Paylaş
Ayça kafamda boza pişirdi, “hadi artık” dedi. “Dur zamanı gelsin” dedim, tembellik ettim.
Altından nasıl kalkacağım diye düşünüp hep yan çizdim.
Dört gün gazete, haftada bir televizyonda Yetiş Ayşe...
Ya bir de tutarsa bu iş, dizi olursa ne halt edersin diye kaçtım köşelere. Sonra geçen hafta, sıra arkadaşım Gülse’nin (Birsel’in) Avrupa Yakası zamanı telefonda dedikleri; “esas senin yazman lazım” demesi kulağımda çınladı, durdu birdenbire.
Yahu dedim, sen otur, hele bir başla çiziktirmeye, yavaştan yavaştan şöyle. Nasıl olsa eskiden bir elinde cımbız, bir elinde ayna olan sen, şu sıralar bir elinde i-phone bir elinde
i-pad ile geziyorsun, tuvalete bile öyle giriyorsun.
Önce konunu bulacaksın, hikâyeni bulacaksın, sonra karakterlerini yaratacaksın.
Kolay iş mi zaten?
Sanki anandan senarist ve özel yetenek doğdun da bilgisayarın başına oturur oturmaz bunların hepsi senden sular seller gibi dökülüverecek bir anda. Onun için Ayşe, sen bir an evvel başla, dedim. Ve startı verdim.
Kendime münhasır bir tip olduğumdan öyle internete girip “senaryo nasıl yazılır?” falan diye bakmadım hiç; kendimi ezik hissetmemek için.
Bu nedenle hayatımdaki her şeyde olduğu gibi senaryom da tersten başladı tabii ki. Bende önce karakterler hayat buldu. Hepsi tatlı, çatlak, özel tipler; kendilerini pek sevdim, sadece sayı olarak biraz kalabalık kaçtılar. Özel hayatta da elimin ayarı olmadığından, Muhteşem Yüzyıl’ın tüm ordusunu da hesaba katın, bizim aile ona yakın; 100 kadar karakterim var şu an. Hiçbirini de atmaya kıyamıyorum.
Ve konu...
Ve hikâyeler...
Elim koptu yazmaktan.
Onlar da tamam, en az 50 hikâyem var şu an, tek sorun hepsi farklı zamanlarda geçiyor. Yemin ediyorum hepsi çok komik. Şimdi yapmam gereken şey oturup bazı karakterlerle vedalaşmak, hikâyelerin hepsini bu zamana çekmek, diyalogları yazmak.
Bunun için de sanırım bana Survivor gibi bir ada, iki üç cillop gibi genç senarist arkadaş, şişede birkaç şişe yakut şarap, sabır, huzur, yanı başımda sırtımı sıvazlayan âşık bir adam lazım. Onlar da oldu mu, yeni yayın dönemi ben dağıtırım ortalığı.
Şaka değil ha...
İstanbul seansta
Hani İstanbul’da yazıyorum ya, ondan İstanbul yazdım başlığa, yoksa ülke genelinde durumun çok farklı olduğunu düşünmüyorum aslında...
Aylardır sıktım sıktım dişimi, sonra çektim psikoloğuma restimi;
“Ayhan Bey” dedim, “yetti, aaa sabır taşı olsa çatlar vallahi.
Verin bana bir antidepresan, artık herkes kullanıyor benim etrafımda, kullanmayan yok. Panik ataklarım geri geldi, lütfen ama yani”...
Doktor “peki” dedi, yazdı.
Eczaneye gittim. Tanıdık eczaneydi, sordum; “en çok ne satıyorsunuz?”
Saydılar birkaç çeşit şey ve haklı çıktım, bir tanesi de antidepresanlar.
Hatta millet artık doktora da gitmeden birbirine sorup alır olmuş, onu da anlattılar.
Düşündüm bir an, kime sorsam mutsuz.
Benim psikologdan randevu alacağım, adamcağızın boş vakti yok.
Bütün psikologların randevu defterleri dolu.
En çok satılan kitaplar ya enerji ya kuantum ya meleklerle terapi ya düşünce gücü ya o ya bu...
Kime nasılsın diye sorsan; “eh işte şöyle ya da böyle idare ediyoruz.”
“Geçinip gidiyoruz.”
“Aman ne olsun, keyif mi var?”
“İdare eder” şeklinde.
Arada birkaç tane olumlu cevap gelmiyor değil
“Bombayım bomba.”
“Süperim ya.”
“Daha iyi olamazdım.”
Bunlar da ya yalancı ya da psikologlarının ve ilaçlarının adını versinler kardeşim, bari sevaba girerler, değil mi yani?
Tüm Türkiye’nin bildiği bir e-posta adresine sahip olmak
Evlilik teklifleri alırsın.
Tacizlere maruz kalırsın.
Ünlü-ünsüz her insanın, her ürünün reklamı sayfana uğrar.
Devleti övenler, devlete sövenler her türlü duygularını sana iletirler.
Küfürü yersin, övüle övüle bitirilemezsin.
Tanımadığın akrabaların seni bulur.
Elinde gizli dosyalar olanlar seninle paylaşmak ister, durur.
Canı sıkılan yazar.
Cevap yaz diyene cevap yazmazsan da onun cevabı sana fena koyar.
Zor iştir tüm Türkiye’nin bildiği bir eposta adresine sahip olmak.
Gurur vericidir bir o kadar da aslında ama çıplak sanırsın bazen kendini, çırılçıplak.
Paylaş