Paylaş
Tam benlik, işte tam beni anlatıyor bu cümle.
“Ne yapayım ben böyleyim” deyip konuya gireyim.
Öncelikle şunu yazmak istiyorum sizlere...
Sizler yani okur dostlar yazarınızı inanılmaz güzel tahlil ediyorsunuz.
Bazen bizim kendi hakkımızda farkına varamadığımız şeyleri bile sizler fark edebiliyorsunuz.
Gün oluyor komik bir şeyler yazmaya çalışıyorum, hop e-postalar geliyor, “hadi ama belli ki canın sıkkın senin bir şeye, hayırdır?” diye.
İşte bu yazı da öyle çıktı, yine bir okur dostumdan gelen e-postayla.
Gerçi ben durumumun farkındaydım ama bana ayna tuttu bir kere daha ve sayesinde silkeleniverdim olduğum yerde.
Gerçi bir şeye yaramayacak, ne yapayım ben böyleyim ama olsun.
Bakın ne yazmış bana.
“Hem çok mutlu, hem çok mutsuz...
Hem çok uçan, hem de çok ayakları yere basan...
İki zıt duyguyu beraber yaşayan birisiniz.”
Okuyunca inanamadım valla. Bu kadar mı olur dedim ya, bu kadar mı?
Evet, ben aynen böyle biriyim. Diyeceksiniz ki aman ne var bunda, hepimiz öyle değil miyiz? Ama benim durumum biraz farklı galiba.
Bir sabah mutlu, bir sabah mutsuz kalkma durumları değil benimki. (Psikologa sordum hastalık değilmiş, ilaç vermedi, onu da söyleyeyim de)
Mesela pazartesi Fatma’yı seviyorum. Salı günü Fatma’yı sevmiyorum kardeşim.
Ece’yle eve aldığım yeni yastıkları ve mumları yerleştiriyoruz en güzel yerlere, en müsait yerlere.
Sabah kalkıyorum, saçımı başımı yoluyorum, “gerizekalı” diyorum, “bu yastığı hangi akla hizmet buraya koydun ki sen, olmuş mu, ha olmuş mu?”
İş için o görüşmeyi ayarlamak için göbeğim çatlıyor, randevuyu kopartıyorum, randevu gününden bir gün önce canım gitmek istemiyor ya, istemiyor, iptal ediyorum.
Geçenlerde ayakkabı süslemeye karar verdim, beş gün Kapalıçarşı’da Swarovski taş topladım ve de her çeşit ayakkabı ve bot.
Ne emek verdim, ayaklarım su topladı, paralarım gitti.
Eve geldim, akşam Ece’nin halası geldi, baktım önümde torbalar, kadına dedim ki “Şunları sana vereyim de boş vaktin varsa ayakkabı yap.”
“Yok” dedi, “çok işim var.”
“Aman” dedim, “o zaman ver bir başkasına.”
Kocam derdi ki “beş kadınla aynı anda yaşıyorum, kaç kişiliklisin sen anlamıyorum. Ağlarken gülüyorsun, sinemada dans edeceksin diye korkuyorum, lokantada kalkıp lokantanın mutfağına giriyorsun, yahu artık ne yapacağım, bilemiyorum.” Bilemedi de, sonraları bir terapiste gittik birlikte.
Kadın akşamüstleri portakal suyu içinde votka içerdi, benim kocaya hiç unutmam dedi ki “Aslında sen keşke Ayşe’yi bir aldatsan da evdekinin değerini anlasan.” (Bizimki terapisti pek bir ciddiye aldı, pek bir ciddiye, neyse.)
Haklıydı bazen.
Adam masaya oturmuş, önüne koymuşum sıcacık karnıyarığı, yanına cacığı, pilavı, bir anda canım çekmeyiveriyordu o yemeği.
Hemen iki elle tabakları kavrayıp, “Sen bir puro iç, ben 10 dakikaya penne arabiatta yapıyorum” diyordum, “yeriz şimdi acılı acılı.”
Düşünüyorum da çocuğuma da yaptım mı acaba bu tuhaf hareketlerimden diye.
Aklıma ilk gelen mesela benim çocuğum hiç ceza almadı, ben nedense ceza yerine bir halt yediğinde hep ödül verirdim kızıma. Tuhaflık işte, Allah’tan çocuğun hamuru iyiymiş, yoksa kim bilir neler gelirdi başımıza belki de. Ya işte böyle, daha neler var, neler elbette. Özel durumlar var ki ağlar mısınız, güler misiniz bilemem ki.
Aşkı merak ediyorsanız, orası aslında erkek açısından ilk üç ay keyifli. Ama sonrasında bu hallerim çekilir mi?
Çok severse çeker belki.
Paylaş