Paylaş
Gazetecilik insanlara “köşedönücülük” gibi gözükür nedense. Sanılır ki herkes cukkasını kolayca doldurmaktadır; yazmakla çizmekle. Halbuki durum hiç de öyle düşünüldüğü gibi değildir. Bir sürü gazeteci sabahlara dek çalıştıkları halde aldıkları maaş asgari ücreti geçmez. Elbette yıllarını vermiş usta gazeteciler güzel paralar kazanmaktadırlar ama onların tüm hayatları boyunca kazandıkları da inanın bir işadamına ya da bir müteahite oranla komik bile kalır.
Köşeyi dönmüş sanılan bu gazetecilerin işleri sanıldığı kadar da kolay değildir. Dünyada politikacılardan sonra en büyük küfürü yiyen yine gazetecilerdir. Yazdığı yazıyı, savunduğu fikri herkese beğendirebilme ihtimali sıfırdır.
Sağı yazar sol parlar, solu yazar sağ parlar.
Kendine ve hayata dair yazar bazen de. Yine çıkar karşısına değişik yorumlar; “Bayıldım bugünkü yazınıza, ne sıcak ve içten anlatmışsınız valla.” Bir diğeri işi hakarete vardırır; “Bana ne len senin özel hayatından, yediğin içtiğinden, gözüp gördüğünden... Sana da gazeteci diyorlar ya, nasıl gazeteciysen sen...”
Gazeteler hep yalan yazar, gazeteciler hep yalan söyler. Millet başına ne gelirse medyadan bilir.
Aynı ailede bile eve alınacak gazete tartışılırken ya da seyredilecek televizyon kanalı seçilirken, çıkan kavganın suçlusu yine medyadır. Göz önünde bulunan çoğu sanatçı da başlarına gelen her şeyden medyayı ve gazetecileri sorumlu tutarlar. Ayağı kayıp düşer; "Şu gazeteci yüzünden düştüm; kamerayla beni takip ediyordu da..." der. Aynı şahıs ertesi sefer habere ihtiyacı olduğunda yine aynı gazeteciyi arar; "Gelsene, şurada bir resmimi çeksene" diye. Bizim gazeteci asla reddetmez, kendi düşen ağlamaz demez, yine koşar yeni haber şevkiyle.
Eskiden şarkıcıya, türkücüye olduğu gibi gazetecilere de kız vermezmiş aileler. Ne yani? Alt tarafı gazeteci işte, bulunmaz hint kumaşı değil ki...
Babam eskiden sıkça anlatırdı evde. Her gün iş yerine suratını unuttuğu, bin senedir görmediği, dostluklarının aynı futbol topuna bir kere vurmaktan ileri gitmediği “arkadaşları” ziyarete gelirlermiş.
"Ya Tekinciğim, senden bir ricam olacak; bu bizim haylaz bir mok olamadı şu hayatta. Doktor olsun istedik, avukat çıksın dedik, hiçbirini beceremedi. Bari sen şunu sizin gazeteye aldırıver de gazeteci olsun."
İnsanlar bazen gazetecileri hiçbir şey bilmemekle suçlarlar. Bazen de her şeyi bilmesini beklerler; “Sen gazetecisin, kesin bilirsin” diyerek.
Herkes hayatının bir döneminde kesin “gazeteci” olmuştur. “Nerede yazıyorsun?” diye sorsan; "Ne biliyim valla, şimdi tam olarak hatırlayamıyorum ama bir iki şiirim, bir yazım yayımlanmıştı bir tarihte" diye cevap verir.
Ha bu arada gazeteciler yıllarca hapislerde yatarlar, yazdıkları ve savundukları ideoloji yüzünden hayatlarını da kaybederler.
Kolay iştir yani gazetecilik.
Not 1: Şimdiden cevabımı vereyim merak edecek olanlara... Ben bu yazıyı neden mi yazdım? Dün yaklaşık beş saat kadar internet üzerinden bu işe yıllarını vermiş en usta kalemleri, en beğendiklerimi Google'ladım durdum. Değişik sitelerde haklarında yazılan, haddini aşan çokça yazıya rast geldim. Tepem attı tepem, işte bundan. Eleştiri yaparken gerçek anlamda eleştiri olmasına, hakareti ve aşağılamayı barındırmasına topluca dikkat etmeliyiz diye düşünmekteyim.
Not 2: Ben gazeteci miyim de kalkıp böyle bilirkişi havasında döktürüvermişim? Bunları yazmak için illa ki otuz senelik gazeteci olmaya gerek yok. Çok okumak, çok araştırmak, gazetecilerle birebir paylaşımlar yaşamış olmak ve en önemlisi de bir gazeteci kızı olmak yeterlidir.
Not 3: Bu hafta içimde başka bir heyecan var. Neden mi? Şundan... Birkaç gündür duyuruyorduk; bu haftadan itibaren artık Salı günleri de sizinleyim. Ama başka bir tatta... Artık her Salı “Yetiş Ayşe” köşesinde sizlerle olacağım. Yolladığınız her postayı okuyup elimden geldiğince dertlerinize derman olacağım. Her konuda yazabilirsiniz. İlerleyen günlerde sizlere sürprizlerim de olacak ama şimdi söylemeyeceğim, bekleyip beraber göreceğiz. Hadi yazın bana her şeye dair... Bekliyorum yarına…
Paylaş