2 Ekim 2009
BAŞKENT iki haftadır, daha önce çok sık yaşamamış olmasından kaynaklanan bir şaşkınlık dalgası içinmde savruluyor. Bu dalganın adı referandum.
Bu süreçte, kenti 16 yıldır yöneten zihniyetin, daha önceleri pek kulak vermediği halk görüşüne bu kez sırtını yasladığını gördük.
Her ne kadar alkol tartışmasıyla sulandırılmaya çalışılsa da, bu tartışma “dömisek” özelliğini kaybetti ve yönetim referandumu “sek” bir biçime dönüştürme gayretine girdi.
Alkol sorusu hatasından “döndürülen” referandum, geçen hafta sonu sadece Ankara’nın değil, Türkiye’nin de gündeminde üst sıralara tırmandı.
Bütün bu kızılca kıyamet içinde, çıkan sonucun müspet ya da menfi olmasından öte dile getirilmesi gereken bir kaç yön var.
Bunların başında vatandaşlara sorulan sorunun “7.Cadde trafiğe kapatılsın mı kapatılmasın mı?” çıplaklığından öte bazı bilimsel çalışmalara gereksinim duyulmasından geliyor.
Keşke belediye yönetimi, hepimizin üzerinde tartışabileceği, görüş oluşturabileceği bir projeler dizisi oluştursaydı.
Şehir plancıları, peyzaj mimarları, trafik mühendisleri, kısacası bu konuyla ilgili tüm bilimsel çevrelerin oluşturacağı birden fazla proje bizim seçimlerimize ışık tutsaydı.
Ancak bunun yerine esnafın ayrı, vatandaşların ayrı endişelere sevk edildiği, konunun başka zeminlerde tartışıldığı bir anket dönemi yaşandı.
***
Aslında gerçeği söylemek gerekirse; kavşak planlamalarını uzmanlara danışmadan, kentin su ihtiyacını günü kurtarmak için alelacele öldürücü bir zaman darlığına sıkıştıran, kültür sanat politikalarını sevgisizlik üzerine kuran bugünkü gibi bir Büyükşehir yönetiminden böyle bir bilimsel yaklaşım beklemek de hayalcilikle eş anlamlı.
Bir diğer önemli nokta ise inatlar sonucunda inşa edilmiş Gökkuşağı isimli hilkat garibesine Bahçelievler sakinlerinin de prim vermediği gerçeği.
Belli ki, vatandaşlar o yapıdan haz etmiyorlar.
Belediye yönetimine de düşen, o yapıyı bir başka şeye dönüştürmeye çalışarak yanlış bir politikayı sürdürmekten vazgeçmektir.
Demek ki yapılması gereken o çirkinliğin oradan kaldırılmasıdır.
Umarım, belediye bu sonuçlardan gerekli dersleri çıkarır.
Bir kaç satır yukarıda hayalcilikten bahsetmiştim, değil mi?
Yazının Devamını Oku 25 Eylül 2009
KENTTE duygusal yolculuklar bazen eskiden çok iyi bildiğin bir sokakta sabah güneşindeki bir yürüyüşe benziyor. Tıpkı Ayrancı’da Gelincik Sokak’ta güneşin doğuşunu, balkona kollarını uzatmış bir kayısı ağacındaki çağlaları yiyerek karşıladığımız ilk gençlik günlerimizdeki gibi.
Bayramda iki gün İstanbul’daydım.
Arkamda neler neler bırakmadım ki o iki günde... Gündem saptırıcı içki tartışmaları, büfelere yapılan gece baskıları, katledilen şehircilik anlayışları, üzeri kazınan cumhuriyet değerleri, çoğu zaman kızgınlıktan mide bulantısına dönüşen hastalıklı tartışmaları unuttum...
İstanbul, fantastik, bir o kadar da insanı zenginleştiren bir şehir.
Kimi zaman bilmek acıtıcıdır, acıtır.
İstanbul’u görmek de bazen Ankara’nın kaybettiklerinin acıtıcı gerçeğini çarpıyor insanın yüzüne.
Bir Ankara aşığı olarak zor kabullenilecek bu gerçeği bize yaşatanları bu kent nasıl anacak bilemiyorum. Ama kabullenmeliyiz ki, Ankara artık sürprizlerini kaybetti. Sevdalarını, deliliklerini, coşkularını, taşkınlıklarını, tutkularını da...
Ankara’nın zenginleştiren, çoğaltan bir yönü kaldı mı?
Edebiyatçılarını, müzisyenlerini, aydınlarını, bilim adamlarını İstanbul’a ihraç etti çoğunlukla. Ve direnen bir kaç Ankara aşığı dışında artık ne bir sanatçı yetişiyor ve kalıyor Başkent’te ne de bir bilim adamı.
Çünkü bu kentin dinamikleri, sanatsal ve kültürel üretimi körüklemiyor, köstekliyor.
Asmalı Mescit’in canlı sokaklarını gördüğümde bir kez daha anladım.
Deliliklerimizi yok ettiğimizi ve bu yok ettiğimiz deliliklerimizin aslında bu çorak topraklara inşa edilmiş hayallerimizi yıktığını...
O delice birbirini takmayan kalabalık bizleri rahatsız edebilir.
Ama orada gerçek bir ruh ve valör var.
Eskiye öykünmeyi ne hastalıklı bir nostalji gibi algılamalı ne de geçmişe tırnaklarıyla sarılmış ve geleceğe uzanamayan mülkiyetçi bir yapı olarak düşünmeli.
Aynı sokakta, tıpkı on yıllar, ya da kimbilir üç gün önceki anılarımızı arıyor, bulmak istiyoruz. Adı üstünde onlar anı. An’dan türemiş.
Ama artık o “anı”lar başka “an”lardan türeyecek, doğacak, gelişecek, eskiyecek, eskidiği kadar lezzetlenecek...
Ama anlaşılan o eski anları hatırlamamız için, iz bırakacak ve geleceğe uzanan bir şehir aradığımızda bu Ankara olmayacak.
O zaman bizler de Cemal Süreya ustanın Hür Hamamlar Denizi’ndeki Süleyman’ı gibi, geçirdiğimiz gibi başımıza şapkamızı kalkıp dosdoğru Eskişehir’e gideceğiz belki.
Bir çok Ankaralı’nın yaptığı gibi Porsuk kenarında otururken kahvemizi yudumlayıp kendisini değil şehri seven bir yönetim anlayışının kıymetini anlayacağız.
Doksan öncesine mi dönmek istiyorsunuz
SANIRIM 80’li yılların sonu, 90’ların başıydı.
Demetevler’de bir bakkal vardı. Geceleri sigara ya da içki alacak “nöbetçi” bir yer arandığında o ışıkları karartılmış dükkana gider elinizdeki bozuk parayla cama hafifçe vururdunuz:
“Çıt çıt...”
Karanlıktan bir çift göz önce sizi süzer, sonra simanız tanıdık gelince hafifçe kapının kilidini açar, istediğiniz neyse onu verirdi. Çünkü geceleri bakkalların ya da büfelerin açılması yasaktı. Bundan dolayı o bakkalın adı “Çıt Çıt” kaldı.
Ama sonraki yıllarda geceleri alışveriş yapabileceğiniz bir çok market, büfe açıldı.
Yine o yıllarda her siyasi tartışmada klişe bir cümle kurulurdu:
“Seksen öncesine mi dönmek istiyorsunuz?”
12 Eylül öncesi karışık dönemlere yapılan bu göndermeydi bu cümle. Ben de şimdi soruyorum:
“Doksan öncesine mi dönmek istiyorsunuz?”
Hani geceleri bir şişe bira, bir paket sigara, meşrubat yahut da bisküvi almak için böyle Çıt Çıt büfelere ihtiyaç duyulan o 90’lı yıllara?
Değişen bürokratik ve siyasi yapısı nedeniyle içkili lokantları kayboluyor zaten Ankara’nın birer birer, geceleri insanlar evlerine tıkılmak isteniyor.
Biraraya gelmelerinden, eğlenmelerinden, konuşmalarından, sosyal ilişkilerden duyulan bir korku bu belki.
Tıpkı Ankara’yı meydansız bırakan agorafobik anlayış gibi yeni dönem zihniyeti de bizleri geceleri köy yerinde gibi erkenden “uyutmak” istiyor.
Yazının Devamını Oku 18 Eylül 2009
BENCE, dünya mizah edebiyatının en leziz, enfes eserlerinden biri olan Giovanni Guareschi’nin “Don Camillo” serisi, yazma dürtüsü ve becerisi üzerine evrensel kaygıyı, yaşamın vazgeçilmezleri üzerine oturtanlar için benzersiz bir izlek sunar. Öyle bir izlektir ki o, önsözünde, günlük bir gazetedeki yazısını teslim saati için editörü tarafından sıkıştırılarak dakikaları sayan bir yazar için yumurtanın kapıya değil sıkışmak, kapısının menteşelerini zorladığı anları anlatır.
İşte o yumurta ki, Guareschi’ye, sadece dünya mizah edebiyatının değil, siyasi yazarlığın da kapılarını ardına kadar açan iki karakterini, papaz Don Camillo ve Po Irmağı Vadisi’ndeki züğürt kasabanın komünist belediye başkanı Peppone’yi yarattırmıştır.
Yoksul tiyatronun yaratıcılığı tetiklemesi gibi, edebiyat da, zaman yoksunu yazara tiyatro örneğindeki gibi bir buçuk metre kumaştan bir kostüm, geçmiş sezon oyunundaki perdeden bir koltuk döşemesi, bir tırnak makasıyla kesilmiş karton şapkalar yarattırır.
Hepsi kıymetlidir, hepsi emek ürünü.
İşte günlük de yazsa, haftalık da, bence bir gazete yazarı, bazen konu bolluğundan bazen konu yoksunluğundan üretim darlığına düşer.
Aslında konu az değildir de, tekrara düşmekten korkulur.
Örneğin bendeniz;
Bu hafta da; Kemal Sunal filmlerinin televizyonlardaki sayısız tekrarı gibi Ankaraspor gerçeğini anlatmaya çalışsam da...
Ya da, içki yerine “mumbar sorunsalı” üst başlıklı sakadat referandumu önerimin ciddiye alınmasını beklesem de...
Ya da bir hastanede, sadece çalışmayarak insanların canına kasteden ve bu bireysel direnişiyle kent yöneticilerini aklayan o hain asansörleri kafama taksam da...
Ya da, 650 mühür damgalı kaçak LPG istasyonlarına karşı kimbilir belki 67’nci meydan muharebesini veren, ama bürokrasinin o aşılmaz duvarına toslayan kahraman zabıta erlerinin mücadelesini dert edinsem de...
Bazen sorunları bu kadar “eski” bir kentte yazacak “yeni” bir şey bulamıyorum.
İşte o zaman kahraman okur imdadıma yetişiyor.
Tıpkı “ütü tutmayan”, her işte çıraklıktan öteye gidemeyen “Profesyonel Çırak Durali Malamut”un mektubu benim feryadımı duyup, kapının altından usulca bana uzanana kadar.
Durali Malamut kimdir, kim değildir, var mıdır, yok mudur ya da birilerinin hayal mahsülü müdür bugünden bilmek mümkün değil.
Bilmek gerekli midir, ondan da emin değilim.
Bildiğim iki gerçek var.
Birincisi Durali’nin son derece bozuk olan temel imla hatalarını düzeltmeye çalıştığım.
Diğeri de, başkanlara hitaben yazıp bana da “ilgi” satırı açan Durali’nin bana yazmaya devam etmesi dileğim.
İşte Durali Malamut’un belki de hepimize yazdığı mektubu:
AMAN SEYFI ABI BENI EVDEN ATMA
PEK saygı değer başkanım Melih Başkan,
Sana bi kelime konuşayım.
Ben Durali Malamut. Sana bu satırları Hasköy’den yazdım.
Pek sayınım, başkanım,
Demiş miydim bilmiyorum ben iki göz odada oturuyorum, Hasköy’de. Şöyle ki, bu iki göz oda bodrum katta.
Geçen hafta ben yeni işime yeni başlamıştım ki, yan dükkandan bizim Deli Emin seslendi, televizyonu açtık. Bakma deli dediğimize, cin biber gibidir.
Baktık ekranda sen.
Dedin, “Aman ahali, yağmur yağacak, sel gelecek, dikkat ki aman dikkat.”
Saydın saydın, dedin “Buralarda bodrum katlarda oturanlar komşularında kalsın.”
Seni seyreder seyretmez topukladığım gibi bizim mahalleye yollandım. Sokaktan bir geçişim var ki, söylemesi ayıp bir tarafıma nişadır sürüldüğünü sanırlar.
Eve bir vardım ne göreyim? Bizim hanım apartmanın önüne atmış minderi, çekirdek çitliyor.
Tuttuğum gibi kolundan, iki kat üstteki komşum Seyfi abide aldım soluğu.
Dedim, “Başkanım diyorsa doğrudur, Seyfi Abi biz burada kalacağız.”
Seyfi abi iyi adamdır, baba adamdır, “He” dedi. O der demez, hanım bizim bebeleri de kaptığı gibi, bi yerleştik ki Seyfi Abi’ye, onlar da çok sevindiler.
Demiş miydim, bizim bebeler, ellerinden öperler, yedi tene.
İşte başkanım o gün bugün biz Seyfi Abilerdeyiz. İftar da güzel, sahur da...
Bebeleri de salmıyorum ki, ne olmaz ne olmaz sel alıp götürmesin.
Ben de gitmiyorum işe, sen de ki, benim yeni iş de oldu eski.
İlk iki gün geçti, baktım Seyfi abi camın önünden ayrılmıyor. Yemek yerken bile bi gözü pencerede. Sanırsın ki sel bekliyor. Ama biliyorum yapmaz Seyfi abi.
Zaten sen demişsin, sel gelebelir.
Ama yine de Seyfi abi arada diyor, “Oğlum Durali sel mel gelmiyor!”
İşte başkanım, öyle böyle bir hafta geçti biz hala Seyfi abilerdeyiz.
Bana sorarsan halim hoştur, keyfim iyi. Ee bebeler de mutlu.
Ama Seyfi Abi de huylu adam canım. Yok, bir şey dediği yok da, ben hissediyorum, yenge mızırdanıyor.
Seyfi abi diyor, “Bayram geliyor.”
Hergün dürtüyor, “Oğlum Durali, in artık evine!”
Başkanım senden maruzatım, şu Seyfi abiye bi ses ediver. Malum bayram kapıda.
De ki “Geçmedi sel tehlikesi. Durali oğlum, orda dur.”
Selam ederim, bebeler ellerinden öper.
Profesyonel çırak, Durali Malamut.
Fısıltı gazetesini yazsak ne olur
BİLMİYORUM kaç kez yazdım.
Futbol Federasyonu’nun kararlarının ötesinde Ankaraspor A.Ş.’nin bir birinci lig takımını nasıl ele geçirdiği araştırılmalı.
Ne bir ses var, ne bir nefes.
Oysa Başkent’in fısıltı gazetesinde konuşulanları yazsak belki konu mahkemeye taşınır da hiç olmazsa hukuki boyutları ortaya çıkmış olur.
Ama tabi ki belgesiz gazetecilik bizlerin yapacağı iş değil.
Federasyon bazı cezalar verdi. En akılda kalanı hepimize ait olması gerekirken 10 şanslı kişiye ait hale getirilen Ankaraspor’un küme düşürülmesi.
Umarım Ankaraspor A.Ş.’nin 10 şanslı ortağı, Onursal Başkan Melih Gökçek’in dediği gibi konuyu tazminat açısından mahkemeye taşır da en azından mevzu ilk kez bir hakim karşısına çıkar.
Kimbilir belki bir Ankaralı, zarara uğrayanın şirket ortakları değil, Ankaralılar olduğunu söyleyip davaya müdahallik talebinde bulunur.
Burası Türkiye ne olacağı belli mi olur?
Yazının Devamını Oku 11 Eylül 2009
ALTINDAĞ Belediye Başkanı Veysel Tiryaki, Başkent’te adından en çok söz ettiren kent yöneticilerinin başında geliyor.
Seçim döneminde AKP’nin Büyükşehir adaylığı için Melih Gökçek ile çekiştiği bilinen bir gerçek.
Son dakikaya kadar potada olsa da, parti, Tiryaki’ye bir dönem daha Altındağ görevi verdi. Seçime en rahat giren belediye başkanlarından biriydi.
Tiryaki, son dönemde Hamamönü’nde yaptığı projelerle ismini forse ediyor.
Yani sürekli gündemde tutuyor, öne çıkarıyor.
Gün geçmiyor ki bir milletvekili, bir bakan Hamamönü’nü gezmesin.
Hergün, hemen hemen bütün gazete sayfalarında Hamamönü ile ilgili bir haber yayınlanıyor.
Bunu Tiryaki’nin marka yaratmadaki başarısı olarak görüyorum.
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2009
ANKARAGÜCÜ yönetimine Gökçek ailesinin gelecek olmasını eleştirdiğim iki hafta önceki yazıya bazı Ankaragücü taraftarları çok kızmış. Kendi forum sitelerinde hem benimle, hem de yazıyla ilgili hakarete varan ifadeler kullanmışlar.
Maalesef futbol tartışılırken böyle şeylerin yaşanması şaşırtıcı olmuyor.
Ben de şaşırmadım.
Geçen haftasonu yapılan kongreyle artık Ankaragücü, Gökçek ailesinin yönetimine girdi.
Yaşanacakları hep beraber izleyeceğiz.
Gökçek’in Ankaragücü yönetimine aldığı isimlere baktığımızda belediye ile iş yapan işadamları, gazeteciler ve hatta belediye bürokratlarının olduğunu görüyoruz.
Geleceği çok beklemeye gerek yok. Yönetim tablosu yaşanacakların sinyalini veriyor.
Anlaşılan yorgan gitti ama kavga bitmiş değil henüz.
Ama şimdi yeni bir sorun çıktı ortaya:
Ankaraspor.
Daha önce defalarca kez yazdım.
Ankaraspor, 2005 yılına kadar Büyükşehir Belediye Ankaraspor Kulubü olarak faaliyet gösterdi. Melih Gökçek’in açıkladığına göre 28 Haziran 2005 tarihinde kulübün Yönetim Kurulu’nun aldığı kararla Ankaraspor A.Ş.’ye devredildi. Şirket ise bu tarihten aylar önce 28 Eylül 2004’te kurulmuştu.
Bu devir gerçekleştiğinde kulüp Turkcell Super Ligi’nde mücadele ediyordu.
Gökçek defalarca kez kulübün belediye ile ilişkisinin kalmadığını açıkladı.
Çünkü Ankaraspor A.Ş.’yi bürokratlarına ve bir kaç işadamına bıraktı.
Belediye imkanlarıyla birinci lige yükselen ve marka değeri oluşan Ankaraspor şu anda hukuken 10 kişiye ait gözüküyor.
Yani Ankara ile, Ankaralı ile bir ilgisi kalmadı.
Futbol Federasyonu’nun Hukuk Kurulu durumu inceliyor. Bu incelemeden nasıl bir sonuç çıkarsa çıksın, kulislerde Ankaraspor’un satılacağı konuşuluyor.
Bu noktada o eski soru tekrar gündeme giriyor:
“Eğer Ankaraspor yerli veya yabancı bir işadamına satılırsa, bu satıştan doğacak gelir kime ait olacak?”
Hukuken Ankaraspor A.Ş.’nin 10 ortağına.
Yani belediye bürokratlarına.
Bir sabah uyandıklarında kendilerini milyonlarca dolar değerindeki bir takıma sahip bulan bu ortaklar hukuken parayı ceplerine koydukları gibi hayatlarına devam edebilecekler.
Peki kim bu 10 şanslı kişi?
Hatırlayalım:
Halen kulübün başkanlığını yürüten belediyeye ait BUGSAŞ’ın Genel Müdürü Ruhi Kurnaz, Büyükşehir Belediyesi’ne ait Halk Ekmek Fabrikası’nın Genel Müdürü Ali İlkbahar, SES TV’nin Yönetim Kurulu Başkanı Ali Sabit Aksoy, belediyeye ait ANKET A.Ş.’nin Genel Müdürü Belma Celepoğlu, ANKET AŞ’nin Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Taşar, belediyeye ait, Bel-Ka AŞ’nin Genel Müdürü İbrahim Gülerce, belediye ile iş yapan işadamı Ufuk Baloğlu, belediyeye ait Metropol A.Ş.’nin eski Genel Müdürü Cahit Araz, şu anda Gökçek kontenjanından Ankaragücü yönetiminde bulunan Ayhan Atalay ve Tolga İnce.
Bu şanslı 10 kişi, 10’ar bin TL’ye kurdukları şirket sayesinde milyonlarca dolarlık bir futbol takımına sahip oldu. Bir de takım şimdi satılırsa o milyonların sahibi olacak.
Bu durumda bu işleri bu hale getiren Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek Ankaraspor ile ilgili bir açıklama yapmalı.
Takım satılacak mı? Satılacaksa elde edilen para ne olacak?
Bu açıklamaya göre de konunun geleceğine hukuk bakmalı.
Yazının Devamını Oku 21 Ağustos 2009
MAYIS ayının son günleriydi. "Koltuğunun altında meşin topla gelen" başlıklı bir yazı yer almıştı bu köşede.
Ankaraspor-Ankaragücü birleşme çabalarını, mahalleye gelen zengin çocuğunun koltuğunun altındaki gıcır meşin topla anlatmıştım.
Gökçek ailesinin Ankaragücü’nü ele geçirme çabasını da aynen şöyle ifade etmiştim:
"Belediye kaynaklarıyla birinci lige çıkmış ancak sonradan Gökçek’in yakınlarının şirketleşerek yönetimine geçtikleri Ankaraspor ile Başkent’in 99 yıllık, en çok taraftara sahip takımı Ankaragücü’nü birleştirmek.
Sebep, Ankaragücü’nün 11 milyon liraya varan borcu.
Peki neden istiyor Gökçek Ankaragücü’nü?
Çünkü çok para akıttığı, birinci lige çıkardığı Ankaraspor’a bir taraftar kitlesi oluşturamadı.
Tam tersi, çok taraftarı olan Ankaragücü’nün de bir o kadar çok borcu var.
Futboldaki popülarite hayatın her alanında geçer akçedir."
O yazıda başkanlığa Melih Gökçek’in büyük oğlu Ahmet Gökçek’in oturacağının kulislerde konuşulduğunu yazmıştım.
Gazetelerde son günlerde gördüğümüz haberlerden anladığımıza göre anlaşma sağlanmış.
Başkanlığa da muhtemelen Ahmet Gökçek oturacak.
Hani koltuğunun altında meşin topla mahalleye gelen.
Yani anlı şanlı Ankaragücü yönetimi yüzyıllık takımı Gökçek ailesine teslim ediyor.
Bizler hem Türk filmlerinden, hem de onların geldiği yer olan Türk siyasi ve ekonomik sisteminden baba parasıyla bir yerlere gelenlere alışkınız.
Ama babasının siyasi nüfuzuyla bir futbol takımı sahibi olana ilk kez rastlıyoruz.
Belli gerçeklere ancak Ankaragücü’nün "gayrıresmi tarihi" ile ulaşabileceğiz.
Çünkü bu haftasonundan itibaren 100 yıllık takımın resmi tarihini artık Gökçek yazacak.
Bu cümle Gökçek’in hoşuna gidebilir.
Ama yıllar sonra Ankaragücü taraftarı aynı şeyi düşünecek mi şüpheliyim.
Ankaragücü’nün Futbol Şube Sorumluluğu’ndan istifa eden Hikmet Hancıoğlu’nun itirazlarını dün Ankara Hürriyet’te okudunuz.
Bağırıyor, çırpınıyor Hancıoğlu.
Özetle de, "Yıldırım beni yarı yolda bıraktı. Kulübün işi, bundan sonra çok zor. Ankaragücü, üç kişiden oluşmuyor. Bunun hesabını ileride kimse veremez" diyor.
Kulübü Gökçek ailesine teslim eden Başkan Cengiz Topel Yıldırım da ortak basın toplantısında ilginç bir kaç cümle kurmuş:
"Ankaragücü’nün diğer takımlardan farkı sanıyorum, belediye desteği ve dışarıdan başka destekler alamamasıydı. Bugün bu konuda bir aşama kaydedildi. Sağlam ekonomik gelirlerle ve güçlü bir yönetimle daha iyi olacağını düşünüyoruz."
Yıldırım, muhtemelen Ankaraspor’un belediye desteği aldığını kastediyor.
Ama bu tür desteğin yasal olmadığı ortada.
Böyle bir destek var mı bilemiyoruz.
Bu ülkenin hukuku, denetim mekanizmaları bunu inceleyebilir mi?
Onu da bilemiyoruz.
Açık olan tek gerçek var.
Ankaragücü borçları, çaresizliği, çıkış yolları tıkandığı için satılıyor.
Bunun adı budur.
Hem Cemal Aydın, hem Cengiz Topel Yıldırım açısından bu günler ileride nasıl anılacak, hep beraber göreceğiz.
Gökçek de belediye kaynaklarıyla birinci lige çıkmış, sonra kendi yöneticilerinin kurduğu şirkete devredilmiş bir Ankaraspor balonu sayesinde 100 yıllık bir takımı ele geçirmiş bulunuyor.
Mayıs ayındaki yazıyı şöyle sonlandırmıştım:
"Bu kentin 20 yıl önce yaşadığı bir Hacettepe deneyimi var. Çok kimse hatırlamaz.
Bizler de deneyimli yazarımız Atilla Türker’in kaleminden hatırlamıştık.
Hani Gökçek’in, Keçiören Belediye Başkanı görevindeyken, yönetimini ele geçirip adını Keçiörengücü yaptığı Hacettepe.
Sahi Keçiörengücü nerelerde biliyor musunuz?
Ben söyleyeyim...
3. Ligde..."
Umarım Ankaragüçlüler yıllar sonra bu cümlelerle ağıtlar yakmazlar.
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2009
ANNELER, babalar ilk sınavını belki de çocuğuna isim koyarken verir.<br><br>Bazen intikam kokusu duyulur çocuğa koyulan isimde.
Öcal, Hıncal derler adına...
Bazen onu kaderiyle de "yaratma" çabası:
Devrim, Ülkü, Cihat...
Bazen de çaresizliğimizi armağan ederiz, daha 1 gün yaşamamış, hatta doğmamış çocuğa:
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2009
YARGI, Büyükşehir Belediye Meclisi’nin Akay Kavşağı’nı kapatma kararını durdurdu. Önceki iki hafta Başkent’te "suni sancılara" neden olan bu konu da "şimdilik" gündemden düştü. Başkan Melih Gökçek’in çok iyi bildiği bir konu olan "gündem yaratma sanatı" siyasetin en önemli alt dallarından birisi. Geride kalan haftalarda yaşanan da budur.
Gökçek, 15.5 yıllık belediye başkanlığı süresinde bu konuda alınan beşinci mahkeme kararını uygulamaya niyetlendi. Ancak bunu da "sağ eliyle sol kulağını gösterir" şekilde yapmanın kendi siyasetine katkı sağlayacağını hesaplayarak kent gündemini bir süreliğine kilitledi.
Milletçe huyumuzdur.
Hareretli tartışırız, hemen de unuturuz.
Üstelik bu tartışmalarda çözüme ulaşma arzusundan çok, karşımızdakini "mahcup etme" dürtüsü baskın gelir.
Akay Kavşağı’nda da Gökçek açısından yaşanan buydu.
Sorunu çözmekten çok, rakiplerinin kucağına bırakarak aradan sıyrılma gayreti.
Sular durulmuş gözüküyor.
Oysa mahkemenin verdiği yürütmeyi durdurma kararı nihayetinde bir "ara" karardır. Mahkeme meclis kararını iptal etse bile ortada Akay’ın planlarını iptal eden asıl mahkeme kararı duruyor. Şüphesiz Danıştay’dan bu planlara yönelik çıkacak karar konunun akibetini belirleyecek.
Gelinen nokta çağdaş ve katılımcı bir kent yönetimi anlayışıyla bir avantaj haline getirilebilir.
Ancak tam tersi bir anlayışla davranılırsa yaşanan kaos derinleşir, küçük bir kartopunun çığ haline dönüşmesi gibi önündeki herkesi yıkarak çözümsüzlük büyüyebilir.
Yani kazanılan bu sürede Gökçek yönetimi, sorunu öteleyerek yeniden çözümsüzlüğe bırakırsa bu sorun tekrar herkesin önüne gelecektir.
Yapılması gereken, her geçen gün daha da kronik hale gelen trafik sorununa geniş bir perspektiften bakabilecek bir vizyon yaratmaktır.
Bu vizyon ne tek başına Akay Kavşağı ne de kavşaklar sisteminden geçiyor.
Bu vizyon, ancak geniş bir trafik planlamasıyla ortaya konulabilir.
Bunun içinde bir türlü bitirilemeyen ve bitirelebilecek gibi de durmayan metro sistemi de bulunuyor.
Eğer Çayyolu metrosu tamamlanmış olabilseydi şüphesiz Akay Kavşağı’nın trafik sistemindeki önemi de farklı olacaktı.
Sadece Pakistan ve Türkiye’de bulunan dolmuş sistemi ile belediye otobüslerinin artık toplu taşımacılığa yetmediği ortada.
Ama kilitlenen trafik sisteminin anahtarı da yönetimde bulunan Gökçek’te.
Gökçek artık kent sorunlarını siyasi malzeme olarak kullanmaktan vazgeçip biran önce "şimdilik" ötelenen soruna kalıcı ve bilimsel bir çözüm bulmakla mükellef.
Ama korkarım ki Gökçek bu yolu seçmeyecek.
Geride kalan yıllarda tanık olduğumuz yönetim anlayışı Gökçek’in bilimsel ve makro bir planlama yapmaya yanaşmayacağını ortaya koyuyor.
Bakalım 2.Akay Meydan Muharebesi ne zaman patlak verecek ve nasıl sonuçlanacak.
Hep beraber göreceğiz.
Yazının Devamını Oku