Paylaş
Tuhaf bir bir buçuk saat yaşadım.
Nasıl bir ruh hali içindeydim bilemiyorum ki bu olaya bu derece takıldım.
Neden beni bu kadar vurdu geçti, onu da anlamadım.
Çaresizliğe düştüm bir anda, içim acıdı fenaca.
Olay şu; mutfağa girdim bir pazar akşamı.
Keyfim yerinde.
Yemek yapacağım her pazar olduğu gibi.
Ne yapsam diye düşünürken açtım şarabımı, başladım düşünmeye…
Önce gözüme duvara yapıştırdığım karınca duaları ilişti, sonra da tezgâhta turlayan karıncalar.
Gülümsedim.
Çünkü onlarla savaşmaktan uzun sure önce vazgeçmiştim.
Hatta utanç verici bir hareket yaparak gidip onlara küçük odacıklar almıştım içleri zehirli ama koyduktan yarım saat sonra “gerizekalı Ayşe!” deyip kendime, onları kaldırmış, yerine limon kabukları koymuştum.
Çünkü limon kabukları öldürmüyor onları, sadece uzak tutuyor.
Ne pişirsem diye debelenirken bardağımı koyduğum yerden elime aldım ve yaygarayı bastım.
Çünkü bir karıncayı ezmeme ramak kalmıştı.
Ramak dediysem sanırım onu hafiften hırpalamıştım.
Bu bana bir dokun, benim sinirlerim bir bozul.
Yılan olsa, ölse umurumda olmaz.
Akrep olsa, kafası kopsa, bayram ilan ederim.
Ama o bir karınca ve debeleniyor orada tam gözümün önünde. Diğerleri de tüm tezgâhta hiçbir şeyden habersiz kırıntılarla uğraşmakta.
Taktım mı ben karıncaya.
Suçluluk diz boyunca.
Çektim tabureyi, oturdum karşısına.
Ters dönmüş, hadi düzelt.
Eeee, nasıl olacak; kürdan yardımıyla.
Tamam, oldu.
Sonra besle onu ekmek kırıntılarıyla.
Bir yandan yaşlar dolu dolu bekliyor göz pınarlarımda.
Canlı ya. Minnacık olması, en küçük olması en çok canını acıtanı.
Düşünsenize o en küçüğün kalbi var, atıyor tık tık.
Beyni var, tokluk-açlık hissini ayırt edebiliyor.
Ben ona bakıyorum ve düşünüyorum; acaba o da beni görebiliyor mu diye.
Sonra saate baktım, biz ikimiz bu şekilde bir saati devirmişiz.
Sonuç; o gittikçe kötüleşiyor.
Hep yana dönüyor, hep ters dönüyor.
Ve ben sonunda patladım, başladım ağlamaya.
Karınca mı tetikledi içimdeki volkanı, yoksa çok mutluydum da sadece karınca için mi ağladım bilemiyorum.
Ama bir an dedim ki nasıl olsa kurtuluşu yok, ölene kadar bekleyeceğim, o can vermeden onu çöpe atmayacağım.
Peki, sonra ne oldu?
Hayat işte.
Hayatımızda o kadar çıldıracağımız şey var ki…
Bizi kullanan insanlar,
Yapılan haksızlıklar,
Telefon çaldı. Arayan böyle bir şahsiyetsiz.
Ben tabi giriştim kavgaya…
Telefonu kapattıktan sonra öyle bir of çekmişim ki tezgâha karşı offfffffffffffffffffffffffffffffffffffffff!
Tabureye tekrar oturduğumda karıncam yerinde yoktu.
O nefesle uçtu ve gitti.
Yerleri aradım, bulamadım.
Hayat böyle bir şey işte.
Aslında anlayana çok mesaj var bu yazıda.
Ben o gün çok mesaj aldım yaşadıklarımdan da o manada.
Not: aslında bir anlamda iyi oldu o nefes, nereye kadar izleyecektim can çekişmesini, o da ayrı mesele.
Kocaman önemli not: içimiz kıpır kıpır bahar geldi diye değil, şimdilik çok detay veremesek de Yetiş Ayşe inşallah yakında televizyonda. Siz yine yazacaksınız derdinizi, isteklerinizi, aynen devam edecek eskisi gibi her pazartesi gazete okurlarımızla beraber desteğe ama derseniz ki “sen yanımıza gel Ayşe”, koşup geleceğim yanınıza.
Tam yetişeceğim size.
Hadi yazmaya başlayın bana, start verdik çalışmalara, çağırın beni, geleyim.
Paylaş