Aç kollarını Bodrum, 48 saatliğine sana geliyorum

Tüm hafta çalıştım, hem yazılarımı yazdım hem de her sabah yedide kalkıp yayına çıktım. Akşamları eve gelince birlikte bir salata yiyebileceğim, bir bardak bir şey içebileceğim tüm arkadaşlarımı aradım. Bu nasıl işse bir tanesini bile İstanbul’da yakalayamadım.

Haberin Devamı

Topluca piyango mu vurdu millete anlamadım? Herkes bir yerlerde, kimisi yurtiçine kimisi yurtdışına, yağlamışlar tabanları.

İki kelam edecek kimseyi bulamayınca akşamları yatmadan evvel biraz twitter’a takılayım dedim, demez olaydım. Herkes adeta “Reha Muhtar Atina’dan bildiriyor” şeklinde.

“Amerika’dayım, ay New York pek soğuk”

“Tanzanya muhteşem, eğer gidecekseniz illa filanca otelde kalın”

“Kenya’daki safari inanılmazdı, bugün bir zürafa sevdim”

“Dubai süper, şimdi denizden çıktım, hala ıslağım”

“Bu tatil yurtdışına çıkamadım, ay vizem bitmiş o yüzden Kıbrıs’tayım”

Şeklinde yazılanları okudukça sinir oldum, resmen kıskandım, hatta dayanamayıp ben de yazdım;  “Kardeşim yediğiniz içtiğiniz sizin olsun, hatta gezip gördükleriniz de”

İmkânsızlıktan sucuk alamayan, sucuklu yumurta reklamını ağzı sulanarak izleyen çocuktan farkım kalmamıştı.

Haberin Devamı

Annemi arayıp dert yandım. Beni pohpohlar, derdime derman olacak üç beş söz söyler sandım ama annem yine konuya kendine uygun bir yorum getirdi;  “Eh ne yapalım kızım, sen de millet sabah akşam çalışırken evde oturduğun günlere say bunu”

O an karar verdim, “Cuma-pazar işin gücün yok Ayşe” dedim, “kalk git sen de bir yere, 48 saatliğine bile olsa tatil tatildir.”

 Peki ama nereye? Elbette en yakın mesafeye, yani Bodrum’a.


 Aç kollarını Bodrum, 48 saatliğine sana geliyorum

Uçak korkuma, tüm haftanın yorgunluğuna rağmen aradım Türk Hava Yolları’nı, ayırttım gidişimi dönüşümü. Kimselere de haber vermedim özellikle de anneme; çünkü kendisini bir akşamüstü elimde bir bardak margaritayla, güneş batarken arayıp arka fondan gelen müzik eşliğinde şaşırtmaya kararlıyım. (Annem interneti açmayı, oradan yazılarımı bulmayı becerip okuyana kadar yılbaşı olur, ondan rahat rahat döktürüyorum.)

Kızım deseniz o da babasıyla tatilde, eh hesap verecek bir zat da yok şükürler olsun, devam ettim 48 saatlik seyahatimi planlamaya.

Kendime güzel bir otelde, güzel bir oda ayırttım. Sonra nerede yiyip nerde içtiklerini her daim yazanlara inat, ben de iki gün sabah, öğlen, akşam nerede yiyeceksem onlara da yer ayırttım. Gülmeyin işte evet ayırttım, ayrıca Hüseyin Amca ve eniştesinin balıkçısı çok kalabalık olurmuş bayramlarda.

Haberin Devamı

Bu işleri halledince sıra geldi tekne gezisine. Ona sor buna sor, bir tekne turu da buldum. “Aman ya tekneyle Bodrum’un neresini gezeceksin, daha önce gezmedin mi?” demeyin, işin altında yatan durum farklı, hedef Yunanistan. Bazen vizesiz giriş yapılabiliyormuş, “İnşallah” dedim. Gerçi ben oraya girdim mi nasıl çıkarım, işte o bir muamma. Bir uzo, bir sirtaki, eh bir de… yani etraf güzel onu ima edecektim!

Vay be Ayşe süpersin. Bak gör, çok eğleneceksin diye kaptırıvermiştim ki kardeşim cadısı aradı. “Abla ne haber? Ay biz çok iyiyiz Cunda, Bozcaada falan işte.”

“İyiyim, yorgunum tabi ki Ayçacım”

“Ben de seni onun için aradım. Bak aklıma ne geldi, hazır hafta sonu geliyor, eh tatile de gidemedin, bari iki gün şu Riva’daki detoks kampına gitsen. Harikaymış; sabah sporu, sonra diyet yemekler, yüz maskeleri falan. Hem üç beş kilo verirsin, hem suratın falan bir şekle girer, pardon yani, hani kırışıklıklar falan demek istedim”

Haberin Devamı

Bu kızın suratına telefon kapatmaktan aldığım hazzı şu kiralık dünyada toplasan üç beş şeyden daha alıyorumdur, o kadar yani. Ayça cadısını da margarita, gün batımı ve müzik üçlüsüyle aramaya karar verip, başladım bavulumu toplamaya. İşin içine Yunanistan ihtimali girince iki üç mini elbise de ekleyiverdim, belli mi olur diye.

Sabah kalktım işe gittim, içim fıkır fıkır. Ne de olsa yarın tatile gidiyorum. İş çıkışı İstinye Mark’a uğradım; takma tırnak, takma kirpik, güneş kremi ve narçiçeği ruj aldım.

Tam dükkândan çıkmıştım ki, yıllardır görmediğim, eski kocamdan sonraki  en büyük aşkımı, ilk sevgilimi gördüm. O da beni. Bana doğru gelmeye başladı; “Aman Allahım” dedim “Hala yakışıklı, kaç yıl geçti.”

Haberin Devamı

“Selam fıstık” (Bana hep öyle derdi.)

“Selam Tanzanya canavarı” (Ben de ona böyle derdim. Ne romantik değil mi?)

“Kaç yıl oldu fıstık?”

“Çok oldu be Tanzanya canavarı”

Oturduk bir kafeye, birer “Kirsıoeyefıdkicoski” söyledik, şu aralar moda içki buymuş. Başladık konuşmaya, üç saat sonra istemeden de olsa vedalaştık, “Araşalım” dedim.

“Tamam fıstık, yarın Bodrum’a gidiyorum, iki gün de olsa kafa dinleyeceğim, dönünce hafta ortası falan ararım seni”

Burada yine topluca “Yok artık” diyoruz. Ben dedim vallahi.

Kalbim başladı bin atmaya, koştur koştur eve gittim. Bavulda ne varsa çıkarttım, Yunanistan kıyafetlerini özellikle. Ne işim var dedim elalemin memleketinde, gözünü yiyeyim kendi ülkemin.

Haberin Devamı

Bavulumu baştan yaptım, yaparken de onun en sevdiği renkleri seçtim; kot ve beyaz tişörte bayıldığını hatırladım, onları da ekledim. Takma, yapay her şeyden nefret ederdi; takma tırnakları ve kirpikleri de evde bıraktım ve artık hazırım.

Siz bu yazıyı okurken ben muhtemelen ya uçakta ya Bodrum’da olacağım. Ne yedim ne içtim, yok yok siz onlarla ilgilenmezsiniz; neler oldu, ne haltlar karıştırdım, amacıma vardım mı bilahare dönüşte anlatacağım.

Ben kaçtım.

Yazarın Tüm Yazıları