Sadece marketler değil, pastaneler de full’dü.
Şu geçtiğimiz hafta sonu karbonhidrat yüklemesinden bir hal olduk, televizyon önünde simitler, börekler eşliğinde ne oldu-ne olacak endişeli bekleyişi içindeydik.
İlginçtir, bir taraf kendini yemeğe verdi, bir taraf da sporu tercih etti. Ter atarak kafayı boşaltmak... Benim gittiğim spor merkezi doluydu, bütün sezon hiç bu kadar iş yapmamışlar.
Bir alternatif daha var...
Bu konularda uzman Profesör Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın tavsiyesi: Çok çalışmak. Ben galiba en çok bu öneriyi uygulamaktan yanayım. Sizi sosyal psikolog Çiğdem Kağıtçıbaşı’yla baş başa bırakıyorum...
Ve bilge.
Ülkenin gelmiş geçmiş en değerli psikiyatri profesörlerinden biri.
Bence hayatın anlamını ve amacını kavramış biri.
En azından bana öyle geliyor.
Çok nadir röportaj veriyor.
Hatta, hiç vermiyor!
Ben şanslıydım bir, iki kere denk geldi.
Ondan çok şey öğrenim, Alya’nın doğmasına iki yıl kala sormuştum, “Aşk ne zaman gelir? Çağırınca gelir mi?”
Gözlerine bakar bakmaz sevdim. Neyse adı, enerji- menerji, elektrik tuttu. Adı Defne Suman. Siz de tanısanız seversiniz. Sonra Doğan Kitap’tan çıkan son romanı, ‘Emanet Zaman’ı okudum ve ona duyduğum sevginin sebepsiz olmadığını anladım. Sıkı bir edebiyatçı. Roman da çok sıkı bir roman. Defne Suman’ın ilginç bir hikâyesi var, doktorayı ve akademik dünyayı elinin tersiyle itip, dünyayı dolaşmış bir sosyolog o. Tayland, Laos, Hindistan ve Malezya’da yaşamış, öğretmenlik yapmış. Hepsini de yalnız yapmış. Bu arada, yogaya merak salmış, hoca olmuş, bu sefer yoga peşinden dünyayı dolaşmış. Aşkı da, Amerika’da Yunanlı bir adamda bulmuş. Onunla evli şimdi. Amerika-Yunanistan-Türkiye hattında yaşıyor. Ve sürekli üretiyor. Çok ışıklı, çok aydınlık ve çok yaratıcı bir kadın. Eski İzmir’i ve büyük İzmir yangınını anlattığı romanı kaçmaz! Çünkü bu yaşadığımız karanlık günleri daha iyi anlamamıza sebep oluyor. Bugünle paralellikler kuruyor ve kendimize şu soruyu sormamıza yol açıyor: “Biz de mi şu anda emanet zamanda yaşıyoruz?”
Sizi tanıyalım...
-İsmim Defne. Annem, yazar Sevgi Soysal’ın kızının isminden ilham almış. Babam da, “Uluslararası bir isimdir, gezerken kolaylık olur” demiş. O sırada ikisi de turist rehberi olarak çalışıyormuş. Ondan mıdır nedir ben hem çok okuyan hem çok gezen biri oldum.
Bu kaçıncı bomba...
Kaçıncı parçalanan insan, kaçıncı yitirdiğimiz can...
Hükümet ve cumhurbaşkanı, “Önlem alınamıyor! Önüne geçilemiyor!” diye eleştirenlere kızıyor, hatta eleştirenleri “terörist” ilan etmek için yollar arıyor.
Bin yıldır bu değişmedi bu ülkede, hiçbir hükümet hiçbir hatadan sorumlu değil!!!!
O yüzden de bu röportajı babası Niyazi Oktay'la yaptım, çünkü Zehra, otuz birinci ameliyatına girdi, bacaklarından alınan deri, vücuduna zımbalanıyor...
Peki neden bu durumda?Çünkü sürekli dövüldüğü, balkondan aşağı atıldığı, kulağı koparıldığı için boşanmaya kalktı.
Bu sefer de cani ruhlu kocası Gökhan Elber, “Ben bitti demeden bitmez!” deyip suratına ve bedenine kezzap attı.
Bir gözü olay sırasında eridi gitti, o günden beri hastanede, 85’ten 43 kiloya düştü, çünkü hastane enfeksiyonu da kaptı.
Ankara Kızılay’daki terör saldırısında hayatını kaybedenlerin öyküsü...
Okudukça, dinledikçe tarifsiz bir üzüntü, ağırlık, hatta suçluluk duydum.
Evet, suçluluk.
Çünkü bizim yerimize onlar öldü...
“Gerçek o kadar kötü ki... Konuşursam yer yerinden oynar!”
Erkan Petekkaya, iki yıl Star TV’de yayınlanan ‘Paramparça’ dizisinde başrolü paylaştığı Nurgül Yeşilçay için işte böyle diyordu.
Acaba Nurgül ne yaptı?
Öyle ya, yer yerinden başka türlü nasıl oynar?
Bir suç işlemiş olması lazım, bir kusurunun olması lazım.
Öncesi de var.
Dizinin akışı sırasında senaryoda yazılı olduğu gibi, Nurgül iki sevgilinin öpüşmesi gerektiğini söyleyince, Petekkaya, “Amma meraklıymışsın öpüşmeye! Sen zaten alışıksın böyle şeylere” dedi. Reddetti öpüşmeyi. Gerekçe de Anadolu’da muhafazakâr izleyicilerin rahatsız olacağı...
Ama ben böyle rahatlıyorum. Sağlıklı olmak için, hatta insanları ısırmamak için yürüyorum! Size de tavsiye ederim...
Tahammül edilmesi kolay bir kadın değilim.
Zorum, zor! Ama sanki siz farklısınız...
Hepimiz İstanbul’da kocaman bir tımarhanede yaşamıyor muyuz?
‘Kafası kesik tavuk’ gibi oradan oraya koşturmuyor muyuz?
Sürekli gerilmiyor muyuz?
Elektrik yüklenmiyor muyuz?