ANKARA, Başkent olmasından dolayı, siyasi iklimi sert bir kenttir.
Bu sertlik, devletin merkezi olmaktan dolayı hemen hepimizin damarlarında yerini bulmuştur.
İstanbul’lu gazeteciler için Ankara’lı meslektaşları kravat, takım elbise, siyasi haberler demektir.
Başkent’te siyaset, haftasonları bile mola vermez, kırıcı, sert yapısını kolay kolay yumuşatmaz. Ama her insan gibi, siyasetçilerin içinde de zayıf, kırılgan, hasretle andıkları bir nokta hep vardır.
Ankara Hürriyet geçen hafta hazırladığı özel Anneler Günü dosyasında kent siyasetçilerinin bu ince noktalarına dokundu.
KÖFTE VE MÜCVER
Belediye başkanları, annelerini, onlarla ilişkilerini, özlemlerini, anlattılar. İşte o sayfa, katı, sert, tartışmacı mizaçlı siyasetçilerin ortak paydası oldu.
Siyaset stili tartışmaya en çok yaslanan politik kimliklerin başında gelen Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek. Ve hemen her konuda onunla karşı karşıya duran Çankaya Belediye Başkanı Muzaffer Eryılmaz.
Gökçek, Ankara Hürriyet’e annesini anlatırken, 1993 yılında onu kaybettiğini söylüyor. Ardından, hepimizin içindeki bir duyguyu anımsatıyor:
"Çok güzel mücver ve köfte yapardı. Ne zaman bu iki yemeği görsem annem aklıma gelir."
Gökçek’le sık sık karşı karşıya gelen Eryılmaz, o günkü sayfada hemen Gökçek’in yanındaydı:
"Annem, ’Hayvan seven, insanları da sever, onlara kıyamaz’ derdi. Bu yaşımdayım annemin bu sözü bana hala rehberlik ediyor."
Ve hem Gökçek’in hem de Eryılmaz’ın hepimizi iç dünyamıza götüren anne cümleleri o gün siyaseti yumuşattı.
Hepimizin kişisel hafızasında bir anne yemeği vardır. Ve o yemek yeri gelir, şefkatin adı, yeri gelir sığınmanın tarifi olur. Annelerimizin bazı cümleleri kaç yaşımıza gelirsek gelelim kulaklarımızdan silinmeyecek.
KENDİSİ ÇOCUK
OLAN ANNE
Dün Anneler Günü’ydü.
Geçen yılki haberlerde, İstanbul’da en genç anne 17 yaşındaydı. Yani henüz lise çağında.
Henüz kendisi büyüyemeden, bir yaşam yeşertmeye çalışan bir çocuk. Kimbilir yaşı çok daha küçük, nüfus kağıdı olmayan kaç tane anne var bu ülkede?
Tadımızı kaçırmadan düşünmek gerek.
Bu ülkede hala anne ve bebek ölüm oranları çok yüksek.
Bu ülkede hala emekli maaşı kuyruklarında zorluklar çeken, aile içi şiddeti içine akıttığı gözyaşlarıyla göğüslemeye çalışan kadınlarımız var.
Ve bu ülkede hala bazı anneler çocuklarını yetiştirmek, doyurmak için hakkaniyetsiz koşullarda çalışıyorlar. Nazım’ın, dizelerindeki gibi:
"Kadınlarımızın yüzü acılarımızın kitabıdır/acılarımız, ayıplarımız ve döktüğümüz kan/karabasanlar gibi çizer kadınların yüzünü."
Ve bazen anlamak için okumak yetmez, yazmak gerekir.
Kişisel takvimimizin hangi yaprağı dönerse dönsün, hepimiz annelerimize yaşattığımız acılarla yazıyoruz tarihimizi.
Ve kaç yaşımıza gelirsek gelelim, içimizdeki adalet terazisini hiç kaybetmememiz gerekiyor. Bilmeliyiz ki, içimizdeki bu terazinin denge noktası annelerimiz.
Acılarımızla yazdığımız, annelerimiz.
Büyü ve günün maviliği üzerine
HER gün yüz yüzeyiz o gerçeklerle.
Soğuk, çıplak, sert gerçeklerle. Ya da gerçeklerin yanılsamasıyla.
"Sana ne istediğimi anlatayım" diyor Blanche duBois.
"Büyü!"
"İnsanlara bunu vermeyi istiyorum. Onlara gerçeği değil, gerçek olması gereken şeyi göstermek istiyorum. Eğer bu günahsa, bu günah tüm lanetiyle bana ait."
Gerçek, o silahın hiç patlamamış olması. Gerçek, hiç bir boşluğun kirli ellerle doldurulmaması. Gerçek, hiç kirlenmemek.
İşte bu, büyü!
Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü öğrencileri, öğretmenleri yönetmen Levent Suner’in rejisini taşıyorlar sahneye. Tennessee Williams’ın unutulmaz eseri Arzu Tramvayı’nı.
Suyun öte yanından Yunanlı müzisyen Manos Hadjidakis’in notalarını, İris Anlıatamer’in buğulu, büyülü sesi kursağımızda bırakıyor.
Karşımızda patlayan bir volkan görüyoruz.
Ebru Özkan, tiyatro tarihinin en önemli karakterlerinden biri olan Blanche’a yepyeni, izleri silinmesi zor bir hayat veriyor. Blanche’ın "büyü"sü sahnede gerçeğe dönüyor. Karşısında "gerçek" ile Stanley’i canlandıran Sertan Müsellim var. Büyü ile gerçek arasında Stella rolünde Çiğdem Sarıhan. Ve dönüşümlü oyunlarıyla Mitch’i canlandıran Ömer Eryiğit ve Utku Oğuz.
YÜZÜMÜZDE BİR ESİNTİ
Blanche, büyüyü anlatıyor. İstanbul, tarihi tramvayı geçiriyor halen damarlarından. Hep ardından koşarak tutunmak istediğimiz o tramvayı. Çanı, metal tekerlerin demire çarpmasına eşlik ederken, bir elimiz ve ayağımız tramvayda, diğerleri havada...
Yüzümüzde bir kent esintisi. Yüzümüzde bir büyü.
Oyun bir arzuyu mu, bir tutkuyu mu anlatıyor?
Belki Orhan Veli’nin dediği gibi:
"Arzular başka şey, hatıralar başka."
Bir başkasında:
"Bir tren sesi/duymaya göreyim/iki gözüm iki çeşme."
O tren sesi ki, bir katarsis kimisine. Ve hemen öncesinde:
Bir büyülü anda, "günün maviliği ondan" diyebilmek için...
Blanche’ın fısıltısı "yırtılan bir ipek sesiyle" yankılanıyor.
Bir silah patlıyor. Bir baht dönüşü. Ve asla dikilemeyecek (yırtılamayacak) bir yazgı başlıyor.
Kaçırılmaması gereken bu oyun, her cuma DTCF Tiyatro Bölümü’nde sahneleniyor.
Ve o unutulmaz replik, kırmızı fenerin hemen yanında, havada asılı kalıyor: