Ateş Yalazan

When I’m Sixty-Four

31 Temmuz 2009
HEP düşünürüm, dedelerimizin, anneannelerimizin çocukluklarını gözümüzünü önüne getiremeyiz bir türlü. Hep ak saçıyla, ağırlığıyla bildiğimiz kişiler çocukken nasıldı bilemeyiz.

Tıpkı liderlerin, siyasetçilerin o hallerini hayal edemediğimiz gibi.

O yüzden de siyasetçilerin, sanatçıların çocukluk hallerini gösteren, anlatan fotoğraflar hep ilgi çeker.

Bizler bile çocukluğumuzu hatırlamak için kimi zaman internette dolaşan o yazılara ihtiyaç duyuyoruz.

Acaba bugünkü belediye başkanlarının, kent yöneticilerinin çocuklukları nasıldı?

Acaba onlar mahallelerde oyun oynamazlar mıydı?

Onların buluştukları bir arsaları, üzerinde sohbet ettikleri, saatlerini geçirdikleri bir duvarları yok muydu?

Acaba onların mahalleleri yok muydu?

Peki onlar neden bizler gibi o zamanki insan ilişkilerini, komşulukları özlemiyorlar?

Ya da özlüyorlarsa neden bugün her yer devasa alışveriş merkezleriyle, rezidanslarla, beton yığınlarıyla dolu, bizleri bizlerden koparan?

Ankara Hürriyet’te dün bir haber yayınlandı. Emekli-Sen Genel Başkanı Veli Baysülen’in açıkladığı İŞKUR verilerine göre 65 yaşın üstündeki insanların iş arama oranları çok yüksek.

Bu ülkedeki geçinme derdinin en somut göstergelerinden biri.

Ama o açıklamada çok daha yürek burkan bir başka rakam vardı.

Araştırmaya göre bugün emeklilerin yüzde 85’i ileri yaşlara gelmiş olmalarına rağmen henüz bir kez bile tatil yapabilmiş değil.

Yani neredeyse hayatları sonlanmak üzere olan insanların tamamına yakını hem hala çalışmak zorunda, hem de bir kez bile tatil yapmamışlar.

Bundan sonra da hiç bir zaman yapmayacaklarını tahmin etmek çok güç değil.

Gencine, öğrencisine, kadınına, memuruna, çalışanına yeterli sosyal koşulları sağlayamayan bu devletin yaşlısına da hayatında bir kez bile tatil imkanı sunamaması en az sonlanmak üzere olan bir yaşam kadar hazin.

Bugün yöneticiler, çocukluklarını hatırlamadıkları gibi, yaşlılıkları da önemsemiyorlar.

The Beatles’in 1967 yılında çıkarttığı ve dörtlünün kariyerinin, müzikalitelerinin zirvesindeki "Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band" albümünün en önemli balatlarından biridir "When I’m Sixty-Four."

Şarkı, yaşlanıp saçlarını kaybetmeye başladığında neler olacağını merak eden bir genci anlatır.

Acaba hala kendisine sevgililer günü, doğumgünü kartları gelecek midir?

Daha çok sevgiliye sorulan bu sorular Türkiye’deki yaşlıların ne kadarı için geçerli bilmiyorum.

Ama The Beatles’in "64’üme geldiğimde hala bana ihtiyaç duyacak mısın" sorusuna Türkiye’deki yanıt çok net.

Evet, tatil bile yaptıramadığımız yaşlılarımıza ihtiyacımız hiç bitmeyecek.

Onları mezara kadar çalıştıracağız.

Tornetli metrolar

ANKARA Valisi Kemal Önal, geçen hafta içinde Başkent’in bitirilemeyen metrolarını gezdi.

Anadolu Ajansı’nın haberine göre yetkililerden bilgi aldı, memnuniyetini ifade etti.

Önal’a bu gezisinde eşlik eden EGO Genel Müdürü Ömer Ulu, Kızılay ile Necatibey arasında tünel açma çalışmasının sürdüğünü söyledikten sonra şöyle demiş:

"Önümüzdeki 4-5 ay içinde bu da bitince, inşaatın ilerleme aşaması yüzde 95’ler seviyesine ulaşmış olacak. O zaman Kızılay’dan girdiğimizde Çayyolu’ndan çıkabileceğiz."

Sanırım vali bu sözleri de memnuniyetle karşıladı ve bu duygusunu göstermek için başını aşağı yukarı salladı.

Seçim döneminin en önemli vaatlerinden biri olan metro inşaatlarının yakın zamanda bitme ihtimalinin bulunmadığını sanırım farkında olmayan Önal şu soruyu sormadı:

"Sayın Genel Müdür neyle çıkacağız Çayyolu’ndan?"

Valinin sormadığı soruyu başka türlü de sormak mümkün:

"Sayın Ulu, o tünelden tornetle mi çıkacağız?"
Yazının Devamını Oku

İyi ki belediye başkanlığı var

24 Temmuz 2009
MALUM Öğrenci Seçme Sınavı sonuçlandı. <br><br>Bazı meslek önerileri sunuyorum. Şehir plancısı, mimar, hukukçu, ekonomist, yol mühendisi, sanat tarihçisi, tiyatro eleştirmeni, heykel eleştirmeni, resim eleştirmeni, hesap uzmanı, gazeteci, organizatör, iç mimar, su mühendisi, baraj mühendisi, hukukçu, inşaat mühendisi, jeofizik mühendisi, maden mühendisi, işletmeci, makine mühendisi, orman mühendisi, siyaset bilimcisi, arkeolog, çevre mühendisi, bahçe bitkileri uzmanı, bankacı, agronomist, akortçu, aktör, akustikçi, analist, antika satıcısı, antropolog, arkeolog, astrofizikçi, astrolog, bakteriyolog, bankacı, bilgisayar mühendisi, bilirkişi, biyolog, botanikçi, bütçe uzmanı, besici, çevrebilimci, dedektif, desinatör, diyetisten, doğalgazcı, kaldırım mühendisi, eğitimci, elektrik mühendisi, elektronik mühendisi, embiriyolog, emlakçı, endüstri mühendisi, ergonomist, etolojist, etimolog, etnolog, filozof, fizyonomist, fotoğrafçı, futbol adamı, genetik mühendisi, gıda mühendisi, gökbilimci, grafiker, halkbilimci, harita mühendisi, istatistikçi, jeolog, kimya mühendisi, kontrolör, laborant, matematikçi, meteoroloji uzmanı, müfettiş, patolog, polisajcı, politikacı, remayözcü, sürveyan, tarihçi, uzay mühendisi, yatırım uzmanı, yazılım mühendisi, zoolog.

* * *

Bütün üniversiteler tanıtımlar düzenliyor, öğrenciler doğru mesleği seçmeye çalışıyor.

Hayatlarını şekillendirecekleri, meslek yaşamlarındaki mutluluk-mutsuzluk dengesini kestirmeye çalıştıkları ciddi bir yol ayrımındalar.

Bir çoğu kara kara düşünüyor, hangi mesleği seçeceklerine karar veremiyorlar.

Oysa kolayı var.

Her konudan anlamak, her konuda ahkam kesmek için tek bir iş yapmak yetiyor bu ülkede.

Bakın Ankara’nın son yıllarına.

Boşverin bu meslekleri...

Belediye başkanı olun...

Belki boyunuz uzayıp kısalmaz ama onlarca mesleğe sahip olursunuz.

Hem de onca yıl okuyup, uzman filan olmaya gerek kalmadan.

Charlie’nin yaz partisi

ANKARA gelecek hafta sonu güzel bir partiye evsahipliği yapacak.

Kendisi de sokaklardan sahiplendirilmiş olan Charlie, sahipsiz dostları için yuva arayacak.

Doğal Hayatı Koruma ve Sokak Hayvanlarını Barındırma Derneği ile Yaşamkent Veteriner Kliniği’nin ortaklaşa etkinliği "1 Ağustos’ta 1 Can Dostu Sahiplenin" adını taşıyor.

Dernek tarafından koruma altına alınmış sahipsiz hayvanlara sıcak birer yuva aranacak.

Ankaralı hayvanseverlerin yuva arayan hayvanlarla bizzat tanışma imkanı bulacağı bu etkinliğe evsahipliği yapan Charlie de bundan altı ay önce sokakta bulunmuş. O günden bu yana de derneğin maskotu haline gelmiş.

Cumartesi akşamı yapılacak etkinlikte hayvan sahiplenmek isteyen aileler ile sıcak bir yuva hasreti çeken sahipsiz hayvanlar buluşturulacak.

Hiçbir maddi boyutu bulunmayan etkinliğin tek amacı sahipsiz köpeklere yuva bulmak.

Aynı zamanda etkinliğe katılan insanları bilinçlendirmek de hedefler arasında.

Dernek yetkilileri, köpek sahiplenmek istemeyenlere de destek çağrısında bulunuyor.

Bir istekleri daha var hayvanseverlerin.

Hergün bölgedeki sahipsiz hayvanları besledikleri için gelenlerin beraberlerinde mama getirmelerini istiyorlar.

Ayrıntılı bilgi 217 58 28 numaralı telefondan veya iruacan@yahoo.com elektronik posta adresinden alınabilir.

Nöbetçi semt veterinerleri

HEYKELTRAŞ arkadaşım Aylin Tekiner ile sohbet ederken hatırladık.

Dikmen’de eskiden sağlık ocağının olduğu yerde prefabrik tarzda bir veteriner kliniği olduğunu anlattı Aylin. Semt sakinleri yaralı hayvanları buraya götürebiliyor ya da sokak hayvanları aşılanıyormuş. Bugün bildiğim kadarıyla hiçbir belediyenin böyle bir uygulaması yok.

Ama hayata geçmemesi için de hiçbir neden yok.

Her semte 24 saat açık ve bir veterinerin önderlik ettiği hayvan klinikleri kurulabilir. Böylece yolda kaza geçirmiş bir hayvan bulan vatandaşlar, daha rahat, daha kolay biçimde bu hayvanları tedavi ettirebilirler.

Aynı zamanda mahallelerdeki kısırlaştırma uygulamaları da buralarda daha etkin ve hızlı biçimde gerçekleştirilebilir.

Kimbilir belki uygulamayı Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık başlatır.

Böylece diğer belediyelere de örnek olabilir.
Yazının Devamını Oku

Büyük Festivalin açıklanmayan ihalesi

10 Temmuz 2009
BUGÜNLERDE belediyenin tüm işi gücü Büyük Ankara Festivali. Bu yıl ikincisini düzenliyor.

Başkan Melih Gökçek’in büyük bir kıvançla bahsettiği festivalde her gün ayrı bir sanatçı sahne alıyor. Kimler yok ki...

Serdar Ortaç, Kıraç, Demet Akalın, Ebru Gündeş, Yeşim Salkım, Zeynep Başkan, İsmail Türüt...

Geçen yılki festivalden önce Gökçek yaptığı açıklamalarda festivale katılacak sanatçıların masraflarını sponsorların karşılayacağını açıklamıştı.

Yani nerdeyse bedavaya festival yapıyor olduğunu gururla anlatıyordu.

Ancak sonra bir de baktım ki, 8 Temmuz 2008 tarihinde belediye bir ihale yapmış.

İhalenin adı "2008 yılı Büyük Ankara Festivali Organizasyonu."

İşin niteliği ve türü:

"2008 yılı Büyük Ankara Festivali Düzenlenmesi Organizasyonu hizmet alım işi."

İhaleye iki firma teklif vermiş bu tekliflerden 3 milyon 565 bin liralık olan ihaleyi kazanmış.

Kazanan firma ANKET A.Ş.

Yani belediyenin şirketi.

Belediye böylece geçen yıl kendi şirketine festival için 3.5 milyon TL (eski parayla 3.5 trilyon lira) aktarmış.

Yani öyle bedavaya falan gelmemiş festival.

İlginç bir nokta daha var. Bu ihalenin ilanı belediyenin internet sayfasında da yayınlanmadı.

Nedense belediye hiç birimizin bunu duymasını istememiş.

Bu yıl yine büyük festival düzenleniyor.

Ve biz yine kaç liraya çıktığını, sanatçıların ücretinin (sponsorlar tarafından karşılansa bile) ne kadar olduğunu bilmiyoruz.

Anadolu Ajansı dün bir haber geçti.

Balıkesir’in Burhaniye ilçesinde düzenlenen "20. Burhaniye Ören Turizm Kültür Ve Sanat Festivali"nin 10-12 Temmuz tarihleri arasında yapılacağını duyuruyordu.

Burhaniye Belediye Başkanı Fikret Akova, festivali kendilerini "Atatürk’ün kızları" olarak tanımlayan Prof. Dr. Türkan Saylan ve Prof. Dr. Türkel Minibaş’ın anısına düzenleyeceklerini söylüyor.

Bütün yaz aylarını Burhaniye’de geçirmiş biri olarak bu festivalin ilk kez düzenlendiği 1989 yılını hatırlıyorum. Zülfü Livaneli, Bulutsuzluk Özlemi, Yeni Türkü, Theodorakis’in yüzbinlerce insanın katıldığı Hipodrom konserlerinden az önceydi.

Festivalin ilk yılına katılan aydınları alt alta yazsak bu köşenin sınırlarına sığmaz.

Aklımda kaldığı kadarıyla, Uğur Mumcu, İlhami Soysal, İlhan Selçuk, Vedat Türkali, Necati Cumalı, Oktay Akbal, Talip Apaydın, Fakir Baykurt, Salah Birsel, Müşerref Hekimoğlu, Asım Bezirci, Aziz Nesin, Özdemir Nutku panellere katıldılar, söyleşiler yaptılar, kitaplarını imzaladılar.

Mütevazı bir festivaldi. Bütçesi büyük değildi. Akşam Ezginin Günlüğü konser verdi.

Biz üç arkadaş, Levent Aydaş, Olgu Karan ve ben, elimizde fotoğraf makineleri, kitaplar o panelden bu panele koşturmuş, muhteşem günler geçirmiştik.

Üzerinden yirmi yıl geçmesine karşın hala unutmadığım günler...

Hala siyah beyaz fotoğrafların negatifleri arşivimde duruyor.

Bugünlerde yine Büyük Ankara Festivali var.

Ama ben gözlerim uzaklara dalmış Ören’i özlüyorum.

Acaba sadece çocukluğum orada geçtiği için mi?

Sadece onun için değil...

Ama özlüyorum...
Yazının Devamını Oku

Yürümeyen görgüsüzlük

3 Temmuz 2009
KENTLİ yaşama ilişkin onlarca kural, gösterge var. Bir kentin sadece fiziki yapısı değil, insanlarına dair de bir çok gösterge bulunuyor.

Dolmuş ve taksi şoförlerinden, polisine, kamu hizmeti veren personelden aynı sokakları paylaştığımız yüzbinlerce insana kadar hepimiz bu şehrin sosyal düzeyinden sorumluyuz.

Ankara, ağırlıklı olarak memur ve öğrenci şehri olduğundan entelektüel seviyesi ve görgü düzeyi yüksek, sosyal ilişkileri güçlü bir kent olarak bilinir.

En azından bilinirdi.

Son zamanlarda bu konuda bir erozyon yaşandığı söylenebilir.

Mesela sinemalar. Amerikan tarzı sinema izleme alışkanlığı nedeniyle sinemaya gitmeyen arkadaşlarım var. Nedeni mi? Onlarca kişinin hep bir ağızdan yedikleri patlamış mısır.

Mesela trafik. Araç öncelikli hale getirilip, şerit üstüne şerit eklendikten sonra süratın saatte 50 km ile sınırlandığı hilkat garibesi trafikten söz ediyorum. Herkesi canavarlaştıran trafikten.

Mesela yürüyen merdivenler.

Başkent, Türkiye’de yürüyen merdivenle ilk tanışan illerin başında geliyor. Kimisi Anafartalar Çarşısı’nda, kimisi ise Melih Gökçek’in verdiği sözleri tutmadığının en belirgin simgesi olarak önümüzde duran, otopark haline getirilmiş Modern Çarşı’da ilk yürüyen merdivenin kurulduğunu söylüyor.

Nerede olduğundan daha önemlisi şu anda üst geçitlerde bile kullanılan yürüyen merdivenlerde görgü kurallarının Ankara’ya uğramamış olması.

İstanbul’a gittiğinizde bu merdivenlerde bekleyen insanların sağda durduklarını, hızla ilerlemek isteyenler için sol kanadın boş bırakıldığını görüyorsunuz. Oysa Ankara’da hiç kimsenin bu nezaketten haberi yok.

Bir kentteki görgü düzeyi, şüphesiz bir çok bileşenden oluşuyor. Örneğin o kentte sanata, kültüre verilen ya da verilmeyen önemden.

Çok değil nisan ayında bu köşede şöyle yazmıştım:

"Bugün Konur-Karanfil Sokak bölgesi artık, ucuz don, toka, kemer işporta tezgahlarının krallık bölgesiyse...

Bugün bir tek Dost Kitabevi kaldıysa, layıkınca ayakta duran...

Sakarya’nın hali ortadaysa ve esnafı ayağa kalkmak için bile biraraya gelemiyorsa...

Herkes alsın takkesini önüne, bir zahmet düşünüversin."

Çankaya Belediyesi, Sakarya Caddesi ile ilgili önemli adımlar atmaya başladı. Heykel sempozyumu düzenledi.

Bir semtin, sokağın dokusu işte ancak böyle değişebilir. Sanatçıları, aydınları, kente dair derdi olanları o bölgeye çekecek etkinliklerle.

Umarım belediye bu çabalarını arttırarak sürdürür.

Ve umarım biz Ankaralılar, merdivenlerdeki görgüsüzlüğümüzü aşabiliriz.

Açgözlü özgürlük

İRAN’da kızılca kıyamet koptu.

O başkentte yaşanan tedirgin, çekingen, hızlı bir "devrimsi" telaş.

Bir medeniyetin başkenti kanlı günler soluyor(du) düne kadar.

Televizyondaki yorumlardan birinde şöyle deniyordu:

"İran’ın istediği, birazcık özgürlük."

Bilmem o dogmatik yapıda farkındalar mıdır ama özgürlüğün birazı olmaz.

Özgürlük bütün bir ruhtur ve meydan okur.

Nasıl ki aşkın "birazı" olmazsa; ruhunun solduğu güne kadarsa aşk, özgürlük de öyledir.

Nasıl ki biraz ölüm olmazsa, ölmek ölmekse, tümüyle ölmekse, özgürlük de tümüyle özgürlüktür.

Nasıl ki yürümezse arkadaşlık, koşarak yol alıp uçurumların kenarında gezerse, özgürlük de öyle tehlikelidir, koşar adım ilerlemelidir.

Duydunuz mu hiç ağır aksak bir özgürlük?

Diğerlerinin aksine, özgürlüğün tamahkarlığı mubahtır. Gözü doymamalıdır özgürlüğün.

Özgürlük tüm tanım ve kelimelerden varestedir.

Tek başına soluklanır, tüm coğrafyalarda, toprakların üzerinden esmelidir.

Binlerce cümledir, herkes payına düşeni alır.

Yazarına isyan eden bir yazıdır belki.

Ve özgürlük hem yalnız gezer, tekinsizdir, hem de açgözlü.
Yazının Devamını Oku

AST’a sahip çıkmak gerek

26 Haziran 2009
KENTİ kent yapan bir çok değer, mekan, insan var. O kentle bütünleşmiş, o kentle birlikte anılan.

Tıpkı Ankara Sanat Tiyatrosu gibi.

1963 yılında Asaf Çiyiltepe ve arkadaşlarıyla başlayan yolculuğunun 35 yılı aşkın zamanı Rutkay Aziz’in yönetiminde geçti. İstanbul’a yerleşmeden önce Altan Erkekli yönetiyordu AST’ı. Ancak o da taşınınca son yıllarda çok da parlak bir sanatsal dönem geçirmedi AST.

Son günlerde AST’ın "İstanbul’a taşınacağı" dolaşıyor kulaktan kulağa.

Rutkay Aziz, Altan Erkek ve Altan Gördüm, Ankara’ya gelerek toplantılar yapıyorlar.

Basına yansıdığına göre yaklaşık 500 bin liralık bir borç yükü altında tiyatro.

Kavaklıderem Derneği, AST’ın Ankara’da kalması için bir destek kampanyası başlattı. AST’ın taşınmaması için 29 Haziran akşamı AST’ta sahnelenecek Ölüm Ve Kız isimli oyuna topluca gitme kararı aldı dernek. Tüm Ankaralıları da o gün tiyatroya çağırıyorlar.

Gerçekten sorun AST’ın içinde bulunduğu mali kriz mi?

Eğer öyleyse, koskoca bir başkentin bu sorunu aşamaması mümkün mü?

Ama eğer mali kriz bahane edilerek AST İstanbul’a taşınmak isteniyorsa tüm Ankara’nın yine bunun önünde durması gerekiyor.

AST çalışanları imzasını taşıyan bir metin ulaştı internetten. Metnin son cümlesini çok önemsedim:

"AST, Türkiye’nin ve Ankara’nın en önemli değerlerinden biri olma özelliğini korumak için var gücüyle çalışmaktadır. AST, Ankaralı aydınların kalesidir. "Hitit Güneşi" kadar kültürel anlamda, "Kuğulu Park" gibi manevi anlamda önem arz etmektedir. Ve şimdi gün Ankaralı tüm dostların AST’la beraber yürüme günüdür. Ankara Sanat Tiyatrosu, tüm dostlarını, Ankara Sanat Tiyatrosu’na bekliyor."

O gün Ankara AST’a akmalı.

Ancak en az bunun kadar önemli başka sorunlar da var.

AST yönetimi tiyatroyu taşımaya bahane ettiği 485 bin liralık borcun nasıl oluştuğunu açıklamalı.

AST’a yıllardır emek vermiş onlarca oyuncusuna, çalışanına kulak vermeli. Onların katılmayacağı bir kurtarma planı sadece ve sadece geçici bir önlem olur. Biz gelecek yıl da aynı şeyleri konuşuyor oluruz.

13 yılın ihaneti

BİR müddet önce Kebire Bozkurt’tan bir elektronik posta ulaştı. Bozkurt’la hiç tanışmadım ancak bir hayvansever olarak büyük çabalar harcadığını, sahipsiz hayvanlara yuva bulmak için koşturduğunu elektronik postalarından takip ediyorum.

13 yaşında bir köpekten söz ediyordu. Yaşlandığı için sahipleri tarafından barınağa bırakılan bir cocker.

Bu kadar yıl biriyle aynı evi paylaşıp da nasıl onu bir barınağa bırakılabildiklerini anlayamadım. Anlamayacağım da. Demek ki 13 yıl boşuna geçmiş o kişiler için. 13 yıl boyunca sevgi değilmiş o köpekle aralarındaki.

Bozkurt elektronik postada şöyle diyordu:

"Ellerimle yeni pişmiş tavuk göğsü yedirmeye çalıştım, onu bile istemedi. Öyle mutsuz, öyle bezgin ki size anlatamam. Çok iyi görmüyor, kulakları duyuyor mu bilmiyorum. Hiçbir şeye tepki vermiyor, o kadar mutsuz ki..."

Bir köpeğin uğradığı ihaneti hissettim.

Kebire Bozkurt ile dün telefonda görüştüm. O köpeği sahiplendirdiklerini ancak yeni sahiplerinin kanser olduğu gerekçesiyle hayvanı uyuttuklarını anlattı.

Çok üzüldüm. Artık onun için yapılacak bir şey yok.

Ama Bozkurt diğerleri için çabalamayı sürdürüyor.

Sokakta bulduğu bir anne kedi ile dört yavrusunu anlatıyor. Kedilere bir sahip bulmak gerekiyor. Bozkurt’un cep telefon 0 555 422 88 95. Elektronik adresi ise kebire@gmail.com.

Kebire Bozkurt, yardımı dokunabileceklerin telefonunu bekliyor.
Yazının Devamını Oku

Armadotti’ye düştü yolum

19 Haziran 2009
EVET, hayat dizginlenemez bir hızla akıp giderken, durup dinlenmek kulağa güzel geliyor olabilir. Ama bir gerçek var.

Kent kişisel yorgunlukları, dinlenme, mola verme isteğini iplemiyor.

Nefesi tükenenleri geride bırakıyor ve hızla yoluna devam ediyor.

Tıpkı kentle beraber gündelik yaşamda kullandığımız dilde olduğu gibi.

Dil de bizi beklemiyor. Son sürat yol alıyor. Bazen sığlaşıyor, bazen gelişiyor.

Ama yerinde durmuyor.

Dil konusunda tutucu biri değilim, dilin zaman içinde geliştiğini, evrildiğini bilirim.

Bazı yabancı kelimelere illa ki abuk Türkçe karşılıklar bulunması gerektiğine de inanmıyorum.

Ancak "Herıld yani" gibi 80 üretimi nidalara da hiç ısınamamışımdır.

Bu topraklardan çıkmayan, kişisel coğrafyamızla uyuşmayan apartma bir ifadedir.

***

Dilin en kıvrak arenalarının başında geliyor şiir sanatı.

Bu arenanın en cesur şövalyesi ise Can Yücel.

Can Baba’nın Portreler kitabına yazdığı önsözde Aydın Çubukçu, Yücel’in kendini ifade etme arzusunu, resim sanatını örnek göstererek özetliyor:

"Belki de; yeryüzüne baktığında gördüğü her şeyin kelimelerle, seslerle ya da renkler ve çizgilerle defalarca farklı biçimlerde anlatabilmesinin olanakları karşısında duyduğu derin hayranlıkla ilgiliydi. Anlatabilmenin biçimleri ve araçları değiştikçe, bir de bunlar arasında durmadan birbirlerinden doğan ve birbirlerini doğuran yenilere ortaya çıktıkça, anlatılan şeyin daha derinden bilinmesine doğru bir yol bulduğunu düşünenlerdendi."

Kısacası; dil deviniyor ilerliyor.

O önde, biz arkada...

Turgut Uyar için yazdığında Can Yücel dille dansediyor:

"Ben Turgut’la okuşup koklaştığımda / Yaşamanın umman soluğunu soluduğumda / Denize açılır olurdum hep / Fethe çıkarcasına "Dünyanın En Güzel Arabistanı"nı / Şiirimizin o en kızıl saçlı levendiyle..."

***

Kızılay’dan dolmuşa biniyorum.

Dolmuşun yanında bir adam bağırıyor:

"Armadotti, armadotti... Hadi bir iki, armadotti..."

Doğma büyüme Ankaralıyım, hiç Armadotti diye bir yer duymadım. Üstelik benim içinde olduğum dolmuş gidiyormuş Armadotti’ye...

Biraz daha kulak kabarttım aslında ne dediğini anladım:

"Armada ODTÜ, Armada ODTÜ... Hadi bir iki, Armada ODTÜ..."

Dil zekidir, hayatla paralel akar gider, sizi beklemez.

Yaslandım arkama gülümseyerek.

Yaşam önde, ben arkada koşturarak işe gittik.

Tünellerden geçme sanatı

HER akşam, binlerce insan gibi ben de Eskişehir Yolu’ndan şehir merkezine doğru gitmeye çabalıyorum.

Bu meşakkatli yolculuk sırasında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 2004 yılında açılışını yaptığı iki tünelden geçmeniz gerekiyor.

Malum, bu alt geçitler kavşaklardaki yükü azaltıp, trafiği rahatlatmak için yapıldılar.

Ama sonuçları hiç de öyle olmadı.

Şehir merkezine giderken, tünellerden geçmek yerine, tünelin üstünden gidip birer dakikalık ışık beklemek çok daha hızlandırıyor yolculuğu.

Yani trafik rahatlasın diye yapılan tünelden gitmezseniz, daha rahat bir yolculuk yapmış, daha az stres yaşamış, daha az benzin harcamış oluyorsunuz.

Tünellerin tek faydası, üstte kalan yolu oluyor böylece.
Yazının Devamını Oku

Herkesin içinde birazcık Ankara

5 Haziran 2009
BULUTLARIN yeryüzüne ne kadar da yakın olduğunu düşündüren bir kent Ankara. Kimi zaman basık, kimisinde daracık gelir insana. Kimisinde de, elinizi uzatsanız, tutacaksınızdır bulutları. Ki yaz hariç genelde hep gridir bulutları.

Ahmet Erhan, Ankara’nın "nostaljisi olmayan, ama kendine sürekli olarak nostalji iklimi yaratmaya çalışan bir kent" olduğunu söylüyor. Kale, Çıkrıkçılar Yokuşu gibi mekanların yeni gözdeler olduğunu anlatıyor ve ekliyor:

"Nostalji, ancak kendi hayatımız içerisinde bir yer verebildiğimiz oranda, yani bir kavramı bir parçamız kılabildiğimiz sürece gündemimizde kalır."

"Ankara-İstanbul Karatreni" kitabında Erhan, kale veya Çıkrıkçılar Yokuşu için de "Uçsuz bucaksız bir beton yığınının bir kaç yerine yapıştırılmış birer yara bandı gibi duruyor bunlar; İstanbul’un nostaljisi tarihle besleniyor, denizle soluk alıyor. Ankara’da bu ikisi de yok" diyor.

Ankara ile İstanbul’un kıyaslanması, modası hiç geçmeyecek bir tartışmadır.

Ahmet Erhan da aslında aynı yazısında işaret ediyor, bir iktidar mücadelesi bu.

İktidarın tarafları herkes için, her raundda değişebilir, ayrı bir tartışma konusu.

Ama mücadele temelde aynıdır.

Evet, Ankara gridir, biraz tutuktur, devlettir çünkü.

Yıllar önce Mehmet Ali Kılıçbay’ı dinlemiştim bir panelde. Devlet kurumlarını çıkarsanız Ankara’nın "terk edilmiş kovboy kasabalarına" döneceğini söylüyordu.

Kısmen doğru gibi gözükebilir.

Erhan’ın nostalji eksikliği ile Kılıçbay’ın nitelemesi aynı çizgide yürüyen tanımlamalar hemen hemen.

***

Oysa bence, semtlere duyulan özlem, o semtlerin kendisinden bağımsız. Yani, TDK’nın "geçmişseverlik" sözüyle tanımladığı o nostalji bireysel. Herkesin içindeki Ankara’ya dair, ayrı bir nostalji var.

Ankara’nın sekiz yıllık hemşerisi Elif Seçkin’le sohbet ederken, "Bu şehrin insanının bir şeyi eksik. Sakin, durgun... Tutkusu, deliliği eksik biraz" demişti.

Benim "geçmişseverliğim" de tam bu noktada devreye giriyor işte. Ankara’nın tutkusunu hatırlıyorum, deliliklerini. Sanki yoklar gibi şimdi.

Gerçekten yoklar mı, yoksa benim tutkularım ve deliliklerim miydi onlar?

Yoksa sorun Ankara’da değil de...

Herkesin içindeki Ankara’da mı?
Yazının Devamını Oku

Koltuğunun altında meşin topla gelen

29 Mayıs 2009
EVET, futbol tutkudur. Sadece bir oyun değildir sahadaki mücadele. Hele Türkiye gibi bazı ülkelerde, hükümet getirir, hükümet götürür.

Çocukken hepimiz oynamışızdır.

Mahallenin bir arsası vardır. Güneş batana, evlerden bağırılıp çağırılana kadar, kan ter içinde bir plastik top peşinde koşmuşluğumuz çoktur hepimizin.

Kimi zaman mahalleye yeni bir çocuk gelir, koltuğunun altında pırıl pırıl, gıcır bir meşin top...

Ailesi daha zengindir.

Neredeyse hiç kirlenmemiştir üstü başı. Hiç değmemiştir mahallenin toprağına.

Ama koltuğunun altında rengarenk bir top vardır.

Mahalle kuralıdır, top kimdeyse takımı o kurar.

Hatta aşağı mahalleyle maç yapılır, beceremese de, topu olan takımda yerini alır.

***

Son aylarda, Gökçek ailesinin bir çabası var:

Belediye kaynaklarıyla birinci lige çıkmış ancak sonradan Gökçek’in yakınlarının şirketleşerek yönetimine geçtikleri Ankaraspor ile Başkent’in 99 yıllık, en çok taraftara sahip takımı Ankaragücü’nü birleştirmek.

Sebep, Ankaragücü’nün 11 milyon liraya varan borcu.

Peki neden istiyor Gökçek Ankaragücü’nü?

Çünkü çok para akıttığı, birinci lige çıkardığı Ankaraspor’a bir taraftar kitlesi oluşturamadı.

Tam tersi, çok taraftarı olan Ankaragücü’nün ise borcu da bir o kadar çok.

Futboldaki popülarite hayatın her alanında geçer akçedir.

"Onur"sal başkanlar Cemal Aydın ile Melih Gökçek’in vardığı anlaşmaya göre, borçlar ödenecek, yönetimdeki ağırlık eşit olacak ancak...

Başkanlığa Melih Gökçek’in büyük oğlu Ahmet Gökçek oturacak.

Koltuğunun altında meşin topla geleni tanıdınız mı?

***

Eğer Gökçek bu kentin belediye başkanı olarak 100.yılında Ankaragücü’nü şampiyonluğa oynayan bir takım haline getirmek istiyorsa, illa başkanlığına oğlunu getirmek, takımın yönetimini eline geçirmek zorunda mı?

Zaten bir kentin belediye başkanı, o kentin tüm takımlarına destek olmakla mükellef değil mi?

Koca Başkent’te, şehrin 100 yıllık takımına sahip çıkacak tek kişi Gökçek mi?

Takımın taraftarları, bu kentin işadamları, eski Ankaralılar nerede?

Kaldı ki, bu kentin 20 yıl önce yaşadığı bir Hacettepe deneyimi var. Çok kimse hatırlamaz.

Bizler de deneyimli yazarımız Atilla Türker’in kaleminden hatırlamıştık.

Hani Gökçek’in, Keçiören Belediye Başkanı görevindeyken, yönetimini ele geçirip adını Keçiörengücü yaptığı Hacettepe.

Sahi Keçiörengücü nerelerde biliyor musunuz?

Ben söyleyeyim...

3. Ligde...
Yazının Devamını Oku