Paylaş
Man-yaaaaak. Yaşıyor, canlı, dinamik, fokur fokur... Bir sürü şey aynı anda oluyor. Her şey, sokakta cereyan ediyor. Saçlar sokakta kesiliyor, tıraş sokakta olunuyor, hatta diş bile sokakta çekiliyor!
Fotoğraflar: Emre Yunusoğlu
Milyonlar sokakta... Yaşıyorlar sokakta, binlerce insanın evi sokakta...
Dünyanın dokuzuncu büyük şehri... Dünyanın üçüncü büyük yerleşim yeri... Düşünün... Nüfusu 23 milyon! Ülke büyüklüğünde ayol! Ve İstanbul gibi, ince uzun değil, sıkışık, üst üste...
Zengin-fakir bir arada. Villa, gecekondu yan yana. Patron ve sokakta evsiz yaşayan da.
İnsan önce bir ‘n’oluyoruz’ oluyor. Burası, alıştığınız hiçbir yere benzemiyor.
HUZUR VEREN ŞEHİR
Steril yaşamayı seviyorsanız, sizi Helsinki’ye alalım, burası tam tersi...
Kimilerine göre ürkütücü, hatta vahşi... Çünkü turistik bir şehir değil...
Hindistan’ın kalbi... Ticaret merkezi, para burada dönüyor, Bollywood burada... Hayallerini gerçekleştirmek isteyenler buraya geliyor.
Ama sert bir şehir, sadece güneyi masalsı, kuzey “Anaaaa!” dedirtiyor...Çirkin olduğu bile söylenebilir. Ama ben Güney Mumbai’yi görür görmez, hatta koklar koklamaz bayılmıştım. “Aaaa ne güzel!” demiştim, “Kokan bir İzmir!”
Temizlik, bal dök yala sokaklar istiyorsanız, burası öyle değil... Ama beni buradaki hakikat büyülüyor. Ve sükûnet... Nasıl oluyor ben de bilmiyorum ama öyle...
Hayatımda görmediğim bir trafik var; İstanbul, Kopenhag kalıyor düşünün... Üç saatin yollarda geçiyor, klakson sesleri bir taraftan, vızır vızır etrafından geçen çekçek’ler diğer taraftan...
“Ay çarptııı!” diyorsun... “Ay öldü!” diyorsun... Neye, kime bakacağını şaşırıyorsun... Bazı yerlerde yol yok, yaya olarak “Bismillah” deyip kendini sokağa atıyorsun... Ama ölmüyorsun! ‘Organize bir kaos’ var burada.
Valla...
İnekler yolun ortasından yürüyor, keçiler dükkânların içinde yatıyor... Ve kardeşim, bu benzeri olmayan organize kaosun, her şeyin bir arada oluşunun, dinamizmin, renklerin, çeşitliliğin, güleryüzün, masumiyetin insana verdiği bir huzur oluyor...
YÜCE GÖNÜLLÜ İNSANLAR
Huzurlu bir yer yani!
Ve insanlar çok tatlı...
Öyle, vur ensesine al ekmeğini değiller. Uyanıklar ama sıcaklar, bir de galiba reenkarnasyon yüzünden, dünyaya tekrar geleceklerine inandıklarından sakinler... Takılmıyor sana, kıskanmıyor... Gözü yok. Öbür hayatta, nasılsa onun da olacak...
Yüce gönüllü insanlar... Şu an sokakta mı yaşıyor, olsun öbür gelişinde patron olacak.
Bir sürü dil konuşuluyor bu ülkede... Ama herkes İngilizce biliyor, 200 yıl İngiliz sömürgesinde kaldıkları için, üç cümle kendi dillerinde konuşuyorlarsa, dördüncü cümle İngilizce geliyor. Ve ilginçtir; 200’den fazla yıl başkalarının boyunduruğunda yaşamalarına rağmen, hep kültürlerini korumuşlar.
Bir sürü de din var burada, beni şoka sokuyor, aynı mahallede, hatta aynı sokakta Hindular, Hıristiyanlar ve Müslümanlar bir arada yaşıyor, hepsi bayramlarını, festivallerini dibine kadar kutluyor, sabahlara kadar sokaklarda dans ediyorlar.
Ve hiç arıza çıkmıyor!
Akıl alır gibi değil, biz aynı dinden olup birbirimizi yiyoruz.
Yani bir sürü konuda ‘aşmışlar’ aslında. İç zenginlik de bence böyle şey... İç güzellik de...
YEDİ ADA ÜZERİNE KURULMUŞ
Bu arkadaşların, sokakları filan pis olabilir ama içleri temiz ve güzel.
Hintli arkadaşlarıma laf edenlere, kafa atarım ona göre!!!!!
“Emre geliyoooooor” diye heyecan yaptım. Çünkü burası sanatçı olmayanı sanatçı yapar, fotoğrafçı olmayanı da fotoğrafçı... Bir fotoğrafçı da sevinçten çıldırabilir, nereye baksa fotoğraf çünkü, Emre’nin de seveceğine emindim...
Emre Yunusoğlu
THY ile uçtu, kocaman Akmerkez gibi Airbus’lar geliyor buraya, tedirgin olacak bir şey yok, sallamıyor bile... Altı saat sonra tık, burdasın.
Mumbai Başkonsolosumuz Sabri Ergen, çok ilgili bir diplomat, gerçekten buradaki her Türk’ün yardımına koşuyor. İki kültürü yakınlaştırmak için elinden geleni yapıyor.
Daha önce de yazdım, Türk dizilerinden dolayı burada havamız binbeşyüz. Hele bu hafta Mumbai Film Festivali var, Hintli arkadaşlarıma Çağan Irmak’ın ‘Unutursam Fısılda’sını anlattım, koşarak izlemeye gidecekler.
Şehir, yedi adanın üzerine kurulmuş. Kuzeyi, güneye See-Link diye bir köprü bağlıyor. Modern bir köprü, şehrin sembollerinden biri, millet köprüyü arkasına alıp fotoğraf çektiriyor, ben de yaptım tabii.
Burada herkes yoga yapıyor, pilatese gidiyor, evine masajcı çağırıyor, Ayurveda’nın ilmini yapmış arkadaşlar. Gerçi bir de Kerala diye bir bölge var, orası da sağlıklı yaşamın merkezi, birbirinden güzel oteller var...
Bandra, Alya’nın da dansa gittiği semt, arkadaşları orada oturuyor. Şahane semt pazarları var; ben, elbiselerimi ve takılarımı oradan alıyorum.
Genel olarak Mumbai sokakları güvenli, Delhi öyle değil mesela...
Mumbai’de nasıl şiirsel yapılar var anlatamam... Sorun; haziran-eylül arası, aralıksız yağan musonlar... Binalar boyalarını kusuyor, bu yüzden şehirdeki bütün binalar kirli görünümlü oluyor.
Güneyin sembollerinden bir Taj Mahal Palace, en en havalı otel. Gelirseniz, kalmasanız bile mutlaka lobisinde bir çay için... Hani 2008’deki terör saldırısından nasibini alan otel...
Dünyanın en büyük, ‘açık çamaşırhane’si de bu şehirde. Ben hep üzerindeki köprüden bakıyordum, bu sefer -artık Mumbai’liyim ya- indik
Emre’yle aşağıya ve daldık içeri...
Yaklaşık beş bin erkeğin çalıştığı ‘mahalaxmi dhobi ghat’, gerçekten akıllara ziyan bir yer. ‘Dhobi’ adı verilen çamaşırcılar, ‘ghat’ denen kirli çamaşırları kapıdan alıp aynı gün içinde yıkanmış ve ütülenmiş olarak kapıya teslim ediyor. Nasıl yapıyorlar bilmiyorum. Çamaşırlar, özellikle çarşaflar bembeyaz!!!!!
HER ŞEY BÜYÜLEYİCİ
Bir de dillere destan trenleri var Mumbai’nin, üzerine kitaplar yazılmış. Turistleri uyarıyorlar. Çünkü milyonlarca insanın kullandığı bu trenlere inip binerken millet birbirine çarpıyor, bir kısmı raylara düşüp hayatını kaybediyor, bir kısmı de trenin tepesinde seyahat ettiği için elektrik tellerine çarpıp yanarak ölüyor!
Emre’yle bu trenlere bindiğimizi duyanlar, “Nasıl yani” dedi, tebrik eden bile oldu.
Victoria Tren İstasyonu da çok güzel bir yapı bu arada, 2008’deki terör saldırısında bu istasyona gelip insanları taradılar.
Şehrin içinde pek çok tapınak var. Hemen hepsini gezdik Emre’yle, şehrin sembollerinden biri olan Hacı Ali Camisi’ne de gittik, Afgan Kilisesi’ne de... Bence hepsi büyüleyici.
Pazarlarında kendimizden geçtik.
Bir de ‘Sessizlik Kulesi’ var. Orası İran kökenli Zerdüştlerin ölülerini bıraktıkları kule. Zerdüştler dışındakilerin girmesi yasak. Biz, kapıdan bakabildik. Ormanın içindeki bu kuleye, ölülerini bırakıyorlar. Onları atmacalar, kargalar parçalıyor. Çünkü onlar su, ateş, hava ve toprağa inanıyor. Ve her şeyin birbirine dönüştüğüne... Hintlilerin ritüelleri, festivalleri, bayramları hiç bitmiyor, hepsinin de birbirinden ilginç hikâyeleri var.
Siz bu satırları okurken biz Emre’yle iki hikâye avcısı olarak, Varanasi’de olacağız. Orada ölü yakma törenlerine katılacağız. Kutsal Ganj’a girenlerle sohbet edeceğiz. Bakarsınız biz de gireriz...
Hadi ben kaçtım, bavulumu hazırlıyorum...
Paylaş