9 Nisan 2010
BAŞKENT bir güneşli, bir bulutlu bugünlerde. Çankaya sırtlarına vurdu mu yağmur, Sıhhiye’ye varması an meselesi. Oradan da ver elini Ankara Kalesi.
Çevreme bakıyorum, hemen herkesin mutsuz başladığı bir haftanın sonu geldi bile bu sağnak melankoli altında.
Hafta başında “pazartesi sendromu”nun keyifsiz fısıltıları duyuluyordu dört bir yanda.
Bugün, yarına işaret eden ufak umut parçaları dolduruyor kulaklarımızı. O da haftasonu tatilinin hatırına.
Emin olun pazartesi günü yine aynı fısıltılar kaplayacak yaşamı.
Bir eksik ya da bir fazla.
Bizler de aynı yolları arşınlayan bir nöbetçi gibi tutacağız yaşamın kapısını.
Tutacağız ki, açılıp, uçup kaçıvermesin.
Kimbilir korkuyoruz belki kaybetmekten, hiç yaşa(ya)madığımız hayatlarımızı.
Milyarlarca yıllık bir varoluşun minik zerrecikleri olarak tüm benliğimizle tutunduğumuzu sanıyoruz yaşama.
Tutunduğumuzun ne olduğu ise meçhul.
Niyetim hiç de, ilk gençliğimizin “Carpe Diem”, “Sieze the day” geyiklerini yapmak değil.
Ama sanki, hayata yaptığımız bu alacaklı muamelesi, koparıp uzaklaştırıyor bizi andan.
İşte zaman tam da şurada(ydı.)
Az önce, biraz evvel...
Kimbilir, belki de yaşam denilen dokunulmazı Olympos’tan indirmenin, indirip ona dokunmanın onu zamanla tanıştırmanın vakti gelmiştir.
Sanki bir kutuya hapsolmuş, Borges’in labirentlerine taş çıkartan o sıkışmışlığı, düşünmeyi engelleyip tek tipleştiren yaşama dokunmanın...
Bütün bunları düşünürken, Misket Elif Tüfekçi kafamı çeliyor.
“Bazılarına” diyor, “bu hayat hep borçlu kalacak.”
Ama yine de “büyük ciddiyetle yaşayacaksın...”
Nazım Hikmet gibi diyor:
“Diyelim ki hapisteyiz, / yaşımız da elliye yakın, / daha da on sekiz sene olsun açılmasın demir kapının. / Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, / insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla / yani, duvarın ardındaki dışarıyla.”
“Böylesine sevilecek bu dünya” işte bir “sincap” gibi yaşayarak.
“Yani bütün işin gücün yaşamak olacak.”
Hava raporları haftasonu için “parçalı bulutlu”dan “çok bulutlu”ya hatta “sağanak yağış”a uzanan bir profil çiziyor.
Kısacası, haftasonu çok parlak günler gözükmüyor.
Ama yine de...
Nazım’ın “sincabından”, Can Baba’nın “sidikli kontesi”ne yolculukta, “ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi.”
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2010
GÜN gelir söyleyecek sözünüz kalmaz bir şehre. Bir süredir “sanki yataktan yanlışlıkla kalkıyor” gibisinizdir.
Adalet Ağaoğlu’na bu sözleri yazdıran hikayedeki gibi “Gün Üç Dakika”dır belki.
Unutmamak için o kelimeyi, ardına nişadır sürülmüş gibi koşarken, gelir karşınıza bir hayal, baş koyar size.
O anda en klişe, en klasik, klasikliğine inat en sıradan aforizma kitabı dayanır size, kalakalırsınız.
İşte o gün söylediğiniz “çok şükür”ler, işte o gün sıraladığınız “Allah korusun”lar...
Bana değmeden “evimin duvarlarının arasına sığınayım”lar...
İşte tam da o gün ofsayta düşer.
Ve tabi ki siz düştüğünüzü bile bile yan hakeme elinizi kolunu kaldırırsınız.
Siz sınırlarınızı merak ederken yaratıcılığınızın, bir şehir, bir sima, bir rüzgar tutar sizi kolunuzdan savurur o bildik mahalleye.
Güzeldir elbet o mahalle ama taşlarla örülüdür, siz bambaşka bir hayal biçmişsiniz ya kendinize, o taşlar kocaman olur büyür, gönlünüze, yüreğinize oturur.
Nasıl aşk illa ki değilse bir insana, aidiyet de bir o kadar yetimdir.
Arasanız da melodilerin hüzünlü hecelerinde bir çıkış, bilmelisiniz ki tek yapmanız gereken sokağa çıkmaktır, adı konulmamış yasağına inat.
Herkese inat, aynı şarkıyı onlarca kez dinleyerek, adımlarınız zihninizle inatlaşırken, hani, diliniz zihninizle, zihniniz yüreğinizle, yüreğiniz ayaklarınızla yarışırken koşamamak gibi.
Kötü bir rüyadan düşer gibi.
“Sanki” denilmeyen bir hayatı özleyip, “keşke” demekten bihaber, pişman olmadan güneşe doğru dört nala koşarken...
Hani sevdiğinize Gül Bahçesi’ni göstermeyi es geçer gibi.
Sırasız, kuralsız, koşulsuz, hepsinden azade sıfatsız yaşar gibi.
Hiç kimseden hatta hiçbir şehirden korkmadan adım adım, kulaç kulaç, mısra mısra ilerlerken...
İşte o gün şehir mi sizi kusuyor, yoksa siz mi şehri, bilinmeyen bir bulmacaya dönüşür.
Ve siz eski şehri özlersiniz.
Ayşegül Çelik, “Kadın Öykülerinde Ankara” kitabında “Ankara’nın genç bir başkente benzediği zamanlar”ı anlatıyor.
Ama ne güzel anlatıyor.
Çelik’in Fener Alayı öyküsünde kimler yok ki?
Sabiş, Tandoğan Meydanı’ndaki su perileri, kentini seven bir Postacı, Nurseven, Yenimahalle’nin yuva kavunu, İclal, sahibinden çok gezen 44 numara kahverengi bir çift pabuç, Gültekin ve Aşk...
Çelik’in kalemi, “Elektrikli testerenin, çelik baltaların icadından habersiz, kent ortasında büyüyüvermiş bir ağaç kadar rahat.”
Ve Ankara da artık o hikayedeki kentini seven bir Postacı gibi:
“Kat yerleri hırpalanmış ipek bir mendil gibi duruyordu koltukta.”
Efnan Dervişoğlu’nun hazırladığı “Kadın Öykülerinde Ankara” kitabında 22 öykü yer alıyor. Nazlı Eray’dan, Adalet Ağaoğlu’na, Füruzan’dan, Sevgi Soysal’a, Yaşar Seyman’dan Erendiz Atasü’ye, 22 kadının hikayesi...
Sel Yayıncılık’tan çıktı.
Ankara’yı özleyenler için.
Yazının Devamını Oku 26 Mart 2010
BU kentte ulaşımın özelleştirilmesi yönündeki en önemli adımlardan birini atan isimdi Melih Gökçek. Bir ara çift katlı otobüsleri sefere çıkarttı. Arada da yeşil otobüsler vardı.
Ama artık Ankara’da genel olarak “özel halk otobüsü sorunu” var.
Hanginiz bu otobüslerde seyahat ederken kendinizi güvende hissediyorsunuz?
Acaba Başkent’teki özel otobüslerin yaş ortalaması kaç?
Geçmişte freni patlayan, ölümlere neden olan otobüsleri hatırlıyoruz.
Ya otobüslerin şoförleri?
Belediye otobüslerinden daha çok yolcu almak için son sürat, ralli pistindeymiş gibi trafikte saatli bomba gibi otobüs kullanan şoförler?
Ben bu otobüslere her binmek zorunda kalışımda “Bir an önce varsak da otobüsten insem” duygusunu yaşıyorum.
EGO, seyahat esnasında otobüsleri denetliyor mu acaba?
Hiç sanmıyorum.
***
Ulaşım fiyatları mahkeme kararıyla ucuzlayınca bir baktık ki bütün halk otobüsçüler meydanlara döküldü.
Davayı açan derneğin kapısında protesto gösterileri yaptı.
Bu tür “demokratik” eylemlere karşı “anlayışını” çok iyi bildiğimiz Gökçek de kanal kanal gezerek televizyonda belediyenin ne kadar da zor durumda olduğunu anlattı.
Özel halk otobüslerinin hizmet verdikleri, genelde değerli ve yolcu sayısı yüksek hatlar.
Bu hatlarda yolcular ucuz taşınsa bile zarar etme ihtimalleri hiç inanılır gelmiyor.
Zaten bu otobüslerin plakalarının piyasa değerinin de milyon liralarda olması bu ihtimali sıfıra indiriyor.
Demek ki bütün gürültü, çok yüksek olan kardan edilecek zarar nedeniyle kopartılıyor.
Hangi otobüsü günlük kaç yolcunun kullandığı ve dolayısıyla her otobüsün cirosunu belirlemek belediye için bir kaç dakikalık iş. Bu belirlendikten sonra bir otobüs günde ne kadar kazanıyor, giderleri nedir, bunları hesaplamak da ekonomi bölümü birinci sınıf öğrencileri için bile çocuk oyunacağı.
Bunlar belirlenip kim ne kadar kar, ne kadar zarar ediyor çıksın ortaya.
Kimin hangi suda ne için fırtına koparttığı da görülsün.
Ama pardon, dur bir dakika.
Yazdıklarımda sanırım bir mantık hatası var.
Evet evet, kesin bir mantık hatası var.
Burada temel aritmetik hesabından bahsederken, bu hesabı Gökçek yönetimindeki belediyenin yapabileceğini söyledim.
Doğalgaz borcunu yıllarca ödemeyen, başladığı metro hatlarının maliyetini, tamamlanma zamanlarını hesaplayamayan, sağa sola abuk sabuk ölü yatırımlar yapmaktan vazgeçmeyen Gökçek yönetimi mi yapacak bu hesabı?
Hadi canım ordan!
Yaşam’ı ıskalamayın
ESKİŞEHİR Yolu’nda bir araba çarpıp kaçmış Yaşam’a.
Bir hayvanseverin ihbarı üzerine alınıp veteriner kliniğine götürülmüş.
Bu fotoğraf çekildiği sırada beyin sarsıntısı geçiriyor ve akciğerleri kanamaya başladığı için burnundan kan geliyormuş.
Bir yandan da geçirdiği şok yüzünden durdurulamayan bir titremesi varmış.
Yaşamkent Veteriner Kliniği’nden veteriner hekimler Eray Ergezen ve Umut Coskun’un müdahaleleri sonucu Yaşam’ın genel bulguları düzeldi.
Şu an için sadece sağ kalçasında bir kırık var. Ancak o da büyük ihtimal ameliyata gerek kalmadan kafeste dinlenmeyle düzelecek.
Yaşam’da ileri derecede gelişim bozukluğu var, kemikleri çok az gelişmiş. Nerdeyse hiç beslenmemiş gibi.
Dolayısıyla iyi bir bakıma, sıcak bir yuvaya ihtiyacı var.
Ölümün kıyısından dönen Yaşam’a bir fırsat tanımak isteyenler iruacan@yahoo.com adresi veya 217 58 28 numaralı telefonla irtibata geçebilir.
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2010
HANİ mart baharın habercisi ya... Ankara’da da bu kentin klasik ayazına inat baharı müjdeleyen bir güneş var son günlerde. Ayazı daha da vurgulayan...
Hava tahminleri de yaklaşan baharı müjdeliyor.
Bizlerin vücut takvimi de...
Her ne kadar her geçen sene bu kent biraz daha tanınamaz hale geliyorsa da, bir bahar sabahında sokaklara vurmak kendini hala kırıntısı da olsa bir umudu yeşertiyor.
Gözlerimizi o bahar sabahına kapatıp, kentin hayallerimizdeki siluetini koklayabilmek bile bir hediye haline geliyor zaman zaman.
Hatırlıyorum da, Gelincik Sokak’taki bahar habercisi çağlaya uzanıp, dalından koparıp dişlediğimiz o geceden uzayan sabah saatleri...
O günler ne ulaşım krizi vardı gündemimizde, ne de kentin pahalı hizmetleri.
Bulvar henüz bozulmamış ya da özel halk otobüsleri icat edilmemişken.
Hani biraz daha çocukluğa uzansak, troleybüslerin Kuğulu Park’a yanaşması gelecek gözlerimizin önüne.
Sanal, kısır, sonuçsuz tartışmaların içinde boğulmamış, alışveriş merkezlerine tıkılmamış zamanlar.
Özgür, alabildiğince uçsuz bucaksız gibi gözüken, hiç bitmeyecek gibi gelen zamanlar...
O günlerde ne bahar yorgunluğu bozuyor ritmimizi, ne de saçma sapan kifayetsiz bir tartışma.
Bir kardeşim elinde kalemi önce bir çay yaprağının öyküsünü yazıyor, sonra da sabahlara uzanan geceleri.
Kimbilir belki de yazmaktan vazgeçmeden hemen önceye denk düşüyor o satırlar:
“Bir ritimle gidiyoruz. Gideceğimiz yer belli, ne hoş. Varacağımız zaman.”
Üç kişiyiz, sokaklar bizim 24 saat boyunca o günlerde ve varacağımız yerin hiç değişmeyeceğini sanıyoruz.
Sokakların ölmeyeceğini düşünüyoruz, zamanın kopmayacağını...
Ve bu kentin hiç bozulmayacağını.
Her ne kadar bir bahar gelip tamir etse de zamanı bir ıslıkla toplanan çocukluk anılarımız bohçamızda bir bahar sabahı uzanıyoruz o çağla dalına.
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2010
BAŞKENTİMİZİN yeni gündemi ulaşımdaki kaos. Kaos denilen de bir mahkemenin verdiği karar.
Bu karar doğrultusunda pazartesiden geçerli olmak üzere tam bilet 90, öğrenci bileti de 60 kuruştan satılacak.
Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, bağırıp duruyor.
EGO’nun zaten zarar ettiğinden, son kararla zararın daha da artacağından dem vuruyor.
Hem sefer sayılarını azaltacağını hem de transfer uygulamasını kaldıracağını açıkladı.
Sanki gelinen bu noktadan vatandaş sorumlu.
Oysa, gelinen noktanın tek sorumlusu var o da 16 senedir bu kenti yönete(meye)n Gökçek.
Sürekli kenti borç batağına batıran, doğalgaz paralarını BOTAŞ’a ödemeyen, metroyu tamamlayamayan, bırakın tamamlamamayı mevcut inşaatları çüremeye terk eden kim?
Ama Gökçek’in en başarılı olduğu konu, sorumluluğu başkalarına atıp, aradan sıyrılmak.
Ankara’da inşaatı yıllardır tamamlanamayan üç metro hattı var. Bu metro yapımlarını üstlenen firmalarla belediye davalık.
Çünkü süre uzadıkça maliyet artıyor.
Gökçek de bilet fiyatlarını düşüren mahkeme kararına isyan ettiği basın toplantısında bunu kabul ediyor:
“Metro çalışmaları belli noktaya geldi ancak şu anda mevcut işi yapan şirketler 10 yıl önceki fiyatlarla işi yapamayacaklarını söylediler. Kalan işlerin yapılması için mevcut şirketler tasfiye edilip yeni şirket kurulacak.”
Tamamlanamayan metro hatları, Gökçek yüzünden bu kentin sırtında kambur olarak duruyor.
Peki bu kamburun maddi sorumluluğu kime ait?
Tabi ki Gökçek’e.
Kentin uğradığı milyonlarca liralık zararı kim karşılayacak?
Ya da bu zararın hesabı sorulmayacak mı?
Gökçek, bilet fiyatlarının indirilmesiyle ilgili “Bu karar belediyeyi iflasın eşiğine getirir” demiş.
İlginç.
Yukarıda anlattığım tabloya bakınca insan soramadan edemiyor.
Belediye zaten iflas etmemiş miydi?
Plaka fiyatları neden yüksek?
MAHKEMENİN son bilet kararının ardından özel halk otobüsçüler ve minibüsçüler de isyan halinde.
Pazartesi günü kontak kapatıyorlarmış.
Ankara Özel Halk Otobüsleri Odası Başkanı Mustafa Ali Şişman, yeni fiyatlarla günlük 350-400 TL zarar edeceklerini söylüyor.
Ankara’da hemen hergün otobüs veya dolmuş kullanan bir kişi olarak bu zararın nasıl oluşacağını merak etmiyor değilim.
Balık istifi insan taşıyan minibüslerdeki “ışıkta çökelim” repliği hala işitiliyor.
Belediye otobüsünü geçip, daha fazla yolcu alma çabasındaki özel halk otobüslerinin trafik kurallarını hiçe sayan tehlikeli durumları da malum.
Ama bundan daha önemlisi, zararın eşiğinde olduğu söylenen bu otobüs ve minibüslerin plaka değerlerinin nasıl milyonlara vurduğunu da anlayabiliyor değilim.
Ya bu plakalar hakikaten değerli ve bizler klasik bir esnaf ağzıyla karşı karşıyayız.
Ya da birileri plakalar üzerinde ciddi spekülasyonlar yapıyor.
Karar sizin.
Yazının Devamını Oku 26 Şubat 2010
MARMARA Belediyeler Birliği, kentsel trafik konusunda bir seminer düzenledi. Bu seminerin, özellikle engellilerin yaşadığı sıkıntılar açısından tüm kentler için bir sorun izleği yakaladığını söylemek mümkün. Birliğin Çevre Yönetim Merkezi Direktörü Aynur Acar aslında hem komik hem trajik bir veri açıklıyor konuşmasında.
“Turist kazalarının çoğu, yaya geçitlerinde oluyor” diyor Acar ve devam ediyor:
“Türkiye’de, turistlere yaya geçitlerinde çarpıyoruz. Çünkü sürücülerimiz, yaya kaldırımlarında çok dikkatsiz ve umursamazlar. Bunun nedeni de Avrupalı sürücülerin yaya kaldırımlarında yayayı görünce durarak yol verme mecburiyetidir. Türkiye’de ise yayalar, korkudan sürücülere yol veriyor.”
Meali;
Trafik kurallarının ilahi kurallar gibi algılandığı ve uygulandığı bir memleketin adamı...
Bizimki gibi trafik kurallarının takdir-i ilahi’ye havale edildiği bir ülkeye gelirse...
Yaya geçidinde ezilmemesi mümkün değil.
Üstelik “eskaza” ezilmez de, arabanın altında kalmaktan kurtulursa, bu sefer de “yola atladığı” için şoförün dayağından kurtulması gibi başka bir sorunla mücadele etmesi gerekir.
İşte dün yolları otabana dönüştürülmüş Başkent’ten böylesine üzücü bir haber duyuldu Türkiye’de. Tekel işçisi Hamdullah Uysal, Kızılay’da karşıdan karşıya geçmek isterken yaşamını yitirdi.
Ecnebilerin temel bir bakışı var konuya.
O da, yolların araçlar ve insanlar arasında adaletli, hatta insanlar açısından pozitif ayrımcılıkla kullanılması.
Oysa bir bakın çevrenize. Hangi yol, düzen, sistem yayalar için oluşturulmuş durumda?
Bizde trafik, araçsız insanların kendilerini araçlı insanlara karşı koruması mantığı üzerine kuruludur.
Üstelik kimse poposunun altında bir otomobille doğmamış olmasına rağmen.
Araçsız bir insan, bir otomobilin sürücü koltuğuna oturur oturmaz Dr.Jekyll-Mr.Hyde hikayesi yaşanıyor.
Farkındaysanız bizdeki trafik eğitimi hepimizin zihnine kazınmış “önce sola, sonra sağa, sonra tekrar sola” bakın cümlesinde saklıdır. Şoförlere mutlaka yaya geçidinde durun denmesi hiç gelmez aklımıza.
Ama işte bu yüzden yok mu onca “bir İngiliz, bir Fransız, bir Türk” diye başlayan fıkralar?
Tıpkı feministlerin toplantısının anlatıldığı fıkrada olduğu gibi.
Feministler kocalarına gidip “Bundan sonra kendi bulaşığını, çamaşırını kendin yıkacaksın. Ben artık karışmayacağım” deme kararı alırlar.
Altı ay sonra tekrar toplanmışlar, Alman kadın anlatmış:
“Gider gitmez kocama her işini kendisinin yapmasını söyledim. Bir gün birşey göremedim. İkinci birşey göremedim. Üçüncü gün bir de baktim ki bulaşığı yıkamaya başlamış.”
Bütün kadınlar üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri söylemiş.
Sıra Türk kadınına gelmiş, olanları anlatmış:
“Gidip kocama bundan sonra bulaşığı benim yıkamayacağımı, o devrin bittiğini, bundan sonra kendisinin yıkaması gerektiğini söyledim. Bir gün birşey göremedim. İkinci gün bir şey göremedim. Üçüncü gün sol gözüm biraz açılmaya başladı.”
Kıssadan hisse...
Gözünüzü, dört açın, sola sağa bakmadan sakın ha karşıya geçmeyin.
Kendi memleketinizde turist durumuna düşmeyin.
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2010
BÜYÜKŞEHİR Belediyesi’nin Meclisi’nde yıllardır bir tiyatro sahneleniyor.
Kimbilir, belki de kötü bir “bulvar” komedisi.
Olağan Gökçek vodvili.
TBMM’den 2005 yılında 5393 numarasıyla çıkıp yasalaşan “Belediye Kanunu” bir Denetim Komisyonu kurulmasını emrediyor.
Bu yasanın 25.maddesi bu komisyonun en az üç, en fazla beş üyeden oluşmasına hükmediyor.
Bu maddenin en önemli hükümlerinden biri şöyle diyor:
“Komisyon, her siyasi parti grubunun ve bağımsız üyelerin meclisteki üye sayısının meclis üye tam sayısına oranlanması suretiyle oluşur.”
Bir diğer deyişle, eğer ortadaki demokratik bir meclis ise, yasa maddesi muhalefetin üyesinin de bu komisyonda bulunmasını emrediyor.
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2010
Siyasi ve faili meçhul cinayetlerin yeniden gündeme geldiği Türkiye, tam 30 yıl önce işlenen ve 12 Eylül’e uzanan yolun önemli kilometre taşlarından biri olan Zeki Tekiner cinayetini hiç konuşmuyor.
TÜRKİYE Hrant Dink cinayetinin davasıyla birlikte siyasi cinayetleri, faili meçhul katliamları tartışmaya başladı tekrar.
Uğur Mumcu, Ümit Kaftancıoğlu, Metin Göktepe, Kemal Türkler, Abdi İpekçi, Cavit Orhan Tütengil, Hrant Dink, Doğan öz, Musa Anter, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy...
Liste uzayıp gidebilir şüphesiz.
Bu ülkenin yakın tarihinin kara noktaları bunlar.
Ama bu kara noktalarda arasında bir siyasi cinayet var ki, son günlerde hiç konuşulmadı.
Oysa bu cinayet 12 Eylül’e uzanan dönemde önemli bir kilometre taşıydı.
Doğduğu topraklara döndü
Yazının Devamını Oku