Biriktiriyorum.
Neleri mi?
Küçük defterleri, kalemleri, fotoğrafları, güzel zarfları, ajandaları, aman Allahım ev ajanda dolu, bir de kablo, neye ait olduğunu bilmediğim kablo ve şarj aleti...
Atamıyorum.
“İyi şeyler de oluyor bu ülkede” cümlesini kurmak istedim. Çünkü o kadar kötü gelişme üst üste yaşanıyor ki, üzülmemek imkansız. Ama en azından şuna sevinebiliriz, bu ülkede, kadın cinayetlerinin önüne geçmeye çalışan, bunun için kafa patlatan, kararlı kadınlar var.
Çoğunluğu da kadın örgütlerinden.
Bence hepsi çok saygın kadınlar.
Onlara şapka çıkarıyorum.
Bugün de sohbetimize Can Dündar ve Erdem Gül olayıyla devam ediyoruz...
Can Dündar ve Erdem Gül için Başbakan ve Numan Kurtulmuş, “Tutuksuz yargılanabilirlerdi” derken, öyle olmadı, apar topar hapse tıkıldılar. Bu acımasız tutum neden?
-Tutuksuzu bırakın, yargılanmaları bile akıl alır gibi değil! Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin çok yerleşik bir içtihadı var. Bu artık lisans düzeyinde bile bilinir. Böyle bir haberi yapan gazeteci, toplumun en azından bir kısmını ilgilendiren bir haber yaptığı için, hiçbir şekilde suçlanamaz. Çünkü “haber” değeri var. Haber değeri olan bir bilgiyi de yayınlamak zaten mesleğinin gereği, gazetecinin yükümlülüğü...
Devletin bir kademesi buna “devlet sırı” diyor...
-E o zaman, bu sırrın sızmasını önlemek zorundaydı. Evet, devletlerin sırları olur. Dünyanın her yerinde olur. Ama eğer siz bu sırrı muhafaza edemeyip sızdırmışsanız, o sır da gazetecinin önüne kadar gelmişse, siz o zincirin halkalarına ulaşırsınız ama gazeteciyi bu sebeple suçlayamazsınız! Ha gazeteci bunun için bir özel çaba gösterip, para verip veya birinin bilgisayarına girip gizlice bağlanıp aldıysa o ayrı bir olay. Ama bir haber kaynağıyla önüne geldiyse, gazeteci suçlanamaz. Bu sebeple soruşturma bile açılamaz.
Daha henüz Can Dündar ve Erdem Gül’ün gazetecilik yaptıkları için tutuklanmalarını hazmedememişken, üstüne Tahir Elçi ve polis görevlilerinin, planlı bir şekilde, alçakça öldürülmesi geldi. Sadece barıştan söz eden, “Operasyon istemiyoruz” “Savaşlar, çatışmalar bitsin! Silahlar sussun!” diyen Diyarbakır Baro Başkanı’nın ensesinden tek kurşunla öldürülmesini, Türkiye Barolar Birliği Başkan Metin Feyzioğlu’na sordum...
Siz bu olayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Derin bir üzüntü içindeyiz! Böylesine kamplara bölünmüş, kutuplaştırılmış toplumlarda “köprü insanlar” olur. Kampları birbirine yaklaştırmaya çalışan ve bunun için çırpınan...
Tahir Elçi de onlardan biri miydi?
-Evet öyleydi. “PKK terör örgütü değildir” demesini kabul edersiniz, etmezsiniz. Ben bütün hayatım boyunca bunun tersini savundum. Ama biz Tahir Elçi’yle birbirimize bomba atmadık, silah sıkmadık. Birbirimizi anlamaya çalıştık. Köprü vazifesi görmeye gayret ettik. Aynı Tahir Elçi, “PKK terör örgütü değildir” dedikten sonra, PKK dahil olmak üzere kimsenin silaha baş vurmamasını, şiddet uygulamamasını ve insanları öldürmemesini istiyordu... Bunu söylemek cesaret işidir. Hele oradan bunu söylemek, ailesi Cizre’deyken daha da cesaret işidir! Tam öldürüldüğü yerin iki metre arkasında da o karşı çıktığı hendek var, örgütün kazdığı hendek. O hendeğin önünde “Silahlar sussun” diyor. Tahir Elçi’yi klavyesi başında, yerden yere vuranlar ve bir ölünün arkasından söylenmedik kötü söz bırakmayanların acaba kaçında bu yürek var? Kaçı bunu yapabilir? Kaçı, bu cesaretle, barışı, kardeşliği savunabilir? Bu yüzden Tahir Elçi, uçtaki bir isimden çok daha hedefti. Uçtaki insanlar, Türkiye’yi parçalamak isteyenlerin, kaosa sürüklemek isteyenlerin hedefi değil. Zaten kamplaşan bir ortamda, kendi kamplarından başka kimseyi öfkelendirmez onların ortadan kaldırılması. Her zaman köprüler hedeftir, Tahir Elçi gibi insanlar...
Bu cinayet, “Biz hukuk tanımayız” diyenlerin simgesel bir eylemi mi?
Salak salak Türkan Şoray’a bakıyorum. Gözlerimi ayıramıyorum. Aslında o anda ben, onun yüzünde, kendi çocukluğumu, Adana’daki açıkhava sinemalarını, film izlerken çekirdek yiyişimizi, annemin “Ne kadar ayıp, yere mi attınız, toplayın bakim!” deyişini, sevdiğim bütün Türk filmlerini, ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ı, onun sürmeli gözlerini, kısa eteklerini, şımarık ama tatlı gülümseyişini, babamla annemin gençliğini, eski günlerin o unutulmaz naifliğini, üstü açık Amerikan arabalarını, Boğaz’ın eski halini... Ay ölecem, bütün geçmişimi gördüm!!! Türkan Şoray bu işte...Hepimizin kişisel tarihi.
O, bir efsane. Efsaneye saygıda kusur edilmez. Ben de etmedim, acilen geçmişten bugüne, bu son çektiği filme, ‘Uzaklarda Arama’ya döndüm. Cuma günü vizyona girdi, Türkan Şoray’ın deyişiyle onu hayata döndüren film, neden olduğunu röportajı okuyunca anlarsınız... Mehmet Turgut’un stüdyosundayız, fotoğrafları Fethi Karaduman çekiyor, filmdeki kadın oyuncular da bizimle, her kafadan bir ses çıkıyor, sürekli gülünüyor. Ben çok sevdim Türkan Şoray’ı, hafif mahcupluğu, utangaçlığı ve naifliği hoşuma gitti, zihnimde muhafaza ettiğim kadar güzel ve özeldi... Kızıyla mutluluk içinde yaşaması ve üretmeye devam etmesi dileğiyle...
Dünyada her 8 kadından biri meme kanserine yakalanıyor.
Bir kısmının kanseri de metastaz yapıyor. Yani ileri evre, yani diğer organlara sıçrama ihtimali olan meme kanseri.
Evet, tehlikeli.
Ama umutsuz değil! Umut, hiç tükenmemeli! Bu hastalığın birinci ilacı umut! İşte Pfizer Onkoloji’nin, moda tasarımcısı Hatice Gökçe’yle birlikte gerçekleştirdiği, ‘İleri Evre Meme Kanseri Farkındalık Projesi’ bunu anlatıyor.
Bir umut çağrısı. “Biz de varız, yalnız değilsiniz!” demek istiyorlar.
Aslında Moda Haftası’nda bir defileyle bu sosyal projeyi taçlandıracaklardı. Ne var ki, Moda Haftası iptal oldu, defile de ileri bir tarihe ertelendi.
Elini uzattı, “Ben Musa Dede” dedi. İsim tanıdık geldi. Birden jeton düştü. “Nasıl yani?” dedim, “Siz bizim gazetede yazan Musa Dede misiniz?” Gülümsedi. Ben inanamadım. Musa Dede’yi yaşlı bir adam zannediyordum! Kimse bana bu kadar yakışıklı olduğunu da söylememişti. Bunu da ona direkt söyledim, kötü şeyleri de iyi şeyleri de içimde tutmam ben. Yine gülümsedi. Sonra o güzelim kahvehanede uzun bir sohbete daldık. Musa Dede’nin ‘Gölgenin Hakikati’ adlı kitabı Tuti Kitap’tan çıktı. Bu röportajı da o vesileyle yaptım. Beni etkileyen biri oldu, ondan bir sürü şey öğrendim. Cumaları Balat’taki Derviş Baba Kahvehanesi’nde tasavvuf dersleri veriyormuş, bir gün mutlaka gideceğim...
- İlginç bir hayat hikâyen var. Lari kim, Musa kim, Fakir kim?
- Hepsi benim! Lari olarak dünyaya geldim, sonra kendi isteğimle Musa oldum. Fakir’e gelince, insanın, Allah karşısında acziyetini bilmesinin bir ifadesi. Bunun bir itirafı...
Bildirinin üzerinde böyle yazıyor.
Kız öğrenciler her yere yapıştırıyorlar ve yardım istiyorlar.
Aynı zamanda sosyal medyadan seslerini duyurmaya çalışıyorlar.
Çünkü minibüsçülerin, dolmuşçuların ve çeşitli araçların yurt yolunda onlara uyguladıkları tacizlerden yılmışlar, bıkmışlar!
KİMSENİN KULAK ASTIĞI YOK
Bu nasıl bir rezilliktir!