aman aman! Eksik olsun. Churchill'in kulakları çınlasın: ‘‘No sports!’’
Bir Alman olarak asla vazgeçemeyeceğiniz özellikleriniz? Bir Türk olarak asla vazgeçemeyeceğiniz özellikleriniz...
- Dakikliğim Alman. Beş dakika önce randevuma giderim. Ama ölene kadar çalışmamak Türk özelliğim. Niye emeklilik yaşını bekleyeyim? Randevusuz birinin evine damlamak da Türk özelliğim. Açıklık ve direkt yanım ise Alman. Bazen bu yüzden karşı tarafı kırabiliyorum da. Soğukkanlılığıma gelince Alman...
MARİA RİTA EPİK'LE 79'DA EUROVİZYONA KATILACAKTI
Lisede müziğe merak saldım. Arkadaşlarla bir müzik grubu kurduk. Orgcu ve vokalisttim. Progresif müzik yaptık. Kısmen klasik müzikten, kısmen Anadolu ezgilerinden. Derdimiz para kazanmak değil, alışılmış kalıpların dışına çıkıp, kafamıza göre müzik yapmaktı. Deneysel nota dizileri, armonilerin bol olduğu ritmler... 78'e kadar progresif yaptık. Sonra daha milletin dinleyebileceği şeyler yapalım dedik. 79'da 21. Peron olarak Eurovizyon seçmelerini kazandık. Maria Rita Epik'le. Fakat Ecevit, Kaddafi'ye yaranmak mı istedi nedir, o sene Türkiye Eurovizyona katılmadı, biz de İsrail'e gidemedik. Önümüzdeki günlerde tüm o yıllardaki kayıtların restorasyonu yapılacak ve Gökçen Kaynatanlar, Grup Bunalımlar, 21. Peron'lar, yani o zamanın aykırı ve avangard müzikleri CD'de toplanacak. İyi bir proje. Çünkü sadece tatlısu ezgilerinden ibaret değildir Türk pop müzik tarihi...
Hep Türk kadınlarını tercih ettim çünkü...
Türk kadınlarıyla aranız nasıl? Alman kadınlarıyla aranız nasıl?
- Ben taze boşandım. Eski karım Türk'tü. Almanya'dayken bile, sevgililerimin çoğu Türk'tü. Demek ki, bir şey var ki, ben hep Türk kadınlarını tercih etmişim...
Nedir o ‘‘şey’’?
- Daha az ‘‘ben-merkezci’’ Türk kadınları, sonra daha şefkatliler. Ortada bir problem varsa, kestirip atmıyorlar, iki kere iki dört eder demiyorlar. Daha esnekler. Buna karşılık daha sinirli oluyorlar. Alman kadınları daha ‘‘cool’’. Türk kadınları daha çabuk parlıyor, daha çabuk ağlıyor ve daha fevri. Ama bu da sana daha keyifli bir yaşam getiriyor. Yanındaki soğuk nevalenin teki değil, yaşayan biri. Tabii ki, üzülecek, kızacak, bağıracak... Ben gocunmuyorum. Tüm bunları yaşam kalitesi olarak görüyorum...