Alya’nın aklı Amekila’da kaldı

"Nereye gideceğiz?"

"Amerika’ya..."

Haberin Devamı

"Yaşasın! Ame-kila, Ame-kila... Orada ne var?"

"Bir sürü şey! Goofy, Mickey, Mini, Pluto ve Donald Duck... Hepsi ile tanışacaksın Alya!"

"Shrek?"/images/100/0x0/55eaca11f018fbb8f896d69c

"Tabii Shrek’le de..."

"Prenses Fiona?"

"Onunla da..."

"Ben en çok Peter Pan’i istiyorum, Tinkerbell’i bir de Kaptan Hook’u..."

"Ama bak söz ver, yol çok uzun, uslu duracaksın tamam mı?"

ALYA'NIN AMERİKA FOTOĞRAFLARI

*

Bir çocuk 16 saat Dubai-New York, 6 saat New York-Los Angeles, toplam 22 saat bir uçakta nasıl uslu durabilir?

"Gerilla taktikleriyle" diyor arkadaşım Demet.

"O seni şaşırtmadan, sen onu şaşırtacaksın!"

O tecrübeli tabii, iki çocuk annesi ve bu tür seyahatleri yaptı, biliyor.

"Yanında onu oyalayacak bir sürü şey olacak. Daha önce görmediği oyuncaklar. Sıkıldı mı başka bir şey çıkaracaksın, sonra başka bir şey, sihirbaz gibi... Abandone olacak... Mesela bir sürü sticker al yanına. Her yere yapıştırsın. Karışma, uçağın penceresine de yapıştırsın. Bırak her şeyi yapsın..."

"Tamam" diyorum, evdeki çekçeklerden birini Alya’nın oyuncak bavulu ilan ediyorum. Bir hafta filan alıyor içini doldurmam. Bir sürü eğlenceli şey. Fosforlu yoyo, fener, karanlıkta parlayan yıldızlar, puzzle, kitaplar, Örümcek Adam aksesuvarları, oyuncak tornavida, çekiç, matkap, bilumum vidalar... Böyle erkek oyuncakları onu büyülüyor. Boya kalemleri, oje, ruj, lolipop, Peter Pan kılıcı, plastik su tabancası, doktor çantası, plastik stetoskop, oyun hamuru, Lego, uçurtma bile vardı, daha ne olsun... Tabii ekstra kıyafetler... Çiş yaparsa diye, Allah vermesin ateşi mateşi çıkarsa diye, derece, ateş düşürücü, kabarır mabarır, bir şey ısırır diye alerjiye karşı ilaç...

Evet bu kadar teçhizatlı yola çıkmak gerekiyor, ne olur ne olmaz.

Bir de i-pod hediye ediyor Demet ona. "Yuh artık 3 yaşında çocuk!" diyorum, "E bunlar böyle bir jenerasyon. Bizim gibi değil ki, her şeyi daha önceden keşfediyorlar!" diyor, "Sevdiği şarkılar yüklenecek..." Talimatı hemen yerine getiriyoruz, Ali Baba’nın Çiftliği dahil klasik çocuk şarkılarını i-pod’una yüklüyoruz.

Planımız şu... Oyuncaklardan sıkıldı mı, i-pod’a geçeceğiz. Sıkıldı mı, çizgi filmler imdadımıza yetişecek. İzleyebileceği bir sürü film var uçakta.

*

22 saat planladığımız yolculuk 28 saat sürdü. Çocuğu bırak ben şiştim. Ne bu ya! Rötar Dubai’den başladı, Los Angeles’a vardığımızda 6 saati buldu. Ha yolculuk nasıl mıydı?

Alya sticker yapıştırmadık uçak penceresi bırakmadı. Peter Pan’i 132 kere filan seyretti. Sindrella’yı ve Arıları’ı da ihmal etmedi. Nemo’yu izlerken filmin başındaki bir sahnede çok heyecanlanıyor, köpekbalığı anneyi yerken, o sahneye bakamıyor, elleriyle gözlerini kapatıyor, "Seni de yemez değil mi madem?" diye soruyor.

Alya bu aralar, "çünkü", "madem", "eğer", "şöyle ki" gibi kelimelere takmış vaziyette. Bizden duyuyor olsa gerek. Cümle içinde kullanmaya çalışıyor, öyle komik oluyor ki...

Ama Allah’ı var kolay bir çocuk. Üzerine yemek döktüğünde hemen taşı gediğine koyuyor, "Bir şey olmaz anne" diyor, "Olmaz tabii" diyorum, tişörtünü değiştiriyoruz, bir şey olmuyor. Ağlama krizleriyle boğuşmak zorunda kalmadık yani. Tabii doktorun verdiği, bitkisel öksürük şurubunun katkılarını da inkar edemem. İçtikten yarım saat sonra uykusu geliyordu.

*

New York, Alya’nın erkekler tuvaletini keşfettiği kent!

Ben bavulları beklerken babası onu tuvalete götürüyor. Tabii kızlar tuvaletine götürmesi imkansız. Kadınlar ve erkekler tuvaleti gibi bir ayrım olduğunu öğrenince çok şaşırıyor. Onun okulunda böyle bir şey yok. Kapıdaki eteklikli kızla, pantolonlu oğlan figürüne bakıp kendi üzerindeki pantolondan mantık yürütüp erkekler tuvaleti gitmeyi tercih etmiş. Seyahat boyunca da pantolonlu tuvaletlere hamle yaptı.

*

Hoş bulduk Los Angeles. Hemen bir araba kiralıyoruz. Ve sonunda 28 saatlik akla ziyan bir yolculuktan sonra otele ulaşıyoruz.

The Standart Otel. Yıllardır bu şehirde yaşayan biricik arkadaşım Şebnem ayarladı, "Eğlenceli bir otel, seversiniz!" dedi.

Gecenin saat 2’sinde kapıdan içeri girdiğimizde ilk şoku yaşıyoruz, bangır bangır müzik çalıyor, içerisi hıncahınç insan dolu, tavandan şeffaf salıncaklar sarkıyor, sanki otel lobisinde değil, gece kulübündeyiz.

Ve Alya’nın gözü... Resepsiyonun hemen arkasında havada asılı duran bir cam tabuta takılıyor. İçinde aslında bikinili ama çıplakmış havasında bir kadın sırtüstü yatıyor. Ayla hayretler içinde, "O abla neden orada öyle yatıyor?" diyor.

"O bir tür dekor" diyorum.

"Dekor nedir?" diyor.

"Boş ver" diyorum.

"Ne vereyim?" diyor.

Meğer bu otel, dizi filmlerin çekildiği bir yermiş, 24 saat açık bir lokantası ve gece kulübü varmış. Mini etekli, daracık tişörtlü LA kızları ve solaryum yanığı suratlı erkekler... Bir çocukla gidilecek en son otel yani.

Odaya çıktığımızda daha komik bir şey keşfediyoruz, duvarlar kağıt gibi ince. Yan odadan da sevişme sesleri geliyor, Alya da durumu tuhaf bulduğu için bağırıyor: "Bu ses de ne!" Ve daha sonra Alya’nın bu cümlesi yolculuğumuzun sloganı oluyor, "Bu ses de ne... Bu koku da ne..."

Ses bir süre daha kesilmeyince Alya dönüyor, "Anne kız ağlıyor, yardım edelim" diyor. Neyse, sonunda zor bela uykuya dalıyor.

*

Los Angeles şehrinde pek bir şey yok.

Ama yakın mesafede şahane yerler var: Önce Santa Monica yapıyoruz, Muscle Beach, Venice... Hayat burada spor, güneş ve deniz olarak özetlenebilir. Hava güzel, evler güzel, insanlar sahilde spor yapıyor, bütün adamların üstü çıplak, herkes kaslarını gösteriyor. Müthiş bir sahil yolu, hafta içi olduğu için kalabalık da değildi, bisiklet kiralıyoruz...

Santa Monica’da iskelenin ucunda bir dönme dolap var, her yerden görünüyor. Alya’dan da kaçmıyor tabii, mecburen dalıyoruz. Lunaparkta her şeye binmek istediği için kriz yaşanıyor çünkü yaşı tutmuyor. "Hayır o büyükler için! Peki gel dönme dolaba binelim" Tepede korkuyor. Düşeceğiz ve köpek balıkları bizi yiyecek!"

Babası tüfekle atış yapıp pelüş hayvanlar kazanıyor. Çok seviniyor. Sonra kiralık arabamıza binip evimize dönüyoruz. Pardon otele.

*

Bir sonraki durak Universal Stüdyoları...

Benim için çok heyecan vericiydi. Kişisel tarihime damgasını vurmuş bütün filmlerin çekildiği stüdyoları gördüm. Bütün o sokakları, evleri, binaları, mahalleleri hatırladım, tanıdım.

Alya için durum daha değişikti tabii, Shrek ve Scooby-Doo ile tanıştığı yerdi. Shrek’le tanışmak için kendisini çok hazırlamıştı. Ama karşısında görünce, dondu kaldı. Gerçekti, canlıydı, eliyle tutabilirdi, dokunabilirdi... Çocuğa bir kal geldi.

*

Asıl şok Disneyland’de yaşandı. Birdenbire kendisini bir çizgi filmin içine girmiş gibi hissetti. Bunca zamandır ekranda gördüğü her şey yanı başındaydı.

Kafasını sağa veya sola her çevirdiğinde karşısında bir çizgi kahraman... Biri o köşede, biri bu köşede. Diğeri yoldan geçiyor, öbürü bisiklete binmiş el sallıyor. Hepsinin de önünde inanılmaz bir imza ve fotoğraf kuyruğu...

Bütün o kuyrukların hepsine giriyoruz. Kolaysa girme, kıyameti koparıyor, kendini yerlere atıyor. Hiçbir çocuğun ve anne babanın diğerinden farkı yok, saatlerce güneşin altında o kuyruklarda bekliyoruz. Sıra Alya’ya geliyor, Mickey Mouse’un karşısına geçiyor, hiçbir şey söylemeden durup yüzüne bakıyor. Bir utanma, bir şaşırma, bir hayret... Fotoğraf çekiyorum. Sonra Mini, sonra Donald, sonra Goofy, sonra Pluto, sonra Sindrella... Ne kadar çizgi kahraman varsa...

"Hadi artık bitti gidiyoruz..."

"Hayıııııııııııır! Bak Kaptan Hook orada..."

Birlikte fotoğrafları çekildikten sonra, "Aslında kötü biri değilmiş, bana iyi davrandı!" diyor.

"Anne bak, Tinkerbell ve Peter Pan!"

*

Bir süre sonra fark etti ki bazı daha büyük çocuklar, bir defter uzatıyorlar ve çizgi kahramanlara bir şeyler yazdırıyorlar, "Ben de istiyorum" dedi. Beni her köşede bulunan para tuzağı dükkanlara soktu, o defterlerden aldırdı ve sil baştan bütün o çizgi kahramanları tekrar dolaştık. Bu defa imza için. O imzanın ne işe yaradığını bilmiyordu, ama olsundu, ama çok mutluydu. Alya’yı zor bela Disneyland’dan kazıyoruz.

Şimdiki durağımız hayvanat bahçesi. Asıl iyi olanı San Diego’daki.

Yaşadığımız ilginçlik şu, bir gün önce Disneyland’de gördüğü çizgi kahramanların içinde aslında canlı insan olduğunu biliyor. Yaşadığımız felaket şu, hayvanat bahçesindeki hayvanların da içinde insan var zannediyor.

Özellikleri gorillerin. "Gözlerine bak, insan gözleri... İçinde insan var..." Olmadığını anlatması biraz zor oluyor!

*

Biz Los Angeles, San Diego ve San Francisco yaptık.

Esas olarak da Alya için çalıştık. Disneyland, Universal Studios, Los Angeles ve San Diego Hayvanat Bahçesi’nden sonra sıra Legoland’de. Vayyyy. Bizimki yine kendini kaybetti. Her şeyin legodan yapıldığı bir büyülü bir ülke.

Orada da "Boyu kısa" diye sinir oldu. Boyu kısa değil aslında ama eğer 44 inch’ten (111 cm) daha kısaysan binemediğin, giremediğin, uçamadığın yerler oluyor. Tutturdu: "Boyum ne zaman uzayacak?" diye. Allah’tan cevabı basitti, uzadığı zaman... Bizimki 40 inch’ti. "Dört inch sonra gel!" dediler.

Binebildiklerinde, baktı ki herkes elini kaldırıyor ve bağırıyor, o da aynısı yaptı, tadını çıkardı, keyfini sürdü. Ve gördüğü her dükkanda bir şey istedi. İşte o gerçek bir sorundu, çünkü etrafta tonlarca oyuncak vardı, koparmak biraz zor oldu...

Sıra Sea World’de. O da San Diego yakınlarında. Adından da anlaşılacağı gibi deniz hayvanlarının yaşadığı bir cennet. Yunuslar, balinalar, foklar, köpekbalıkları, kaplumbağalar, penguenler... Çok ama çok güzel bir yer. Bir tam gün ayırmak gerekiyor.

Bu defa da otele baygın vaziyette dönüyoruz.

Gündüz haşır neşir olduğu karakterler, geceleri de ona rüyasında iade-i ziyaret yapıyorlar.

Küçük çocuklarda mülkiyet duygusu kuvvetli oluyor, uçakta bavulları bagaja verdik diye, kiralık arabayı iade ettik diye abartılmış bir ayrılık sorunu yaşıyoruz. Bir süre kullandığı her şeyi sahipleniyor. Oteller dahil. Kaldığımız her yeri kendi evimiz zannetti.

*

Ben yol severim, arabayla yol yapmayı severim. Babamla da böyle güzel anılarım var. Aile olmanın ideal unsurlarından biri gelir... Hele yol güzelse.

Los Angeles’ı San Francisco’ya bağlayan yol 101. Bir de sahil yolu var. Olağanüstü güzel bir yol. Denizin dibinden gidiyorsunuz. Biz işte o yolu yaptık. Santa Barbara ve Carmel’de konakladık. Carmel, bir zamanlar aktör Clint Eastwood’un belediye başkanlığı yaptığı kasaba. Bütün bu seyahat boyunca en beğendiğim yer oldu. Müthiş bir yer. 17 Miles diye bir doğal park var, "Ben burada ölmek istiyorum" dedim. Kayalık ve dalgalar, müthiş güzel evler, acayip bir doğa ve çok güzel dev ağaçlar. Carmel aynı zamanda butik otellerin olduğu bir göl bölgesi. Bir gün yolunuz oralara düşerse, mutlaka gidin.

*

Merhaba San Francisco. San Francisco da bu seyahatin favori yerlerinden biriydi. Amerika gibi değil, bir Avrupa şehrini anımsatıyor. Derli toplu. İnişli, çıkışlı çok güzel evlerin olduğu, sıcak, estetik harikası bir şehir. İnsanı ürkütmüyor, üzerine üzerine gelmiyor, tam tersine kavrıyor, kucaklıyor. Bayıla bayıla yaşanacak yerlerden biri daha.

Şehrin altını üstüne getirdik, Alya bir yokuşlara bayıldı, bir de tramvaya...

Hayatının ilk pavuryasını ve istiridyesini de orada yedi. San Francisco’yu ve karşı kıyısındaki bizim Bebek semtini hatırlatan küçük sahil kasabası Sosito’yu çok sevdi.

Tatil bitti, döndük.

Ama Alya’nın aklı Amekila’da kaldı...

Yazarın Tüm Yazıları