25 dakika sonra Simi

- Eğer bir gün seni terkedersem diyorum.

- Eee? diyor.

- Çekip gidersem yani, bir yerlere gizlenirsem, için için beni bulmanı beklersem... Şimdiden söyleyim de... Simi'de olurum! Gel al beni... Hotel Nireus'ta değilsem, Chorio'daki taş evlerin birinde yolunu gözlüyorumdur. Ya da Kalistrata'nın basamaklarında yaşlı, bıyıklı Yunanlı bir kadına seni anlatıyorumdur. Belki de tepedeki manastırda beni affetmen için mum yakıyorumdur...

- Hadi ordan! Manos'ta beyaz şarap eşliğinde midye yiyor olursun! Bu adada sen sadece beni değil dünyanın geri kalanını da unutursun!

*

Öyle bir yer Simi.

Sihirli.

Bugüne kadar gördüğüm adaların en romantiği.

Miniminnacık bir şey. Su damlası gibi.

Birbirinin içine girmiş neoklasik taş evlere, pastel renkli kepenklere, pancurlara, kapılara, daracık sokaklara, adada yaşayan 2500 Simi'liyi yılın her günü şeytandan koruması için inşa edilmiş 365 kiliseye, rengarenk kayıklara, teknelere, güneşin altında çipil çipil göz kırpan denize...

Bakmaya doyamazsın yani!

Acaba ben mi abartıyorum herşeyi?

Olsun. Gördüğü hiçbir şeyi beğenmeyen kadınlar vardır. Ruhları ‘‘huzursuzluk filizleri’’yle kaplıdır.

En azından onlardan değilim!

*

Birkaç gün önce geldik. Datça'dan deniz otobüsüne bindik. Sanırsın Büyükada'ya gidiyoruz...

25 dakika sonra bambaşka bir yerdeydik!

Burası daha önce gördüğüm hiçbir Yunan adasına benzemiyor.

Küçük bir şok geçirdim tabii.

Biraz İtalya gibi.

Hani The Talented Mr. Ripley ve Il postino filmlerinin çekildiği Procida adasını anlatmıştım, Napoli yakınlarındaydı, ama oraya ulaşmak için anan ağlıyordu, burası da onun kuzeni gibi, havası boyu posu benziyor yani, ama ulaşmak çok daha kolay.

İstanbul- Dalaman- Datça...

Alacaksın tabii vizeni...

Sonra ver elini Simi!

*

Geldik ve ne yaptık?

a) Otelin önünden kendimizi mavi sulara attık. Hatta Yunan kumu çıkardık! Birbirimize kim daha derine dalabiliyor diye nispet yaptık!

b) Soluğu ünü adayı aşmış Manos restoranda aldık. Karaciğerimizi köküne kadar zorladık. Deniz mahsullerine daldık...

c) Simi'yi en iyi tanımlayan sözcük: Tembellik. Biz de onu yaptık! Kahvelerinde aval aval oturduk, çocukluk anılarımızı konuştuk.

d) ‘‘Bilmiyorsanız öğrenin, burası şahane’’ dedik. Görmemişler gibi telefona sarıldık. Tanıdık tanımadık herkese adayı anlattık.

e) Ödülümüz birbirimize sarılmak olunca, limanı eski şehire bağlayan 300 basamağı bir çırpıda tırmandık.

Hayııııır.

Bunları yapmasına yaptık ama sonra yaptık...

Önce bir motosiklet kiraladık!

*

Aslında bir mopet ama olsun! İcabında motor yerine geçer. Hayal edebilirsen Harley Davidson bile sayabilirsin.

Arkasına oturmuşum, ona sıkı sıkı sarılmışım...

Görüntüye bakarsan motorcu sevgilisiyim!

Biraz da öne eğilirsem daha havalı oluyor.

Viraj alıken hafifçe yana bile yatıyoruz.

Sivrisinek gibi ses çıkarıyoruz ama nihayet adanın en tepesindeki St. John Kalesi’ne ulaşıyoruz.

Önce halletmemiz gereken bir iş var.

‘‘Macera adamı’’ Ahmet Utlu'ya ve Reyan'a telefon açıyoruz:

- Motor işini bu kadar abartacak ne varmış abi? Toscana ve Alp'leri motorla dolaşmak da bir şey mi? Sen mopet'le Simi'nin tepesine çık da göreyim seni!

Bu işin profesyoneli Ahmet'in şaşkınlığından yararlanıp telefonu kapatıyoruz.

Muzaffer bir edayla şööööyle aşağıya doğru bakıyoruz.

İşte Ege bu!

Taş evler, lacivert, beyaz ve güneş...

Bütün ada ayaklarımızın altında ve henüz adaya çıktığımızın 35. dakikasındayız!

Keşfedecek başka bir şey kalmış mıdır?

Var, var.

Motor işine iyice sardırıyoruz, fotoğraf makinasına film almak mı lazım, iki adım ötede, olsun, biz motorla gidiyoruz, sabahları pastaneden taze börek, çörek mi alacağız, motorumuza atlıyoruz, havadaki mis gibi kokuyu takip ederek ‘‘suç mahali’’ne ulaşıyoruz.

Sonra kendimizi bir kafeye atıp geleni gideni seyrediyoruz. Öyle bir ada ki, bir günden fazla kalırsan neredeyse herkesi tanıyorsun. Otomatik olarak da ada halkı hakkında dedikoduya başlıyorsun.

- Bak, benzincinin karısı garson çocukla...

*

Ha ha ha.

Sadece kara motorumuz değil deniz motorumuz da oldu!

48 saat içinde herşeyi keşfettik ama...

Adanın etrafını kıçtan takmalı bir motorla turlamazsak, karadan ulaşımı imkansız o koylarda yüzemezsek bir tarafımız şişerdi.

- Sen emin misin bu aleti kullanabileceğinden diyorum. Geçen sefer, denizin ortasında kalmıştık. Bak, elin Yunanına mahkum etme bizi...

- 15 beygirlik motoru neden kullanamayayım? Bu resmen kayık! Hadi atla diyor.

Sanki günlerce denize açılacağız anasını satayım!

Marketçi Spiros'la da arkadaş olmuşuz ya, aklı o veriyor, meyveler, bisküviler, sandviçler, şişelerle su da bizimle birlikte tekneye geliyor.

Denize açılıyoruz ya...

Ya aç kalırsak?

*

Herşey şahane. Deniz ısırmalık, koylar da, güneş de. Kaptan da öyle!

Kayığa benzeyen şeyin ucunda yatıyorum ben.

Mutluluk bu.

Huzur bu.

Tatil bu.

Ben ne şanslı bir kadınım. Beraber olduğum adamın elinden her iş geliyor. Motor da kullanıyor, tekne işinden de anlıyor.

- Spiros'tan aldığımız şeyleri boşver, bak şurada küçük bir lokanta var diyor.

Bir de romantik!

Bu adam günün birinde yelkenliyle dünya seyahatinden söz ediyor.

Varım abi!

*

- Unut dünya seyahatini diye bağırıyorum! Unuuuuuut!

- Ne diyorsun? Duyamıyorum seni diyor.

Öyle bir rüzgar ki boku yedik.

Bu dalgalar yutacak bizi!

Demin bu deniz sakindi.

Bu fırtına da nereden çıktı şimdi?

Mümkün değil burnu dönemeyeceğiz.

Biz açık sularda öleceğiz...

Ben hala teknenin önünde yatıyorum, çarmıha gerilmiş İsa gibiyim, doğrulamıyorum, rüzgar o kadar kuvvetli ki, denize uçacağım diye korkuyorum.

Durumumuzu Nazım Hikmet'in şiirinden daha iyi anlatacak başka bir şey bulamıyorum:

İniyor kayık

Çıkıyor kayık

Ben bu hallere düşecek kadın mıydım?

Bu ceviz kabuğunda, üstelik fırtınada, benim işim ne, zorum ne, bu adam kim, tatil de neymiş, çalışmak iyi bir şeymiş, ah niye canım gazetemde değilim ki şu anda...

- Can yeleğini giy! diyor.

- Mümkün değil kıpırdayamam, korkuyorum, diyorum. Bir suçlu bulmak lazım ya, ona sinirleniyorum:

- Dalgaların üzerine sürmeye mecbur musun?

- Deli misin devrileceğiz yoksa! diyor.

Kayığın ağzı burnu kayık, dalgalara çarpıp duruyor, ucu dalgalara çarpıp havaya kalktıkça, gözümün önünden hayatım bir film şeridi gibi geçiyor.

2 saat boyum kadar dalgalarla boğuştuktan sonra nihayet Simi'ye ulaşıyoruz.

Meğer o gün Ege'de fırtına olacağını CNN bile vermiş, salak kayıkçı bize söylememiş.

- Hava biraz rüzgarlıydı zorlandınız mı? diyor.

Pis pis bakıyoruz.

*

Şu an mı ne yapıyoruz?

Bir fırtınayı daha birlikte atlatmış olmanın keyfini paylaşıyoruz!

HAMİŞ: Çok su yuttuğum için yarın yazı yazamayacağım!
Yazarın Tüm Yazıları