Neden Fransız mutfağı hemen herkes tarafından tartışmasız dünyanın en iyi mutfağı olarak bilinir? Neden bir Fransız şampanyasının patlayan mantarı özel kutlamaları daha özel hale getirir? Acaba nasıl olmuştur da Parisliler bu özellikleriyle şıklık ve lüksün ’markası’ haline gelmişlerdir? Yoksa elegans Fransızların genlerinde mi mevcuttur? Ve İstanbul’un yeniden konumlanması nasıl mümkün olur? Bunlar, epeydir merak ettiğim sorular. Cevapları ise bugünkü sohbetin içinde saklı.
İsterseniz lafı hiç dolandırmadan yanıtlarımı vereyim: Fransa’nın şıklığı ve elegansı temsil eden bir ülke haline gelmesi ve Paris’in ’lüksün başşehri’ kabul edilmesi, Fransızların genleri ve tarihsel kültürlerinin değil; tersine, bilinçli bir
devlet politikasının sonucu olarak ortaya çıkıyor. Yani, yüksek Fransız gastronomisinden şampanyaya, şık Paris
kafelerinden yüksek modaya, Louis Vuitton çantalardan Hope elmasına kadar bugün lüksü temsil eden her şey, XIV. Louis döneminde ve bu kralın emriyle başlatılan ulusal bir hareketin sonucu olarak gelişiyor. Kısaca, Paris’i son 350 yıldır lüksün ve yüksek gastronominin başşehri yapan atılımlar, XIV. Louis zamanında ’devlet eliyle’ başlatılmış olan bilinçli politikalar oluyor. Rafine Fransız mutfağı da, bu devlet politikasının sonucu olarak, sıfırdan tasarlanıyor.
Bu söylediklerim, yakınlarda ABD’de yayınlanmış olan çok çarpıcı bir araştırmanın sonuçları. Pennsylvania Üniversitesi profesörlerinden Joan DeJean, bu muhteşem çalışmasını "
Stilin Esası" (The Essence of Style) isimli kitabında çok renkli bir dille anlatıyor. Prof. DeJean’ın ’
rafine yaşamın kökenleri’ ile ilgili olarak söyledikleri gerçekten çarpıcı şeyler.
LOUIS KENDİ HAYALİNİ ÜLKESİNE UYARLIYOR
Hikaye şöyle. Kendisine ’Güneş Kral’da denilen XIV. Louis, Fransa’nın en uzun tahtta kalan ve en devrimci sayılabilecek değişimleri yapan, en güçlü hükümdarı. 1643 yılında, 5 yaşındayken tahta çıkıyor ve öldüğü 1715 yılına dek tam 72 yıl süreyle bu ülkeyi yönetiyor. Ancak gerçek anlamda yönetim erkini 1660’lı yılların başlarında eline alıyor. Ve 1660 ile 1715 yılları arasındaki yarım yüzyıllık dönem, bir ülkenin ve bir şehrin şıklık ve sofistikasyon konularında
sıfırdan Avrupa’nın ve hatta dünyanın en iyisi haline gelişinin efsanesi oluyor. 1660’lardan önce Fransızlar ne şıklıkla ne de iyi yaşamla anılıyorlar. Hatta o dönemde ulusal bir Fransız mutfağından bile söz etmek mümkün değil. Yani, anlayacağınız, Fransız ulusunun gurmeler ve moda prensesleri haline gelmesi, ulusal özelliklerinden ve kültürel köklerinden kaynaklanmıyor. Fransa’yı lüksün merkezi haline getiren şey, devlet eliyle yapılan bilinçli-planlı uygulamalar oluyor.
Kral Louis’nin gerçek anlamda tahta geçtiği yıllarda ekonomi bakanı, Jean-Baptiste Colbert adında çok etkili bir adam. Kralın hayalleri ile Colbert’in hedefleri öylesine güzel uyuşuyor ki, ikili, Colbert’in öldüğü 1683 yılına dek Fransa’yı tüm Avrupa devletlerinden farklı kılacak projeyi birlikte el ele hayata geçiriyorlar. Elbette XIV. Louis lükse ve şatafata (bir de kadınlara) aşırı düşkünlüğü ile tanınan bir adam. Yani, ülkesi için düşlediği rüya, kendi yaşantısı için düşlediği rüyanın tıpatıp aynısı. Diğer yandan Colbert de benzer bir rüya içinde: Fransa’yı ’
lüks ticaretinin’ merkezi haline getirmek. Böylelikle Louis ve Colbert, birlikte, dünyanın moda ve iyi yaşam unsurlarıyla kalkınan ilk ulusal ekonomisini inşa etme işine koyuluyorlar.
İLK LÜKS DÖNÜŞÜMMUTFAKTA BAŞLIYOR
Colbert, bir ulusun zenginliğinin devlet kasasındaki altının miktarıyla ölçüldüğünü düşünen bir adam olduğundan, tüm politikasını ithalatı yasaklayıp ihracatı artırmak üzerine oluşturuyor. Ancak bu kez ithalatı yasaklanacak ve ihracatı teşvik edilecek alanlar ’lüks tüketim’ alanları. Colbert, daha önceki dönemlerde İtalya’dan, özellikle de Venedik ve Floransa’dan sağlanan lüks malların çok daha lüksünü yapmak ve bu şekilde de daha yüksek fiyatlara bunları ihraç etmek arzusunda. Bu amaçla, sanayi casusluğu dahil elinden ne geliyorsa bu uğurda yapmaktan çekinmiyor. Ancak, lüks tüketimin sadece sarayla sınırlı olması durumunda bunun ekonomik olmayacağını da bildiğinden, bu tüketimi yaygınlaştıracak önlemleri de beraberinde yürürlüğe koyuyor. Bu amaçla, bir yandan lüks emtiaları üretecek bir zümre yetiştiriliyor ve bu zümre aynı zamanda da bu tüketimin ’halka inmesini’ sağlıyor.
İşte böylelikle Paris’in ’lüks alışverişin ve rafine yaşamın merkezi’ haline gelme süreci başlıyor. Aynı şekilde de Fransa’nın şıklık ve elegansın ülkesi haline dönüşmesi süreci.
İlk dönüşümler mutfak alanında oluyor. 1651 yılında La Varenne adında bir şefin yazmış olduğu ’Fransız Şef’ isimli kitap, tarihte ilk kez, daha önce var olmayan bir ’Fransız mutfağının’ temel taşlarını yerlerine koyuyor. Ardından, 1691 yılında yayınlanmış bir başka önemli yemek kitabı, tarihte ilk kez ’yeni yaratılmış’ Fransız pasta, börek ve tatlı tariflerini yayınlıyor. Tariflerin hepsi de La Varenne’in açtığı vizyona birebir uyuyor. Dönem, sıfırdan yepyeni bir Fransız mutfağının tasarlandığı bir dönem oluyor.
PARİS’E KAHVE GETİRENIV. MURAT’IN ELÇİSİ
Aynı şekilde bugün Paris denildiğinde akla gelen en önemli kurumlardan biri olan Paris kafelerinin de Louis XIV’ten önce esamisi okunmuyor. İlk Paris kafeleri 1671 yılında açılmaya başlıyor. Bugünün Paris’ini Paris yapan ünlü kafelerinin oluşmasında en önemli katkı, Sultan IV. Murat tarafından Kral Louis’ye elçi olarak gönderilen bir Osmanlı sefiri oluyor. Lüks yaşamı oluşturma yarışındaki Paris sosyetesi, ilk kez Süleyman Mustafa Raca isimli bu Osmanlı elçisinin konutunda tanıştıkları kahveyi, yüksek yaşamın en önemli emtialarından biri haline getiriyor. Bugünün ’klas’ Paris kafelerinin ilk örneği ise, daha henüz kahve içeceğine ’
Türk likörü’ denildiği 1675 yılında açılıyor: Cafe Procope.
Paris’in ’turizm’ şehri haline dönüşmesi de Kral Louis devrinde gerçekleştirilen dünyadaki bir başka ilk. Zira Paris, kralın emriyle, dünyada sokakları geceleyin de aydınlatılan ilk şehir oluyor. Bu sayede, artık dükkanlar akşamları da açık kalabiliyor, yeni zengin sınıfla soylular, gün batımından sonra da güvenle alışveriş edebiliyor. Zaten Louis-Colbert ikilisinin en temel hedeflerinden birisi, Paris’i lüks alışverişin merkezi haline getirmek. Bu niyet, sokakların da aydınlanmasıyla Paris’i gece hayatının yaşandığı ilk dünya şehrine dönüştürüyor. Bu geceleri daha da özel kılacak olan şampanya bile XIV. Louis döneminde, Dom Perignon isimli bir keşiş tarafından icat ediliyor. 1669 yılında dünyada şampanya diye bir şey yokken, 1674 yılında şampanya Paris sosyetesinin en gözde içkisi oluyor.
XIV. Louis’nin başlatmış olduğu ’lüks devrimi’ kendini Paris’in restoran manzarasında da ağırlıklı olarak gösteriyor. Tüm bu gelişmeler sayesinde artık aristokratlar bile ’dışarıda’, Paris caddelerindeki restoranlarda yemek yemeye başlıyorlar. Ve bu yedikleri yemekler, o güne dek görülmemiş özellikler taşıyan yeni ve yüksek Fransız mutfağının şahane örnekleri oluyor. Bunlar neler mi? Hikayenin devamını merak ediyorsanız, haftaya da buyurun.
Ama o zamana dek güzellikle kalın, hep yaratıcı olun.
MODA SEZONLARININ DOĞUŞUModanın Paris, ya da Paris’in moda anlamına gelmesi de XIV. Louis döneminin bir eseri olarak ortaya çıkıyor. Zaten 1670 yılından önce dünyada ’moda’ diye bir kavram yokmuş. Bu yıldan itibaren Versailles Sarayı’nın çok yakından izlediği moda, hızla kent erbabına yayılmaya başlıyor ve yeni yeni oluşan kentli zengin sınıf bu moda yarışına gönülden ve süratle dahil oluyor. Böylelikle dünyanın ilk moda dergileri ve yine dünyanın ilk ’moda sezonları’ ortaya çıkıyor. Öyle ya, Ortaçağ’ın karanlığında giyinebilmek bile bir meseleyken modadan kim konuşabilirdi ki. Moda editörleri artık modanın on yılda bir değil, her sezon değişmek zorunda olduğunu ve en güzel giysilerin ince (zayıf) Fransız kadınlarının üzerinde iyi durduğunu alenen beyan etmeye başlıyorlar. Bu beyanlar da, aynen bugün olduğu gibi, fetva gibisinden kabul edilip harfiyen itaat edilmeye başlanıyor.
KADININ EN İYİ ARKADAŞI"Bir kadının en iyi arkadaşı" olarak bilinen elmas, XIV. Louis’den önce değil kadınlar, hiç kimsenin ilgilenmediği mahzun bir taştan öte bir özellik taşımıyor. Rönesans belgelerinde elmas, değerli taşlar arasında 18. sırada sayılıyor. O zamanların en revaçtaki değerli taşı inci. Kaftanlar da muhtemelen bu sebeple ’pembe inciden’ yapılıyor! Ama Kral Louis’nin bu taşa aşırı düşkünlüğü sayesinde Fransa yalnızca Avrupa’nın en zengin elmas koleksiyonuna sahip ülkesi haline gelmekle kalmıyor; aynı zamanda da Paris’te elmas içeren mücevher alışverişi, şehrin en önemli alışveriş etkinliklerinden biri oluyor. Sadece Fransızlar için değil, artık bir ’turizm’ şehri haline gelen Paris’i ziyaret eden tüm yabancılar için de. Bugünün lüks merkezi Place Vendome işte bu dürtüyle gelişiyor.