Paylaş
Aslında Londra’ya dair anı çok bende...
Üniversite yılları, eski kocamla aşkımızı dolu dolu kaçamakça orada yaşamamız falan, neler neler var düşününce...
Neyse bu anlatacağımı bir ara kısaca yazmıştım, çok eskiden ama bayram için birçok tanıdığım Londra’yı mekân seçince yine geldi yaptığım delilik gözümün önüne.
Bakın şimdi ne deliymişim ben, okuyunuz buradan işte.
Bir gece ben evliyim, hem de neredeyse on iki senelik falan, kızım var, yaşı da dokuz civarında o sıralarda. Saat sabaha karşı dört.
Dönmüşüz gece bir yerden. Yine kavga ediyoruz karı koca, klasik.
Süt içmemişiz haliyle, dengeler bozuk tabi ki. Bir anda odaya giriyorum, pasaportumu alıyorum o görmeden; sadece pasaportumu.
Ve yatmasını bekliyorum -ki zaten hemen yatıyor- bingo.
Elimde çanta, çantada ne var? Ruj, parfüm, cüzdan. Cüzdanda ağzına kadar dolu bir kredi kartı, ne olur ne olmaz parası (Amerikan parası; üç yüz dolar) ve miles and smiles...
Hemen sessizce arıyorum Türk Havayollarını, biliyorum ya saat yedide İngiltere’ye uçak var. Yaşasın millerim de var!
Taksiyi çağırıyorum, Allah’tan tanıdık, “yaz” diyorum “borca ve sakın kimseye söyleme beni nereye bıraktığını da.”
Havaalanında bavulsuzum ilk defa, uçağa koşarken bir patinaj çekiyorum, fıjtt yerdeyim, bağırıyorum; “aaaa yer ıslak ve işaret koymamışsınız ama!”
“Yer kuru hanımefendi” diyorlar, sizin kafa ıslak dercesine bakıyorlar.
Uçakta yanımda Arto var, adamı bayıyorum sabah sabah, başka koltuğa geçiyor, ne yapayım, heyecanlıyım, ayrıca da “kafam ıslak”.
Ve Londra. İkinci evim.
Hemen aklıma geliyor, telefonuma şarj aleti almam lazım, malum burada prizler farklı, dükkâna giriyorum, o sırada telefonum çalıyor.
Eyvah tehlike çanları çalıyor.
Arayan kocam.
“Efendim?”
“Neredesin, çabuk eve gel!”
“Gelemem, Londra’dayım.”
“Saçmalama Ayşe, çabuk eve gel!”
“Bak inanmıyorsan sana birini veriyorum.”
Oradaki şahsa durumu ucundan anlatıyorum.
“Şi is in London, Hitrov” diyor.
Telefonu alıyorum.
“Sen bittin, ya sen!”
Bir şeyler diyor.
Bu savaşın galibi benim, umurumda bile değil. Taksiye binemiyorum, metroyla şehre iniyorum. Lüks otelimize gidiyorum, acaba benim kredi kartı bana acır mı diye deniyorum.
Acımıyor.
Sokaklarda dolaşıyorum nerede kalsam diye.
Ne manyaksın diyorum, ne manyaksın.
Sürekli hesap yapıyorum.
Bu gece ucuz bir yerde kal; yüz dolar, elli dolara yemek ye, sabah metro, eve döneceksin işte korkma...
Sen esas eve dönünce kork!
O sırada telefon çalıyor, bu en korkulacak telefon. Bayan Rotenmayır arıyor, “annem”
“Ahdiebdmdodmdhevzrwldnxvsls, cagsoeofjfhwvskdododjdgsjd!” diyor önce, sonra da;
“Şimdi şu adrese git, aile dostlarımızın oteli, orada kalacaksın bu gece.”
Annem kocamdan çok kızıyor ama geçer ya, neticede anne, ayrıca yesinler bu annemin geniş çevre olayını.
Otele gidiyorum mis, yıkanıyorum, sonra yemeğe gitmek üzere çıkarken resepsiyondan “bir dakika” deyip elime bir zarf tutuşturuyorlar, içinde elin İngiliz’inin beş yüz poundu.
Allah be, canım Allah’ım.
Lüks otelime taksiyle gidip balık lokantasında harika bir yemek yiyorum, o sırada yan masama bir karı koca geliyor, yahu adam tanıdık.
Ana, adam Roger Moore, James Bond! Onlara bir şişe ucuzundan şarap yolluyorum, sohbet ediyoruz, resmim de var. Sonra sokakta yürüyorum.
Sabah otelin arabası beni havaalanına bırakıyor.
Ve evdeyim.
Sonrası mı?
Aman uzun...
Zaten boşandık.
Sonu belli.
İyi bayramlar.
Paylaş