Paylaş
İşte bendeniz de tam bu hayaller peşinde, aşk uğruna 19 yaşında kendimi feda etmiş, 16 sene sonra da bir Digiturk anteni ile kapıda kalıvermiş bir kadınım. "Eee bıktık kardeşim senin bu evlilik macerandan... Evlenmeseydin, evlendiysen de boşanmayıp bir köşede otursaydın. Her ayın başı sonu seni mi dinleyeceğiz?" diyeceksiniz ki belki de haklısınız.
Ama bu sefer anlatmak istediğim benim evliliğim değil, hepimizin evliliği... Bir ben mi geçiyorum bu yoldan? Yoo... Hep beraber yaşadık, yaşıyoruz.
Hadi filmi başa saralım...
Önce gençler tanışır, genelde de ilk aşk olur. Minik minik dokunuşlar, aramalar, flörtler... Sonra başlar hayal kurmalar... Genelde de kırmızı ya da yeşil panjurlu evler hayalleri süsler. O dönem bedava mı dağıtıyorlardı yoksa Türk filmlerinde mi vardı? Eee bilmem, hatırlamam...
İlişkinin ilk 3 ayı başarı ile geçerse sınıfı geçmiş sayılırsınız. Sırada diğer bir 3 ay daha vardır. Onu da atlatırsanız her an karışınıza bir kayınvalide ya da kaynana çıkıverir. Doğrusu da damat adayı bir vesile ile kız tarafına gider. Sinema öncesi kız arkadaşını evden alacak, almaya geldiğinde de bir Türk kahvesi ikram edilecektir. Tabi tesadüf bu yaa, ev de pek bir kalabalıktır o gece. Alt kattaki komşu, kayınvalidenin annesi, etraftan birkaç aile dostu da dahil olmak üzere herkes uğrayıvermiştir o gece... Tesadüfün bu kadarı işte!
Damat adayı evden içeri girdi mi başlar göz süzmeleri, kulaktan kulağa fısıldamalar, mutfağa kahve pişirme ayağına yardıma gitmeler... Doğru ya... Öyle zordur ki bir Türk kahvesi yapmak, en az 5 kişi yardım etmezse kahvenin köpüğü tam olmaz. Neyse gelelim hikayenin devamına... Bu tanışma sonrası, kız tarafı çocuğu gözüne kestirmişse başlar soru bombardımanları. "Ailesi ne zaman gelecek?", "Nikah gününü konuştunuz mu?", "Bir yüzük takalım şu işin adını koyalım da bu yaştan sonra bir de elaleme rezil olmayalım" der durur kız tarafı...
Nihayet aileler bir vesile tanışıverir. Olur da iki aile birbirine girirverir diye midir nedendir bilinmez, illa bir aile büyüğü de bulunuverir hep o gecede. "Eee siz daha daha nasılsınız?" gibi manasız sorularla saçma sapan bir diyalog başlamıştır bile.
Aslında o gece herkesin aklında tek bir konu vardır. Bunun adı da PARA dır. Kim kaç para verecek, düğün nerede yapılacak, kaç kişi gelecek, evlililk listesinde neler olacak, gelinlik nereden olacak, beyaz eşyaları kim alacak, bu çocuklar hangi evde oturacak, altınları kim takacak, kim toplayacak, çatal bıçak takımları nereden olacak... cak da cak cak... Gel de kolaysa evlen!! Ve işte... Önce söz, sonra nişan ile başlar bu serüven.
Evliliğe giden bu süreçte arada ayılan bayılan, birbirine giren, birbirine küsen, evlenmekten vazgeçen bir sürü çift yolun sonunu getiremeden cayarlar evlilikten. Kendileri Allah'ın sevilen kullarındandır belki de, bilemem…
Ben ve benim gibi her ne olursa olsun aşkından vazgeçmeyecek olanlar için başlar tatlı bir dönem… Ev tutulur, düğün mekanı bulunur, menü hazırlanır, gelinlik siparişi verilir, davetiyeler dağıtılır ve sıra gelir aşk yuvasının içini doldurmaya… Sevgilinle ele ele tutuşur başlarsın mobilyacıları gezmeye…
“Aşkım bu koltuğu alalım, hem bak L şeklinde... Televizyon seyrederken sen kurulursun sağa, ben de sola..”
“Şu lambayı da alsak mı? Hem bak ayarı var, istediğin kadar kısıyorsun ışığını, romantik geceler için biçilmiş kaftan.”
“Müstakbel karıcım şu robotu da alalım. Bak her şeyi doğruyormuş. Ben sana kıyamam o minik nazik ellerin yorulsun istemem. O güzel ellerin sadece bana dokunsun, beni sevsin.”
Eşyalar alınır, yavaş yavaş ev yerleşmeye başlar. Tabi bu sırada kızın çeyizindeki gümüş çatal bıçaklar, erkeğin annesinin dedesinden kalma ipek halısı gibi önceden var olan eşyalar da evdeki yerlerini alırlar.
Ve evlenilir... Her şey başta pek bir güzeldir. Hele ilerleyen zamanlarda bir de bebişler aileye katılınca hazzın doruğuna ulaşılır. Sonra bir bakarsın ki, her şey değişmiş. Sürekli kavga, sürekli bir hırlaşma. "Ben on metre işiyorum, sen kaç metre?" gibilerinden bir sidik yarışı. "Ben haklıyım, sen hep haksızsın", "Sen tatminsizsin", "Senin ruhun bozuk", "Nereden çattım sana? Keşke sevmez olaydım seni... Ah benim şu bahtsız kaderim…" Daha da ilerledikçe bu durumlar başlar aldatmalar, yalanlar... Cinsel hayat suyunu çeker, birbirini her gördüğünde başlar of çekmeler…
Ve bir gece oturulup o meşhur konuşma yapılır. ”Madem anlaşamıyoruz, birbirirmizi daha çok yıpratmadan tez zamanda boşanalım. Ama iki dost olarak... Ne de olsa ortak evlatlarımız var, birbirimizin hayatında bir şekilde hep var olacağız…”
Sonra avukatlar tutulur, dava açılır... Hah işte o andan itibaren de nah arkadaş kalınır. Düşman olunur bir anda düşman!
Aileler başlar etrafta konuşmaya "Ay kardeş, bu adam benim kızımın başını yedi." "Bu kız benim oğlumun başını yedi. Pırlanta gibi çocuk bak ne hale geldi..."
Bir de klasik aile tepkisi kadına ya da adama denir ki; ”Ah ben ilk gördüğüm gün anlamıştım bu kızdan/adamdan sana hayır gelmeyeceğini... Ama işte anne yüreği, söyleyemedim ki...”
Bir yandan dava devam eder, anlaşma olmadıkça da uzar gider... Ne salakça bir durumdur ki paylaşamazsın şu kiralık dünyada sahip olduğun üç beş malı, eşyayı…
Kadın evden gümüşleri toparlar götürür ana evine, adam ise babaannesinden kalan halıyı ve duvardaki Fikret Mualla'yı… Ne kaçırsan kardır, ilk davranan güya karlı çıkar. Sonra bir bakarsın ki o aşk yuvası kalmış dımdızlak. Boş duvarlar, boş parkeler, yıkılan ümitler, ağlayan yürekler… Bir zamanlar en sevdiğin en yabancı olur sana... Oturup on ağlar, bir gülersin yaşadıklarına. Gün gelir dava da biter ve yollar ayrılır. Herkes başka bir düzene doğru başlar yol almaya… Bazen aklına gelir; ikinizin de evden almadığı, elini sürmediği iki şey, yanyana duran iki şey, bornozlar ve diş fırçaları... Halbuki ne çok şeye tanık olmuşlardır...
Paylaş