Paylaş
Ama olmadı işte, yıllardır gidemedim pazara; belki yakınımda yok diye, belki de bir telefonla eve her şeyi getirtebilmeye alıştığımdan.
Kılık kıyafeti ise o ışıltılı dükkânların, her bir haltı bir arada satan alışveriş merkezlerinin büyüsüne kapıldığımdan ve genelde oralardan aldığımdan unuttum pazarı, pazarın kokusunu, pazarcının insancıl halini, sıcacık bir “ablam” dediğinde içimi nasıl ısıttığını...
Yeni evime taşındığımda konu komşudan öğrendim ki her perşembe bizim sitenin az biraz uzağında bir sosyete pazarı kuruluyormuş. “Kesin gitmelisin” dediler, “yok yok bu pazarda”
Pazar özlemiyle yanıp tutuşan, evi taşırken oydu buydu derken hesapsızca para harcayan ve artık her şeyi hesaplamanın sınırına gelen ben, hem de ucuz olur diye koşa koşa gittim pazara.
Gittim, aman Allah’ım ne göreyim; burası pazar mazar değil, düpedüz ayaklı bir alışveriş merkezi. Hakikaten yok yok. Sebze meyveyi bulabilmek için dört dönmen şart çünkü esas öne çıkanlar kılıklar, kıyafetler, çantalar, ayakkabılar, ev eşyaları... Allah sizi inandırsın pazarda satılık yemek odası takımı bile var.
Başladım gezinmeye ve seçtiğim üç beş şeyin fiyatını sormaya.
“Abla, bu bluz bilmem ne marka, taklit değil haaa, sana olur yüz elli lira”
“Ablam, sakın kaçırma bu ayakkabıyı, aynısının tıpkısını Makmerkez’de satıyorlar yedi yüz liraya, bende ise üçyüz lira”
“Yuh artık” diye diye ilerlerken baktım pazarcılar eskisi gibi bağrınıyorlar ama eskisinden elbette çok farklı. Eskiden; “İkizlere takke ablalar, kaçırmayın, üç alana iki bedava; beşi elli lira”
“Bacılarım taytların tanesi beş lira, on taneyi veririm kırk liraya” diye bağrınan pazarcılar şimdi; “Hanımefendi salonuna art deco aradığın vazo burada nakitte beş yüz TL, kredi kartına ise yedi yüz elli”
“Şermes geldi, Vouis Luitton geldi, son modeller burada, tıpatıp aynısı dükkânında on bin TL, bende sekiz yüz lira.”
Bu sefer “yuh, oha, yok artık, çüş len” diyerek dolaşmaya başladım. Yol üzerinde üç beş kadınla rastlaştım, benim sitede oturuyorlarmış. Kadınlardaki mücevherler gözlerimi şaşı etti. On küsur karatlı tek taşlı hatunun bu pazarda neden dolaştığını o an anladım, yanında şoförü, elinde on torba, hatun olmuş rahat beş bin TLlik valla billa. “Anam Ayşe, kızım burası sosyete pazarı.”
Dolanmaya başladım yine ve üç beş pazarcıyla giriştim muhabbete, samimi buldular beni herhalde, paylaşıverdiler tüm sırlarını.
“Abla, hani Türkiye’nin en zengininin eşi var ya hani adı .........., o benden giyinir. Taktığı çantaların hepsi benden, saatleri ise bizim Osman’dan alır, millet de sahici zanneder”
“Bacım meşhur bir iş adamı var ya hani karısını aldatıyordu, az kaldı ayrılacaklardı, barıştılar sonra, hah işte o adam hala o kadınla. Bizim Ali’den gelir her hafta Şanel, Vouis Luitton falan alır, sonra gider metresine sahici diye yutturur hahahaha...”
Ay daha neler neler, kimler kimler, hani biraz yırtık olsam yazacağım ad be ad...
Neyse ben yine turlamaya devam ettim, cebimdeki mütevazı parayla anca iki kilo domates, bir vazo, bir tayt, bir de ev terliği alabildim.
Ama çıkışta bir de ne göreyim, geçen hafta Mistinye Parktaki Mara’da gördüğüm iki bin TLlik deri paltonun markasına kadar aynısı bir askıda, fiyatı da üçyüz lira. Ellerim kaşındı, beynim karıncalandı, bir ses; “Buna sahip olmalısın ve bir daha bu pazara uğramamalısın” dedi. Sesin bir bölümünü dinledim, bankaya gidip para çekip paltoyu satın aldım. Öbür kısmını ise dinleyemedim, ne edeyim. Yazı biter Ayşe pazara gider, malum bugün perşembe.
Not: Veli’ye gelen epostaların sayısını yazmayacağım çünkü hem kimse inanmaz, hem de neme lazım nazar mazar değer diye. Âlemsiniz vallahi, iyi ki varsınız, sizleri inanın çok seviyorum benim canım okur dostlarım. Ne fikirler vermişsiniz, unut gitsin diyeniniz de var, sana müstahaktı diyeniniz de. Biraz zamana bırakalım diyorum, içim istemese de.
Not: Bundan sonra sayfamızda karikatür olmayacak, sadece benim yazılarla idare edivereceksiniz bir zahmet. Bir süredir karikatürlerimi çizen üstat sevgili Süleyman Özkonuk’a teşekkürü borç bilirim, yolu açık ola.
Paylaş