29 Haziran 2006
"Eşcinsel Köşeciler" başlıklı yazıma çok sayıda "teşekkür" geldi. Kötü niyetli kişilerden bazıları işi hakarete vardırmış ama neyse ki bu ülkede neyin hakaret, neyin kişilik haklarına saldırı olduğunu belirleyen çok iyi hakimler var. Bunu tüm kalbimle söylüyorum. Adalet sisteminin yavaş çalışma gerçeğini bir yana bırakalım. Henüz benim açtığım davalarda "hakareti", "kişilik haklarına saldırıyı" görüp de doğru karar vermeyen hakim görmedim. Avukatım Mehmet Necef’in de hakkını yemeyeyim. Sağolsun, çok iyi araştırıyor, dosya hazırlıyor, hakimlerin önüne sağlam kanıtlarla geliyor.
Bu nedenle "hakaret" edenlere yanıt verme gibi bir niyetim yok, onlar yakında kendilerini tüketecekler. Nitekim tüketiyorlar da.
İnsan, "pedofili, çocuk pornosu düşkünü sapıklarla, öğrencisine sarkıntılık yapan ahlaksızlarla" kendi genetik ayrılıklarını aynı kefeye koyuyorsa ben ne diyebilirim.
Lütfen "Eşcinsel Köşeciler" yazımı yeniden okuyun.
Orada, izlediğim bir filmden yola çıkarak eşcinselliğin (aynı cinse duyulan aşkın) kaynağı ile ilgili farklı görüşlerin olduğunu söylüyorum. Ve bu görüşlerden "genetik kurama" inandığımı açıklıyorum. Daha sonra da yazımı bu kuramın belirleyicileri üzerine şekillendiriyorum. Yani eşcinselliğin bir "tercih" olmadığını, karşımıza "doğuştan cinsel tercihleri" belli kişiler olduğunu, hatta bu genleri taşıyan kişilerin "farklı bir cins" olarak görülebileceğini söylüyorum.
İnsanları isimleriyle, dış görünüşleriyle belirli cinsiyet kategorilerine atayan, köşe yazarı fotoğraflarının boyu ile etkisi arasında bağlantı kurmaya çalışan, "empatik" düşünmeye eğilimli bir toplumda "farklı cinslerin" de kendi toplumsal algılarıyla açığa çıkmalarını savunmanın neresi anormal? Efendim "bizim gibi bir toplumda eşcinsel olduğunu açıklamak kolaymıymış. Eşcinsellere sapık gözüyle bakılıyormuş" deniyor.
Peki ortalıkta da erkek diye bir yığın maganda dolaşırken, erkek olduğun sen istemeden, fotoğrafınla, isminle belirlenmişse bu işte terslik yok mu?
Ya da kadına yüklenen "karnından sıpayı, sırtından sopayı" eksik etmeyeceksin algısı yaygınken kadın olduğun yine sen istemeden ortadaysa bu konuda bir acayiplik yok mu?
Eşcinsel terimi ilk kez 1869 yılında kullanılmış. Hálá kullandığımız cinsiyet ayrımı "dili" o yıllara ait. O yoldan dil değişmiş, çoğu toplumda cinsellik farklı yorumlanmaya başlamış. Cinsellik iki yüz yıldır farklı şekilde sorgulanırken benim "cinsel tercih mi cinsiyet farklılığı mı" tartışmasını açmamın neresi yanlış?
Yukarıdaki soruları sormaya çalıştığım bir yazıdan çıkıp "insanların cinsel tercihleriyle" ilgili yazı yazdığımı söylemek biraz ayıp.
Hele de böyle bir yanlış okumayı keyif aldığım bir televizyon eleştirmenin yapmasını çok yadırgadım. Hatta kimseyi hedef almadan yazdığım bir yazıyı alıp seviyesizce saldıran art niyetlilerle aynı kefede değerlendirmesi ben de bir "art niyet" hissi uyandırdı. Umarım bu "art niyet" bir takım yüzük kardeşliği durumlarından kaynaklanmıyordur.
Eğer öyle değilse sözünü ettiğim yazarın bana bir özür borçlu olduğunu düşünüyorum... Hatasını anlayıp özür dilemezse "art niyetli" olduğunu düşünüp, ona olan inancımı yitireceğim.
Böyle biline.
Efsane Olmak..
Salı günü söylediğim gibi Gloria Gaynor’ın konserine gittim. Sadece "I Will Survive"ı bile canlı canlı dinlemek katlandığım külfete deydi. Orkestrası da müthişti. Gelenlere baktım, gençler ve orta yaşlılar eşit dağılıyordu. Orta yaşlıların tüm şarkıları ezbere söylemeleri normal de gençlere ne oluyor? Bir dünya efsanesi olmak da böyle bir şey herhalde.
Tırtıl
Tanımak istediğimizde bir şeylere ad koyarız. (Michel Foucault)
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2006
Bu gece ve yarın gece BKM Açıkhava’da iki muhteşem konser var. Biri Gloria Gaynor, diğeri Paul Anka konseri... İki devin arka arkaya Açıkhava’da sahneye çıkacağını duyar duymaz heyecanlandım. Nasıl heyecanlanmam.
İkisi de birer gerçek efsane...
Gaynor’a gideceğim ve "Yüzyılın en iyi dans albümü" seçilen "I will survive"ı canlı canlı dinleyeceğim, bir de Ajda Pekkan’la sahnedeki performansını karşılaştıracağım.
Ve de yıllarca listeleri altüst eden sayısız dans parçasını...
"I am what I am", "I wish you love", "Never can say good bye" gibi... Bu şarkılara yürek mi dayanır. Heyecan yaptım valla.
Ya Paul Anka?
Anımsayın... "Diana", "Lonely Boy", "You are Having My Baby"yi... Ne kadar çok dinledim bu parçaları. Anka’nın bir tarafı Elvis, bir tarafı Sinatra, bir tarafı Jackson, bir tarafı Beatles...
Üstelik Anka hala Avrupa’da listeleri sallıyor biliyor musunuz? Bu yıl çıkardığı "Nirvana"yı, "REM"i, "Oasis"i, "Van Halen"i yorumladığı "Rock Swings" albümü sadece Amazon-Almanya’da 25 bin adet satmış. Heyecanım gerçekten dorukta...
Bu akşam da kaçırılmayacak bir Dünya Kupası maçı var: Fransa-İspanya... Sıkıntım büyük. Amaaa Gloria Gaynor’ı kolay kolay bir daha sahnede göremeyeceğimi biliyorum. Tercihim şimdiden belli...
Gülben’den dört dörtlük konser
Gülben Ergen’in cumartesi gecesi Harbiye Açıkhava’daki konserini görmeliydiniz. Gitmemeyi düşünüyordum, "sıkılırım" diye düşünüyordum. Gittim, şu anda diyorum ki bu konser mutlaka tekrarlanmalı ve kaçırmayanlar mutlaka görmeli.
Konser başladığında çok heyecanlıydı Gülben... İşini çok ciddiye aldığı belliydi. Heyecandan ikinci şarkısına yanlış yerden giriş yaptı. Sonra açıldı, açıldı, açıldı ve Açıkhava’yı dolduran dört-beş bin kişiye mükemmel bir gece yaşattı.
Bembeyaz sahne, beyaz giysiler içindeki orkestra elemanları, albümü tamamlayan gül serpintileri çok etkileyiciydi.
İsrail’den gelip "çöp bidonlarını" bile konuşturan Tararam adlı grubun aralardaki gösterileri, Anadolu Ateşi’nin kısa ama çok etkili şovu, Yalın, Şehrazat ve Fettah’ın, Gülben’le düetleri, çok iyi tasarlanmıştı.
Gülben yeni ve eski albümlerindeki parçaları çok iyi harmanlamış. Yalın’ın "Aşksın Sen"i bence albümün en iyi parçası. Sonra Şehrazat’ın "Amor"u, Sezen Aksun’un "Yani"si ve tabii ki Nazan Öncel’in "Olta"sı. Hepsi bu yaza damgasını vuracak ve unutulmaz Gülben şarkıları arasına girecek şarkılar. Bir de Alper ve Fettah’ın yazıp bestelediği "Yalnızlık" var ki, inanılmaz bir şey olmuş.
Zaten o Fettah denen çocuğun şarkı söyleyişine de, tüm izleyiciler gibi ben de hayran oldum. Dün Onur Baştürk de aynı şeyi yazdı. Fettah kesinlikle geleceğin starı olacak özelliklere sahip. Yeter ki biri elinden tutsun, o da kendini doğru yönetsin.
Şehrazat’ı da sahnede ilk defa gördüm. Ne kadar içten söylüyor şarkılarını, ne kadar samimi paylaşıyor duygularını, hayran oldum.
Yalın bildiğimiz Yalın... O sahneye çıktığında "teenage" yaş grubunun nasıl saç baş yolduğunu görmeliydiniz.
Gülben konserinde eleştirilecek hiçbir şey yok muydu? Tabii ki vardı. Gülben’in bazen samimi olacağım diye yaptığı konuşmalar "samimi" olacağı yerde yapay olmasına yol açıyor. Bir yerde dur denmeli...
Bir de bu tür dev konserlerde artık video sanatının konuşturulması gerekiyor. Konser boyunca sürekli üstüme üstüme gelen gül videosu biraz bayıcı oldu.
Konser bittiğinde Gülben’in işini çok ama çok ciddiye aldığını bir kez daha anladım. Resmen "mühendislik" yapmış konser için. Her şeyi milimi milimine düşünmüş, tasarlamış. Ortaya da gerçekten dört dörtlük bir sahne gösterisi çıkarmış. Tabii ki orkestrayı yöneten Taşkın Sabah’ın da hakkını vermeli.
Daha önce de söylediğim gibi Hülya Avşar’ın Gülben’i "şarkıcılık" kulvarında geçmesi çok zor. Bildiğim, Gülben’in "şarkıcılık" işini daha iyi kotardığı.
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2006
GEÇEN cumartesi Dizimax’te sevdiğim dizi House’un 30’uncu bölümünü izliyorum. (İzlemeyenlere öneririm. Çok hoş bir dizi. Dr. Gregory House insan ilşkileri çok iyi olmayan dahi bir doktor ve her dizide bir hastanın sorunlarını çözüyor ve bir takım hastane içi olaylar gerçekleşiyor)
"Mistake" (Hata) isimli 30’uncu bölümde House’un hastanesinde Behçet hastası bir kadın Chase isimli doktorun ihmali sonucu ölüyor. Ölüm ilgili birimlerce araştırılıyor, genç Doktor Chase olayda ihmali var mı yok mu diye sürekli sorgulanıyor. Bu arada doktorladan biri başhekim Dr.House’ı hastane koridorlarında yakalıyor ve aralarında şu konuşma geçiyor:
- Sadece Chase’le mi görüşüyor yapıyor? Seninle görüşmüyor mu?
- Komite bana ne yapacak ki hastayı görmedim bile?
- İnsan ilişkilerini küçümsüyor olman seni temize çıkamaz. Tam aksine suçlu çıkarır. Raporları sen hazırlıyorsun. Chase’in yaptığı her şeyden sen sorumlusun.
- Bu yüzden benimle görüşmese de olur. Chase’i koruyarak beni de koruyor.
- Ya Chase’le anlaşıp seni satmasını sağlarsa. "Özür dilerim ama Dr. House kendi hastasına ilgi göstermedikten sonra ben ne yapayım? Hiçbirine ilgi göstermiyor zaten." derse.
- Chase hem beni sever hem de Türk değildir.
Dizi Amerika’nın en önemli kanallarından biri Fox’da yayınlanıyor ve dünyaya pazarlanıyor. "Mistake" isimli bölümün ilk yayın tarihi de çok yeni 29 Kasım 2005.
İmajımız nasıl ama? Tüm dünyaya "satan, kazık atan, güvenilmez" kişiler olarak tanıtılmak nasıl bir duygu uyandırdı sizde? Beni çok yaraladı. Neredeyse yeni bir küçük Midnigt Express vakası..
Gerçekten "satan, kazık atan, güvenilmez" insanlar mıyız? Hayır.
ABD Kurtlar Vadisi’ndeki gibi "şeytani" insanlardan oluşan bir ulus mu? Hayır.
Peki ne oluyor bize? Nereye varacak bu imaj dalaşının sonu?
Arabistan’da yaz tatiline ne dersiniz
ANIMSARSANIZ Turizm Bakanlığı’nın 2006 yılı Türkiye’nin tanıtım ihalesini Wunderman reklam ajansı kazandığını yazmıştım.
İlk başlarda da Wunderman’dan çıkan işler bazı taraflarca" beğenilmemişti. "Akdenizden de öte" sloganı da "Thomas Cook" seyahat acentasının reklamlarından esinlenme olduğu iddia edilmişti.
Wunderman da kendini "Kısa sürede istediler, sıkışık dönemde ancak bu kadar oldu", "Bizim sloganı anlamadılar" diye savunmuştu.
Öğrendiğime göre Bakanlık Türkiye’yi tanıtan bir reklam filmi için daha önce çalıştığı reklam ajanslarından çalışma istemiş.
Gelen çalışmalara bakarak da bu film için bir ajansla çalışmaya karar vermiş.
Sıkı durun şimdi..hangi ajans seçilmiş söylüyorum: Ddf. Yani geçen beş dönem Türkiye’nin tanıtımını yapan ajans.
Olacak iş değil. Madem reklam filmi için yine Ddf’le anlaşılacaktı,niye Ddf gibi beş yıldır Türkiye’nin tanıtım kurdu olmuş bir ajans bırakıldı?
Soruyu başka şekilde soralım. Madem Türkiye’yi tanıtan reklam filmini yapamayacaktı niye Wunderman’la anlaşıldı?
Diyeceksiniz ki "Turizm kan ağlıyor, Türkiye’nin imaj sorunu keşke bir filme bağlı olsa." Katılıyorum. Türkiye’nin imaj sorunu türbanlı Başbakan eşi sayesinde yüze katlandı.
Suudi Arabistan’da Flyair çalışanlarının yaşadığı "din polisi" rezaletini de okumuşsunuzdur. Şaşırmaya gerek Suudi Arabistan’da yaşanan dini baskıcı rejimin bir gerçeği. Bu gerçeği de dünya biliyor. Üstelik dünya artık Türkiye’yi iyice Arap ülkelerinden biri sanıyor.
Hem algısı "Arap" , hem de siyasi ve ekonomik çalkantılar içinde boğuluyormuş izlenimi veren böyle bir ülkede söyler misiniz kim tatil yapmak ister?
KimseÖO halde artık Türkiye kendini dışarıya daha iyi ifade etmek zorundaÖAma gelin görün ki Turizm Bakanlığı elindeki kuş kadar (yaklaşık 50 milyon euro) tanıtım bütçesini bile yerli yerinde harcayamıyor.
Turizm Bakanı’nın toplantılarda uyumasına asla takmıyorum. Nedense, yaptıkları ile bana "zeki ve farklı" bir beyin olduğu izlenimini veriyor. Konuşmacılar ve konular o kadar sıkıcı ki uyumakta da sonuna kadar haklıÖUyumasını çok da samimi buluyorum.
Hatta Atilla Koç’un bakanlığı Başbakan’la olan "tarikat içi din kardeşliğine " bağlasa da uyumasının bile farklı ve zeki bir beyin olmasından kaynaklandığını düşünüyorum.
Ama anlamadığım şu Türkiye’nin tanıtımı konusunda hala niye ayakta uyutulduğu..Niye tanıtım konusuna bilimsel yaklaşamadığı.
Ha diyorsa ki gelecekte "Suudi Arabistan’ın en önemli turizm geliri gibi bizim de Hac ve Umre gelirimiz olur". Ona bir şey diyemem. Biz de hac ve umre yapacak malzeme olmadığına göre AKP Genel Merkezi’ne turlar düzenlemeyi düşünüyor herhalde!
Çekirgelik
Siyasetçiler tünelin ucunda ışık görününce daha fazla tünel ısmarlayan insanlardır
(J.Quinton)
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2006
SANIRIM AKP yönetiminde dinci kadrolaşmanın THY’yi bitirdiğini bir kere daha yazmamın gereği yok (Ama yazdım bile!). Benim ilginç bir savım var. Bir şirketin iyi ya da kötü yönetildiğinin çok rahatlıkla reklamlarından anlaşılabildiğini düünüyorum. Reklamlar bir şirketin "aklının" nasıl çalıştığını ayna gibi gösteriyor.
(Aslında reklamları bir şirketin sahiplerinin (ya da üst yöneticilerinin) "aklının" nasıl çalıştığını (ya da çalışmadığını) ayna gibi gösteriyor ama hadi o konuya hiç girmeyelim!)
Gelin bu savımı bir kez daha test edelim. 19 Haziran tarihli "Newsweek" dergisinde üç havayolu şirketi reklamı var. Biri Iberia, diğeri Air China, diğeri THY...
Küçük bir kız çocuğunun uçağın içinde güİümseyerek kameraya baktığı Iberia’nın reklam başlığı şöyle: "Gülümse İspanya’dasın."
Alt metinde ise Iberia havayollarına biner binmez insanın kendini İspanya’daki 35 varış noktasındaki kadar iyi hissettiği vurgulanıyor. Yani Iberia’nın reklam stratejisi Iberia’nın uçak yolculuğunu da İspanya tatilinin gülümseten bir parçası kabul ettiği üzerine kurulu. Reklamdaki ülke reklamı bağlantısı da son derece zekice.
Reklam "İspanya değeri"ne tutunarak farklılık yaratıyor, tüketiciye duygusal bir yarar sunuyor.
Air China reklamının başlığı ise şöyle: "Zevkiniz için hoş kişisel bir özellik sizleri bekliyor."
Görselde ilginç uçak koltukları ve Çinli bir hostes var. Alt metinde "first class" ve "business class" yolcuların çok özel koltuklarda rahat ve eğlenceli uçtuğu vurgulanıyor. Araya Air China’da yiyecek içecek kalitesinin artması, transfer rehber hizmetinin vermesi gibi yan mesajlar sıkıştırılıyor.
Air China reklamı da "konfor" üzerine giderek tüketiciye bir değer sunuyor.
THY reklamı ise aylarca "konsepti" beynimize kazınan bir reklam: "Gökyüzünü değiştiriyoruz!"
İki genç nasıl baktıkları çok da tanımlanamaz bir şekilde göklere bakıyor ve THY’yi gösteriyor. Gökyüzünde Türkiye’yi temsil eden "lale figürleri" var.
Alt metinde gökyüzü değişiyor deniyor. THY’nin Avrupa’nın en hızlı büyüyen havayolu olduğu söyleniyor. Eee sonra?
THY’nin reklamı tüketiciye nasıl bir "değer" sunuyor? İşte o belli değil!
Yani THY’yi yönetenler tüketiciye nasıl bir "değer" sunduklarını bilmiyor. Ne "değer" sunduğunu bilmeyen, bir işletmeyi nasıl iyi yönetir? İşte THY’nin hali, uçurumun eşiğinde!
AKP dinci kadrolaşmaya bir an önce son verip, THY’nin başına "pazarlama-tüketici-değer" ilişkisini bilen yöneticiler getirmeli. Haksız mıyım?
BİM niye sürekli dayak yiyor
BAKIYORUM, son on yılın yükselen perakende markası BİM medyada her gün dayak yiyor. Nedeni kurucusu "Zapsu Brothers"ın Başbakan’ın danışmanlığına, El-Kaide sponsorluğuna kadar varan siyasi ve ticari ilişkileri. BİM’in "ilişkilendirmeler" karşısında sesi soluğu çıkmıyor. Yaptığı bir tane bir tarafı kırık (neresi olduğunu siz anladınız) küçük kötü bir ilan.
Onda da demiş ki: "Bazı internet siteleri ile yayın organlarında kuruluş safhasında şirketimizin hissedarı olan Sn. Cüneyd Zapsu’nun halen şirketimizin sahibiymiş gibi gösterilmeye çalışılıp şirketimize haksız ithamlarda bulunulmaktadır. Oysa Sn. Zapsu 5.5 yıl önce hisselerini satmıştır..." (Anlam bozuklukları BİM’in metin yazarına aittir.)
BİM niye bu kadar iletişim özürlü merak ettim, araştırdım. BİM halka açık şirket olduğu için ortaklık yapısına falan ulaşmak kolay. Hisseleri de dünya borsacılarına açık. İsteyen istediği bilgiyi kolaylıkla edinebiliyor. Şu andaki hissedarları arasında "Zapsu Brothers" lardan kimsenin olmadığı doğru.
Peki niye bu kadar sessiz BİM? Niye kimse BİM’in itibarını, bırakalım haydi büyükleri küçük hissedarlarının hakkını korumuyor?
Deutsche Bank Group’a ait Bender’in 6 Haziran 2006 tarihli bir BİM finansal değerlendirme raporuna ulaştım. Bender’e göre "Zapsu Brothers" 1995’te Almanların ünlü "indirim marketi" Aldi’nin eski yöneticisi Dieter Brendes’le anlaşmış, Aldi modelini Türkiye’de taklit etmişler. Sonuçta ortaya başarıdan başarıya koşan bugünkü perakende markası, BİM çıkmış. Deutsche Bank’ın raporunda da büyük hissedarlar olarak Mr.Topbaş (%22) ve Mr. El-Khereji’nin (%19) adı geçiyor, "Zapsu Brothers"ın adı ise listede yok...
Yine rapora göre BİM’in iş modeli çok basit: Sınırlı yiyecek içecek çeşidi, yüksek cirolu ürünlerde baskın olarak market markası, basit ambalaj ve dekor, verimliliği sağlamak üzere minumum sayıda personel, maliyetli reklam ve pazarlamadan kaçış..
Sanırım BİM’in iş modelini öğrendikten sonra BİM’in niçin kamuoyu ile iletişimden kaçındığını, niye iletişim özürlü olduğunu anladınız..
BİM Almanya’da başarılı olmuş iş modeli gereği kamuoyu ile iletişimi "maliyet" olarak görüyor. Tek derdi var maliyetleri kısmak, ucuza sınırlı çeşit mal satmak.. Peki ya şirket marka itibarı? İtibar kaybolursa, işletme değeri zarar görmez mi?
Ne demek görmek... Bir gece de her şey tepeteklak olur BİM’i Türkiye’nin tüm iletişimcileri gelse kurtaramaz.
Bu gerçek karşısında "önce kárlılık, iletişimi boşver" demek büyük hata!
Hele de siyaset, ticaret ve din arasındaki kaçınılmaz bağlantıların "Aristo mantığı" ile kolayca komplo teorilerine dönüştürüldüğü Türkiye’de...
Eğer BİM yönetimi "vallahi iletişim bütçesi ayırmam mümkün değil!" diyorsa ben de onlara diyorum ki: Ne modelde çalışırsa çalışsın bir yöneticinin şirketinin itibarını korumaktan önemli ne amacı olabilir?
Kuyumcunun pabucunu dama atanlar
MÜCEVHER reklamları, sponsorluğu aldı başına gidince ister istemez, "Bu alanda markalaşma ne durumda acaba?" diye sordum kendime...
TNS Piar da her ay yapmış olduğu gibi, bizim için yaklaşık 2000 kişiye "Aklınıza gelen ilk üç mücevher markası nedir?" sorusunu sordu.
Örnek 18 yaş üstü, kır- kent Türkiye temsili... Sonuç bir kez daha reklamın gücü...
Atasay yüzde 61.9’la mücevher kategorisinde en fazla akla gelen marka. Sonra sırayı yüzde 51.1’le Altınbaş alıyor. Daha sonra yüzde 13.5 ve yüzde 13.2 ile Goldaş ve Gold geliyor..
Ve anımsanma oranları birden çakılıyor. Ama alt tarafta benzer oranlarda çok sayıda mücevher markası görülüyor. İlk kez 28 markayı ayırmadan yayınlıyorum.
Lüks tüketim malı denilecek bir kategoride bu kadar çok markanın anımsanması biraz ilginç değil mi? Bu kategoride markalaşma açısından daha gidilecek çok yol, çok segment var gibi. Ve de gelecek büyük savaşlara gebe gibi... (Gibi’si fazla galiba)
Çekirgelik
İNSANIN mükemmelliğe en çok yaklaştığı nokta bir iş başvuru formunu doldururken içinde bulunduğu andır.
(Stanley J. Randall)
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2006
Arka Bahçe bittiğinde biraz yorgun düştüm..Kısa bir süre önce gösterime giren Syriana gibi izlemesi zor bir film.
Yönetmen Fernando Meirelles bir oraya, bir buraya gidip politik mesajı daha iyi vereyim diye de aralarda durunca filmde ciddi zaman sorunu ortaya çıkıyor.
Daha filmin başında Justin Quale’n karısı Tessa Quale Afrika’da şüpheli bir şekilde öldürüldükten sonra ekranda “bilmem kaç yıl önce” izleyici beyni biraz rahatlayabilirdi. Nedense politik filmlerde yönetmenler bu tür uyarıları yapmayı istemiyorlar..
“Arka Pencere” çok satan bir romandan uyarlanmış. Konu bildiğimiz “ilaç tekelleri klişesi”. Gözü dönmüş kapitalistler yoksul Afrika’daki aç insanlar üzerinde izin almadan yeni çıkacak ilaçları deniyorlar. Üstelik İngiliz hükümetinin de olanlardan haberi var.
Tanıdık bir bilgi ilginç bir öykü içine yerleştirilmiş yani. Film bittikten sonra kurgu ve plan yorgunu olsanız da filmin bıraktığı öykü tortusu keyif veriyor. Hele de biraz anti-kapitalist görüşleriniz ağırlıktaysa aldığınız keyifle filmi başyapıt olarak görmeniz mümkün.
Rachel Weisz’in bu filmden kadın oyuncu Oscar’ aldığını biliyorsunuzdur. Filmde Rachel Weisz’i gördüm ama oyunculuğunu göremem için sanırım ikinci kez izlemem gerekecek...Eğer ikinci kez de göremezsen sorun ben de değil!
Entel Pornocu..
Bu hafta kitap önerim Dharma yayınlarından. İsmi “Oyuncu olarak beden. Porno filmler: Rol mü gerçek mi?”.
Micheal Marzona altmış pornografik filmde oynayan Ovidie isimli 24 yaşında bir genç kadınla söyleşi yapmış ve daha sonra onun söylediklerinden yola çıkarak vücüdun ve pornografinin felsefi bir analizini...
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2006
Jean-Marc Vallee’nin "Çılgın" adlı filmini izlemek yeni nasip oldu. Çok da beğendim. Vallee şahaser yaratmış. Keşke daha önce izleseymişim. "Çılgın", eşcinselliğin kaynağı konusunda "taraf" olan bir film.
Zac, Kanadalı geniş bir ailenin beş erkek çocuğundan biri. Eşcinsel genlerle doğuyor ancak babasının "erkek adam ol" baskıları sonucunda gelişme çağında bitip tükenmek bilmeyen acılar yaşıyor.
Bir yanda Zac’ın kendini benliğini arama mücadelesi, bir yanda müthiş bir baba sevgisi, diğer yanda toplumun eşcinsellikle ilgili önyargıları.
Ha bir de Zac’ın gökten seçilmiş Neo olarak indirildiğine inanan anne var tabii ki.
Film Kanada’nın Quebec bölgesinde 1960’larda başlıyor, Kudüs çöllerine kadar uzanıyor. Film müziklerinde bol bol David Bowie imzası var. Bu arada Pink Floyd, Rolling Stones’dan da parçalar kulağınıza çalınıyor. 1968 kuşağı için "Çılgın" tam bir retro zihin banyosu olacaktır.
Baba rolünde Michel Cote, Zac rolünde Marc Andre Grondin ve anne rolünde Danielle Proulx, bence devleşiyorlar.
Tahmin edin bakalım filmin sonunda kim kazanıyor Zac mı, yoksa onu "erkek adam kalıplarında" davranmaya zorlayan toplum mu? Zac iki arada bir derede kalmayı başarabiliyor mu sizce?
İzleyin, öğrenin...
Bugüne kadar okuduğum araştırma sonuçlarına baktığımda eşcinselliğin genlerden geldiğine inananlardanım. Ama bu inanç! Çünkü bilimsel araştırmalar henüz kesin bir sonuca ulaşabilmiş değil...
Kesin olan bir şey var ki, nasıl kadın psikolojisi varsa, nasıl erkek psikolojisi varsa, bir de eşcinsel psikolojisi var.
O halde kimse eşcinsel olduğunu saklamamalı! Günlük yaşam cinsiyete bağımlı yargılardan aşırı derecede etkileniyor.
Örneğin kadın yazarsanız "Aaaa, ben de kadın olsam böyle yazardım" okuması yapılıyor. Erkek yazarsanız "bekara karı boşaması kolay" okuması., Ya yazar, çizer, yönetmen ya da en yakın arkadaşınız eşcinsel ise... Ve sizden bu gerçeği toplumsal baskı sonucu saklıyorsa?
Belki bir yazarın, bir arkadaşın eşcinsel olduğu bilinse onunla ilgili bütün okumalar değişecek.
Diyeceksiniz ki bu insan haklarına aykırı! Kimseye cinsel tercihini açıklattırmayız. İyi de karşı cinse ilgi geniyle doğanların, cinsel tercihleri, onlar istemese de açıkta değil mi?
Bir yol bulunmalı... Örneğin bazı yazarlarının gözü yazarken o kadar dönüyor, o kadar hırçın oluyorlar ki, bu yazıların erkek ya da kadın psikolojisi ile yazılmadığı ortada.
Okur köşe yazarının eşcinsel olduğunu bilse kesin yazıları farklı şekilde yorumlayacak.
Bazen de "tarafsız" duygulardan arınmış bir yazı bile olsa okur yazarın eşcinsel duygularına verecek.
Mutlaka bir yol bulunmalı.
Hem okura, hem yazara, sanatçıya hem de eşcinsel genlerle doğmayanlara yazık...
Eşcinsel olmayanlar açık cinsiyetlerine bağlı önyargılarla "değerlendirilirken" eşcinsellerin asıl "cinsiyetlerine" yönelik önyargılarla "değerlendirilmemeleri" haksızlık değil mi?
Tırtıl
Michelangelo heteroseksüel olsaydı Vatikan’daki Sistine kilisesi sadece beyaza boyanır ve birkaç yuvarlaktan ibaret olurdu.
(Rita Mae Brown)
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2006
Hergün e-posta kutuma çok sayıda okur mesajı düşüyor. Kiminiz yazdığım bir konuda görüş belirtiyor, kiminiz şikayetinizi iletiyorsunuz, kiminiz de kafadan hakaret ediyorsunuz. Bazılarınız ise yazılarımla, "medyadaki görünümümle" ilgili algılarınızı çok sıcak, çok samimi bir şekilde anlatan mesajlar gönderiyorsunuz. Çok hoşuma gidiyor içtenliğiniz...
Beni bir arkadaş, bir dost gibi görüp içiniz döküyorsunuz.
Emin olun bu tür mesajlarınız, yazılarıma bir dört elle sarılmamı sağlıyor.
Geçen hafta Ali Can isimli okurumdan öyle bir mesaj aldım ki, yaptığım işin hayatınızdaki ne kadar önemli bir yer tuttuğunu bir kez daha anladım.
Önce ilk mesajı geldi Ali Can’ın:
Sizin Hürriyet’te pazar, pazartesi günleri yazdığınız yazılarınızı hep takdir ederim, dolu dolu, çok iyi yazılar yazıyorsunuz. Ama Allah aşkına bu Cine5’teki programı bırakın ya da içeriğini değiştirin. Ne işiniz var Seda Sayan’larla, onlarla bunlarla...
Hem siz magazinle meşhur olmadınız, sektör çalışanlarına açtığınız ufukla hiçbir akademisyenin yapamadığı şekilde ünlü oldunuz. Daha ne istiyorsunuz?
Tamam Cuma’daki, Kelebek’teki sanat, müzik, sinema, kitap üzerine yazdıklarınıza da bir şey demiyorum, onlar da güzel denemeler.
Siz aslında iyi yürekli , temiz, yetenekli ve bilgili bir kişisiniz, hırslarınızın esiri olmayın, bırakın artık hevesinizi aldınız işte... Sevgiler Ali Can.."
Bir gün sonra ikincisi
"Atıf Hoca aslında size yazdığım bir önceki e-posta bir veda e-postasıydı. Sanırım artık sizi okuyamayacağım ya da seyredemeyeceğim. Ben çok sıkı bir okuyucu ve izleyiciyimdir ama kanser hastasıyım, yakında İngiltere’ye tedavi için gideceğim.
Kimbilir belki de hayatımın artık sonuna geldim bir daha canlı dönemeyebilirim.
Lütfen dediklerime biraz kulak verin olur mu? Yazılarınız ve programlarınızla, sıkıcı, acı dolu hayatıma biraz olsun ışık tutanlardan biri oldu. Size teşekkür ederim. Hoşçakalın. Sevgiler Ali Can..."
Okudum ve ekran başında öylece kalakaldım.
Oralarda bir yerlerde tanımadığım bir okurumun acı dolu hayatına ışık tuttuğumu öğrenmek tanımlamaz bir duygu yükledi bedenime.
"Tabii ki kulak veririm Ali Can" dedim içimden. Tabii ki. Ne Seray Sever’le program yapmanın ne de Seda Sayan’ı konuk almanın beni yıprattığını düşünüyorum. Cine-5’teki tüm programlarımı izle karşında bir "bilgi-eğlence" programı olduğunu göreceksin. Bunu adına televizyon programcılığında hamburger yöntemi deniyor. Üste ekmek, alta ekmek araya köfte... Bu köşede bile resmi gazete türü bir hava yaratsam kim okur.
Sen hiç merak etme Ali Can... Uzun yaşayacağına inan, yaşama dört elle tutun, iyileşeceğini göreceksin. Döndüğünde hayatını daha fazla aydınlatmak için (seviyeyi asla düşürmeden) daha iyi yazılar yazıp, daha iyi programlar yapacağım. Söz sana... Söz...
Sen yeter ki hayata sıkı tutun.
Houston’dan Mehmet Ali şikayeti
Bugün okur mektubuyla başladım okur mektubuyla bitireyim:
Mehmet Ali Erbil gibi bir ilkel showman’i milletin sevgilisi gibi gösteren bir yazarın yazılarını belki okumakla hata ediyorum. Bu adam sadece basit, sıradan ve hatta bayağı olmakla kalmıyor seviyesiz, ilkokul düzeyli ve ahlak dışı gösterileri ile topluma kötu örnek oluyor. Savunmasını yapıyor olmanız ise tek kelime ile sizin seviyenizi gösteriyor.
Saygılarımla.
Selim Yalvaç, Houston
Yorum
Sevgili Selim Houstan’dan bakıp Türkiye’yi yorumlayamaman ilginç! Şikayet ettiğin Türkiye’deki eğitimsizlik olabilir mi acaba? Türkiye’nin yüzde 70’i hala ortalama 4 yıllık eğitime sahip... Herkes ABD’ye gidip eğitim görme olanağına kavuşamadı henüz. ABD’de okuyanlar da dizi max, comedy max, cnbc-e izliyorlar. Peki bana bu kanallardaki dizilerin yararını anlatabilir misin? Örneğin CSI Maimi’nin, Alias’ın ya da Lost. Diyeceksin ki bunlar kaliteli diziler... Kalite "kullanıma uygun" demekse hiç Mehmet Ali’nin programlarının birilerini "kullanıma uygun" programları olduğunu düşündün mü?
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2006
AKBANK uyguladığı entegre iletişim kampanyası ile dünya kupasının şimdiden galibi. Mükemmel bir reklam filmi, mükemmel bir sponsorluk mesajı, mükemmel tamamlayıcılar, mükemmel bir medya planı. Maruz kalanın Akbank’a olan olumlu duyguları perçinleniyor, Akbank’ın yenilikçiliğine, yaratıcılığına hayran oluyor. Daha ne olsun. Hem Yorum Publicis’in, hem de Akbankçıların (Hayri Çulhacı’ya da ayrı bir sağlık dilemeden geçemeyeceğim) yüreğine beynine sağlık. Bir reklam yatırımın hakkı ancak bu kadar verilebilir.
Akbank "Türkiye’nin yenilikçi gücü" diyen reklam kampanyası bir etkinlikle markasını özdeşleştirmek isteyen herkese örnek olmalı. Reklam’a para yatırıyorsanız asla sıradanlığa izin vermeyin. Mesaj kaosu içinden sıyrılıp "cee" diyebilmenin sırrı fark yaratmakta..
Akbank’ın kampanyasının özünü oluşturan filmin başarısında Ömer Ahunbay’ın müziğinin payı çok büyük. Seçilen simgesel figürlerin Türkiye için ifade eden anlamlar Güney Afrikalı Penny Jones’un mükemmel kareografisi, reklamın kurgusu hepsi ama hepsi dört dörtlük..
Diyorlar ki "Ama bu reklam esinlenme... " Doğrudur daha önce İngiltere’de hazır kart hizmeti BT Talk Talk, Belçika’da bir gazete Het Nieuwsblad, Türkiye’de de kısmen Aygaz Hologram reklamı "insanlardan sembol oluşturma" fikrini uyguladı. Akbank’ın reklamı "fikrin" bugüne kadar yapılmış en mükemmel uygulaması. Sonuç da ortada..
Gerisi mesleki iç tartışmaların, kıskançlıkların, ödüllerin konusu.
Gelin bu tartışmalara da katkıda bulunalım. BT Talk Talk ya da Het Nieuwsblad aynı filmle Türkiye pazarına girmeyeceklerine göre ortada bir "hak" iddiası olmaz.
Aygaz’la benzeşme bir sahnede. O zaman "yıllardır ondokuz mayıs törenlerinde stadyumlarda gençler biraraya gelip bu tür figürleri oluştururlardı, hepsi ordan çalmış" diyelim olsun, bitsin.
"Aaaa bu yapılmıştı bu da iş mi" reklamcı kıskançlığı ne dersek diyelim mutlaka olacaktır. Yaratıcı kıskançlık bu işin doğasında var!
Akbank reklamının ne kadar orijinal yaratıcılık içerdiğine de ilgili jüriler karar verir. Tabii ki "Reklamın esinlenme oluşu hedef kitlede yarattığı etkinin dozunu azaltıyor mu?" sorusunu sorarak "Sıfır tabanlı yaratıcılık" diye bir şey olmadığını dikkate alarak. Nokta.
Halkla ilişkilerciler gizli servisleri örnek almalı
MAYIS ayına damgasını vuran olay Danıştay’a yapılan "türban" saldırısı. Daha sonra onu izleyen, baskınlar, çeteler, gazetelere kuryeyle gönderilen "fotoğraflar".
Hala ne olduğunu anlayabilmiş değiliz. Ölen, yaralanan öldüğüyle kaldı. Hapiste de "dinci-milliyetçi" bir garip Avukat var.
Mayıs ayında yaşadıklarım bana öğrettik ki "gizli servisler" en baba halkla ilişkiler şirketinden daha iyi çalışıyorlar.
Türkiye’de hiçbir halkla ilişkiler şirketinin ilgili etkinlik fotoğraflarını Danıştay baskını ve sonrasındaki "birilerinin" yaptığı gibi gazetelere "hızla" servis yapabileceğini sanmıyorum.
Halkla ilişkiler şirketlerinin hız konusunda "gizli servislerden "öğrenecekleri çok şey var.
Halkla İlişkiler şirketleri tabii ki, kamuoyunu yönlendirmek için işi Danıştay basmaya, adam öldürmeye vardıramıyorlar ama gazetelere gönderdikleri bültenleri değerlendirirken en az "gizli servis"lerden gelenler kadar dikkatle değerlendirmekte fayda var.
Bu değerlendirme işleminin karmaşıklığı da günümüzde çağın bilgi karmaşasına "berraklık" kazandırabilen gazeteci yetiştirmenin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Dün yaklaşık bir buçuk milyon aday ÖSS sınavına girdi. Umarım en iyileri "gazetecilik" bölümlerini tercih ederler.
Gelecekte ne kadar çok "kaliteli" bilgisayar mühendisine, elektronik mühendisi, endüstri mühendisine, doktora, işletmeciye, psikoloğa, sosyoloğa, reklamcıya ihtiyacımız varsa onlardan daha fazla "nitelikli", gazeteciye ihtiyacımız var.
Ve de nasıl bir Cumhurbaşkanı kadar önemli olan nasıl bir gazetecilik eğitimi tartışmasına. Gazetecilik eğitimini hafife alan bir Türkiye’yi geleceğe taşımak zor.
Erdoğan düştü, Baykal Ağar form kazandı
Merakla beklediğiniz, her ay 2000 kişi ile yapılan "TNS Piar Liderlerin Form Grafiği" araştırmasının Mayıs ayı sonuçları geldi.
Danıştay’a yapılan saldırı Tayyip Erdoğan’ı ciddi şekilde sallamış. Nisan ayında 18 yaş üstü kır-kent Türkiye’nin % 47.3’ü onu takdir ederken, bu oran Mayıs ayında % 38.4’e (-8.9 puan) kadar düşmüş.
Mayıs ayında form kazanan iki lider var. Artışlara göre sırasıyla Baykal ve Ağar.
Baykal’ı takdir edenler % 9’dan % 12’ye (+3 puan), Ağar’ı takdir edenler % 7.2’den % 8.6’ya (+1.4) çıkmış.
Mumcu ise % 8.1’den % 7.4’ (-0.7) düşmüş. Bahçeli’yi takdir edenler ise hemen hemen yerinde sayıyor ( % 10.4’ten % 10.7’ye).
Saldırı gününden bugüne ne Tayyip Erdoğan ne de AKP’liler "türban" konusunda topa girmediler, gerginlik yaratmadılar.
Bakalım bu türban sessizliği (eğer genlerindeki "milli görüş" kanı yeniden harekete geçmezse), Tayyip Erdoğan’ın yaptığı Cumhurbaşkanlığı tarifi ve AB restleşmesi Haziran ayı formuna nasıl yansıyacak.
Çekirgelik
Eğitim insanların yüksek seviyede önyargılara sahip olmasını sağlayan bir yöntemdir.
(L.J. Peter)
Yazının Devamını Oku