Pazar ilavede yayınlanan ‘‘Oğlum intihar edeli bir yıl oldu’’ başlıklı röportaja çok tuhaf tepkiler aldım.
Üzüleyim mi sevineyim mi bilemedim.
Tek bildiğim, yapılan yorumların alışılagelmişin dışında olduğu...
Hem olumlu hem olumsuz tepkiler var.
‘‘Şimdi manası var mıydı böyle şeyleri yazmanın!’’ diyenler elbette mevcut. Belki de onlar çoğunluk. İçi kararanlar, çok sert olduğunu düşünenler, okumadan geçtiğini ekleyenler, zarif bir biçimde ruh hastası olduğumu ihsas edenler, saçma sapan işlerle uğraştığımı söyleyenler...
Haliyle büzüyorum.
Bu fiili kullanmak ayıp mı?
Ama kullandım artık.
Konuşur gibi yazdığıma göre mazur görürsünüz.
Diye umut ediyorum.
Ama aynı zamanda çok yakalandığını itiraf edenler de var:
‘‘Genellikle önümüze hayatın, bağıran kırmızı renklerini dayıyorsunuz! Ama arada sırada grilerden ve siyahlardan söz edilmesinde bir mahzur yok. Hatta iyi geliyor. İnsana, ‘Evet, böyle öyküler de var, onları yok sayamayız' dedirtiyor. Daha önce de bir benzerini yapmıştınız. Aşk hastalığına kapıldığı için yürüyemeyen, duyamayan bir çocuğun hikayesiydi. Belki de bu tür röportajları ortak bir başlık altında toplamakta fayda var. Adı ‘Karakutu Öyküleri' olabilir mesela’’
Bu da bir fikir tabii.
Kimbilir, olabilir.
Bu arada tahmin edersiniz ki, çocuğu intihar eden pek çok aileden telefon ve e-mail aldım. Röportaj yaptığım anneyle temasa geçmek istiyorlar, bu acıyla başetme yolunu konuşarak, paylaşarak hafifletmenin yollarını arıyorlar.
Gazetecilik kolay meslek değil.
Benim de boyum herkesten uzun değil!
Ben de hasar alıyorum.
Takdir edersiniz ki, ağlayan insanları telefonda dinlemek, o hikayelere muhattap olmak, kolaylıkla altından kalkılabilecek şeyler değil.
Ayrıca psikolog falan da değilim.
Sadece dinliyorum.
Ama önemli olan herkesin birbirini dinleyebilmesi.
Önerilerden biri de şuydu:
‘‘İntihar ya da başka bir nedenle genç yaşta kaybeldilen insanların yakınlarını bir araya getirecek bir ortam oluşmasına ön ayak olabilirseniz pek çok insana faydalı olursunuz’’
Evet, olmak istiyorum.
Aklıma şöyle bir şey geldi:
Nasıl ADSIZ ALKOLİKLER var, pekala ADSIZ AKRABALAR da olabilir...
Ve onlar biraraya gelip birbirlerini dinleyebilirler.
Böyle bir talebiniz varsa bana bildirin.
Ben de bu konuda aktif rol oynamak isteyen bir kaç kişiye bildiririm. Kimbilir, belki işe yarar. Hatta, uzmanlar, yetkililer de araya girer, doğru düzgün bir şey olur.
Aklınızda bulunsun.
Yalnız değilsiniz
Genellikle tersi olurdu.
Ben bir şeyler yazardım, okuyanlar yalnız olmadıklarını çıkartırlardı.
Bu defa tersi oldu.
Anneannemin hikayesini anlattım.
Okurlardan bana Omi'nin de benim de yalnız olmadığımızı anlatan mail'ler geldi.
Hiç de tekil bir şey değil demek ki... Buyrun, Melda G.'nin mail'ini okuyun:
* * *
Kendi anneanneniz için üzülürken, bir başkasının benzer sorunlarını dinlemenin acınızı daha da arttıracağını düşünüyorsanız...
Yazdıklarımı okumayı acilen kesebilirsiniz!
Ben sadece bu sorunu yaşamış olan nice insandan biri olarak dünyada yalnız olmadığınızı anlamanız için kendi deneyimlerimi sizinle paylaşmak istedim.
Babam da, anneanneniz gibi bunamıştı. O da Alzheimer değil, ‘‘demans’’ hastasıydı. Hastalığı iki yıl önce unutkanlık, konuşma zorluğu gibi belirtilerle kendini göstermeye başlamıştı. Ama yine de günlük hayatını sürdürebiliyordu. Günün birinde geçirdiği bir krizle aklını da yitirdi. Ve 72 yaşında 2 yaşındaki çocuk gibi bakılmaya muhtaç hale geldi. Kendisini bir huzurevine yerleştirmek zorunda kaldık. Bu tür hastaların alıştığı çevrede kalması gerektiğini bildiğimiz halde... Çünkü 24 saat denetim altında tutulması gerekiyordu.
Huzur evinde birkaç ay yaşayabildi, sonunda da kendisini kaybettik.
Bu bir kaç ay bana bir kaç yıl gibi geldi. Bu süre içinde babamın kendi çocuklarının bile adını söyleyemeyecek hale geldiğini, günden güne o eridiğini izlemek zorunda kaldık.
Günümüz tıbbı, bu tür hastalara oyalayıcı birkaç ilaçtan ve kendisine ve çevresine zarar vermemesi için uyuşturmaktan başka tedavi sunamıyor ne yazık ki...
Ülkemizde bu tür hastalarla ilgilenen kurumların sayısı son derece kısıtlı. Sosyal Hizmetler Ve Çocuk Esirgeme Kurumu'na bağlı olarak çalışan resmi ve özel kuruluşların listesine gözatacak olursanız (http//shcek.gov. tr/yasli/) bu ülke nüfusuna göre çok az olduğunu farkedeceksiniz. Devlet kuruluşları bu tür hastalara kesinlikle bakmıyor. Birkaç vakıf ve özel kuruluş çok zor koşullarda varlığını sürdürüp hizmet vermeye çalışıyor ama sayıları az.
Ben İstanbul'da yaşadığım ve evime yakın bir huzurevi bulabildiğim, bakım masraflarını da karşılayabildiğim için kendimi şanslı sayıyorum. Ama bu ülkede aynı imkanı bulamayan sayısız aile olduğunu da biliyorum. Bu tür hastaların profesyonel bir bakıma ihtiyacı olduğu halde, bazen maddi imkansızlıklardan, bazen yakında ilgili bir kurum bulunamayışından, bazen çevre baskısından (Hayırsız evlat! Bu yaşında ana babasını evden atıyor!) çoğunlukla bu konuda eğitimi olmayan yakınları tarafından bakılıyor.
Sayısız insan (çoğunlukla kadın) bu yüzden işinden istifa edip, en verimli yıllarını, hiçbir eğitim görmediği bu işi gönüllü yaparak geçirmek zorunda kalıyor. Ve bu durum da kendisinde ruhsal çöküntülere sebep olabiliyor. Kısacası ciddi önlemler alınması gerekiyor.
Ama bu ülkede hangi konuda gelecek düşünülüyor ki...
Derseniz haklısınız!
Bu yazıyı okuma zahmetine katlanmanız bile yeterli.
İçimi dökmek istedim sadece. Teşekkür ederim. (Melda G.)