27 Temmuz 2006
Beş Parmak (Five Finger) isimli 2005 yapımı çok ilginç bir film izledim. Türkiye’de oynadığını anımsamıyorum. Festival dışında da sinemalara geleceğini sanmıyorum. Keşke gelse... Bittiğinde çok şeyi sorgulatan bir film Beş Parmak.
Faslı sevgilisini arkasında bırakarak Hollandalı caz piyanisti Martjin (Ryan Philippe) "gıda programına" katılmak için Fas’a gider. Orada yerel Müslüman teröristler (Laurence Fishburne) tarafından kaçırılır. Kapalı bir mekanda 80 dakika "gıda programı" hakkında sorgulanır.
Senaryonun en önemli çıkış noktası şu: Ortak düşman varsa, düşman diğer düşmanla kim olduğunu sorgulamadan gözünü kırpmadan işbirliği yapar. Beş Parmak’ta radikal İslamcılarla küreselleşme karşıtı marjinaller Amerika’yı alt etmek için işbirliği yapıyor.
Aynı Vakit gazetesinin yaptığı gibi. Hani türban kararını veren Danıştay üyelerini tek tek hedef gösteren, şeriat özlemiyle yanıp tutuşan gazete...
Vakit’te 24 Temmuz 2006 günü "Bu çocuklara yazık!" başlıklı ön sayfa manşet haberini okuduğumda gözlerime inanamadım.
Haberde bir yığın emekli subaydan görüşlerle Türk Silahlı Kuvvetleri karalanmaya, sisteminin bozuk olduğu ve bu nedenle de "gençlerin PKK ile savaşta pisi pisine öldükleri" izlenimi verilmeye çalışılıyor.
Bir takım alıntılarla, komutanlar içinde Güneydoğu’ya gitmek isyemeyenlerin olduğu, bu nedenle de generaller Güneydoğu’ya gitmekten kaçınırken "gençlerin pisi pisi"ne öldüğü sonucu çıkarttırılmaya çalışılıyor.
Vakit bunu ne zaman yapıyor?
Türk Silahlı Kuvvetleri PKK ile şavaşırken, daha büyük bir savaşa hazırlanırken... Kamuoyunda her cenaze "derin yaralar" açarken...
Türk ordusu büyük moral desteğe gereksinim duyarken, aynı zamanda kamuoyu "en kırılgan" dönemini yaşarken...
Neden yapıyor bunu Vakit?
Türk ordusu var olduğu sürece şeriatı getiremeyeceklerini biliyorlar da ondan...
Onu, kamuoyunun en "kırılgan" olduğu dönemde zayıflatmaya çalışıyor.
Söyler misiniz Vakit "suç" işlemiyorsa kim suç işliyor?
Yazık değil mi bu TSK’ya...
Serdar mı Tarkan mı?
Serdar Ortaç, Tarkan için "O megastarsa ben ultrayım" demiş. Ortaç’ın dediğini okur okumaz ona haksızlık yaptığımı hissettim. Çünkü bu sezon Harbiye Açıkhava’da çok sayıda konser izledim. Bir onun konserindeki atmosferi sizlerle paylaşmadım.
Üstelik en kalabalık ve izleyicilerin en fazla kendilerinden geçtikleri konser Serdar Ortaç’ınkiydi.
Dört buçuk saat sahnede kaldı. Hayranları dört buçuk saat dans etti, göbek attı, çığlık çığlığa el ele tutuşup birbirinden geçti.
Kim ne derse desin Serdar Ortaç eğlendirmeyi biliyor, isteyen istediği kadar burun kıvırsın, her yaştan ve her cinsiyetten (eşcinseller dahil) Türk göbek atmayı seviyor.
Serdar Ortaç, dört buçuk saat içinde beş kez yeni albümünden "Dansöz" isimli şarkıyı söyledi. Beş kez dansözlerden oluşan dans grubu sahneye geldi, yine de hayran kitlesi "Dansöz" şarkısına doyamadı.
Serdar Ortaç tribünlere oynayan müthiş bir şarkı yapmış, tribünler de şarkının hakkını vermek için oynaya oynaya şarkıyı bitiremedi.
Ortaç konserde sadece yeni albümünden şarkılar söylemedi. İlk albümünden başlayarak 2006 yılındaki son albümüne kadar tüm şarkılarını uzata uzata, yedire yedire söyledi. Aralarda da annesi ve babasıyla tatlı sohbetler yaptı, onu görmezden gelenleri eleştirdi, hayata dair algılamalarını hayranlarıyla paylaştı, bol miktarda da çok sevimli bir şekilde "Atıf Hoccaaaa" diye bağırarak ön sıralarda oturan beni yerin dibine soktu!
Serdar Ortaç’ın sahnedeki tarzı çok ilginç. Oldukça "sert"... Her şeyi kontrol etmeyi, "güç bende izlenimi" vermeyi seviyor. Vokalleriyle olan iletişiminde de aynı "güç" gösterisini yaptığını söylemek mümkün. Bu tarzı biraz daha yumuşatsa daha iyi olur diye düşünüyorum. Çünkü fazlası biraz itici oluyor.
Bir de dörtbuçuk saat konser uzun bir süre... Gerçi konser sonuna kadar bir kişi bile Açıkhava’yı terk etmedi ama eğlendireceğim derken insanları konser yorgunu yapmak iyi bir şey değil...
Peki Tarkan star, Serdar Ortaç megastar mı? Yanıt vermek zor... Çünkü şarkıların tarzı ve kulvarları farklı. Tarkan’daki cinsel karizmanın Serdar’da olduğunu söylemek de zor. Serdar’daki samimiyetin, bizdenliğin Tarkan’da olduğunu da...
Hele de son dönemdeki star olacağım diye her şeyden, herkesten uzaklaşan Tarkan’ın...
Tarkan, hayranlarıyla iletişimini kaybetti, daha da kaybedecek. Serdar Ortaç ise her gün hayranlarına daha fazla yakınlaşıyor. Kim kazanır dersiniz?
Tırtıl
Hayatta en büyük eğlence, başkalarının "yapamazsın" dediğini yapmaktır. (K.M. Denzel)
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2006
Dikkatinizden kaçmamıştır sanırım. Zidane milyonlarca insanın gözü önünde rakibine attığı kafa nedeniyle sadece çocuklardan özür diledi. Özürünün gerekçesini de şöyle açıkladı: "Kötü örnek olduğum için çocuklardan özür diliyorum!"
Mahkeme de Zidane’a, futbolu bıraktığı için, çocuklarla ilgili bir sosyal hizmet kuruluşunda çalışma cezası verdi.
Şimdi Türkiye’ye gelelim.
Ne karışırız biz Reha Muhtar’ın aşkına, bekar olarak önüne çıkan fırsatlarına... İster ilk görüşte aşık olur, ister evlenir... Bize ne?
Ama her şey çocukların önünde, ekranlarda, gazetelerin "teenage"lere açık sayfalarında yaşanıyorsa Reha Muhtar’ın da, Gülşen’in de, Erol Köse’nin de, karısının da yaşadıkları atışmalar bizi ilgilendirir.
Muhtar, Gülşen, Köse ve karısı hiçbirimize yaşadıkları nedeniyle hesap vermek zorunda değiller.
Ama ilişkinin-evliliğin-aşkın bu denli "mahremiyetini" bozdukları, kötü örnek oldukları için çocuklara çok büyük bir özür borçlular.
"Sadece onlar mı" diye soruyorsunuz değil mi?
Haklısınız. Medya önündeki "aşk, evlilik ve ilişki tarzları" ile çocuklara kötü örnek olan o kadar çok ünlümüz var ki...
Teker teker özür dilemeye kalksalar sonuncuya sıra belki 10 yıl sonra gelir.
Ne yapsak acaba?
Önceliği yine de Muhtar, Gülşen, Köse ve karısı dörtlüsüne versek mi?
Olay hiç bu kadar "grup" tartışmasına dönmemişti de...
Mehmet Ali Şahin yağmıyor, gürlüyor
Futbol artık diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de milyarlarca doların, euro’nun döndüğü dev bir sektör.
Milyonlarca insan futbol ve futbolla ilgili sektörlerden para kazanıyor, futbola umut bağlıyor, futbol üzerine bahis oynuyor, futbolla mutlu oluyor, futbolla kimlik buluyor, futbolla üzülüyor.
Futbol gençleri spora bağlıyor, ilgilerini uyuşturucudan, alkolden, şiddetten alıp yeşil sahalara yöneltiyor.
Futbol İstiklal Marşı’mız ve bayrağımızdan sonra en önemli "mutabakat" konumuz olmaya aday.
Gelin görün ki Türkiye’de futbolun "adil" oynanan bir oyun olmadığını, mafya-siyasetçi-menajer batağına battığını artık herkes biliyor.
Futbolun tadı kaçtıkça kaçıyor...
Ve bir gün... Vatan Gazetesi bir şike dosyası başlatıyor.
Daha sonra Hürriyet, Denizlispor-Malatyaspor maçındaki şike iddiasını ortaya çıkarıyor.
Futbol sektörü şöyle bir silkeleniyor. Bir süre daha silkeleneceğe benziyor.
Umarım bu silkelenme futbol sektörünün ciddi olarak "hukuki" yönden düzenlenmesini sağlar.
Acilen spor mahkemeleri açılır, bu mahkemelere bağlı "soruşturmacı" kurumlar oluşturulur, Türk Ceza Kanunu’na şike, spor kurumlarına siyasi baskı, stadyum içi küfür ve şiddet cezaları eklenir.
Umarım TBMM futbolu yeniden düzenlemek ve siyasetten, mafyadan, ayak oyunlarından arındırmak için bu fırsatı kaçırmaz.
Umarım Başbakan Tayyip Erdoğan futbolla ilgili çıkarılacak yeni yasalar konusunda onu engelleyenleri bize söyler de biz de niye yasaların çıkmadığını öğreniriz. Ya da Spordan Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin niye sürekli yağmadan gürlediğini bize anlatır da futbolun geleceğine olan inancımızı yitirmeyiz. Niye sayın Şahin?
Niye sürekli gürlüyor ama bir türlü yağamıyorsunuz? Malatyaspor hangi yetkiyle Çek futbolcusunu sorguluyor, kaçırıyor ve kimseyle görüştürmüyor sayın Şahin?
İşte beni çok güldüren e-posta
Zaman Gazetesi’nden geçen hafta pazartesi yazdığım "Gerçekleri Zaman’a Bırakmayalım" başlıklı yazıma resmi bir e-yanıt gelmiş.
Bu yanıta iznim nedeniyle yeni ulaşabildim, bu nedenle köşemde yer veremedim. Zaman’daki arkadaşlarımız kusura bakmasınlar, gelecek pazar yanıtlarına yer vereceğim. Tabii "reklamcıların gözünde Zaman’ı farklı göstermek istiyorsun" iddialarına da...
Bu arada söz konusu yazıya çok sayıda okur e-postası geldiğini de belirteyim.
Bunlardan bir tanesi beni çok güldürdü. Bu tür tepki e-postalarının çoğunda olduğu gibi bu e-posta da zıttırıktan bir isme sahip ama çok komik. Bu nedenle paylaşayım diyorum:
"Zaman’ı kıskanmayın... Sizin gibi bakmıyoruz gazeteye, because okuyoruz. Dediğinizi yapın, but bir yaptırımı olsun, kapiş? Yıllanmış şarap gibi değil gazeteleriniz, sorry so şarapçıların diyebilirim. Çapınız kaç merak ediyorum uzman bey? Holding medyasının köşe yazarı olmak nasıl duygu? Allahtan korner direği yapmamışlar. Reel olarak yapamazlar sizi zaten siz fakültelisiniz hani. Neyse Atıf Amca iyi günler diliyorum. Uzman amcam benim."
Komik değil mi? Çok güldürdü beni ya. Bu e-postayı gönderen genci çok merak ediyorum. Gerçekten tanışmak ve kendisiyle röportaj yapmak istiyorum. İzninizle buradan kendisine sesleneyim:
Sevgili genç okurum... Lütfen koordinatlarını gönder. İmza: Uzman Amcan.
Tırtıl
Oynanan bütün oyunlar, iktidar ve güç savaşları hepsi bir yerde erkeğin ya annesine ya karısına ya sevgilisine ya da sanal kadınlara kendini alkışlatmak için yaptığı eylemlerden ibarettir. (Reha Muhtar)
Yazının Devamını Oku 24 Temmuz 2006
BUGÜN seçim yok, sandık ortada yok.Seçim olmadığı için şeçim şartları yok, seçime göre şekillenen bir ortak akıl yok. O halde "Bugün seçim olsa kime oy verirdiniz?" sorusuna verilen yanıtlarla yapılan "ağırlandırılmış projeksiyonlar" neyi, ne kadar sağlıklı tahmin edebilir?
Tahmin edemez. Bu nedenle doğrusu parti liderlerinin performansını ay ay izlemek, "sandık" ortaya konunca "Bugün seçim olsa" sorusuyla kamuoyunun eğilimini belirlemek.
TNS Piar’ın 18 yaş üstü, Türkiye kır-kent temsili 2000 kişiyle her ay yaptığı "Liderlerin Form Grafiği" araştırmasının sonuçları geldi.
Haziran ayında en fazla form arttıran lider Ağar. Formu % 8,6’dan, % 14,6’ya çıkmış. 6 puanlık artışın Ağar’ın sürekli, tutarlı iletişim görünülürlüğünü yakalamasından "sağduyulu" lider algılamasını arttırmasından kaynaklandığı çok açık.
İkinci artış Mumcu’da. % 7.4’ten % 11,7’ye yükselmiş. 4.3 puanlık artış, Mesut Yılmaz’ın "siyasete döneceğim" açıklamasıyla ANAP tabanındaki hareketlenmeden de, Mumcu’nun AKP’ye yönelik "saldırı" stratejisinin tabanda karşılık bulmasından da kaynaklanıyor olabilir.
Üçüncü en fazla artışı sağlayan Baykal.. 2.4 puanlık artışın nedenini çok anlayabildiğimi söyleyemeyeceğim. Bildiğim 20 triyona çıkan yeni binanın Baykal’ın formunu bu kadar etkilemeyeceği. Olsa olsa "daha fazla dinci tehdit algılaması" sol eğilimlerinin bazılarını Baykal’a yönlendirmiş olabilir!
Dördüncü artış ise % 10.2’den 12’2’ye çıkan Bahçeli’de. Bahçeli’nin formunu tam olarak Temmuz ayı sonuçlarına bakarak değerlendirebileceğimi düşünüyorum. Eğer "PKK terörünün büyümesi" Bahçeli’de doğal form artışı yaratamıyorsa Türkiye’de gerçekten bir şeyler oluyor demektir.
Tayyip Erdoğan’ın formuna gelince. 38,4’ten 39,1’e çıkmış. 0,7 puanlık bir form artışı var. Neredeyse % 30 devalüasyona, medyanın kapsadığı yolsuzluk iddialarına rağmen Erdoğan’daki form bağışıklığı ilginç! Erdoğan "formu" her zaman AKP oyundan yüksek çıkıyor. Geçmiş AKP-Erdoğan form analizi şu anda hálá kemik % 28-30’aralığında AKP oyu olduğunu gösteriyor. Temmuz ayında "doğudan gelen şehit" haberleri yaygınlaştı. Erdoğan’ın "şehit cenazeleri fazlalaştıkça" form, AKP’nin oy kaybettiğini artık biliyoruz. Gelecek ayın sonuçları çok şeylere gebe. Haziran ayı sonuçlarından gördüğüm safların kısmen sıklaştığı, kararsızların hareketlendiği, Türkiye’nin alternatif lider arayışının hızlandığı.
Liderlerin Form Grafiği
LiderMayıs 2006Haziran 2006
Erdoğan38.439.1+ 0.7
Ağar8.6 14.6+ 6.0
Baykal12.214.6+ 2.4
Bahçeli10.212.2+ 2.0
Mumcu7.411.7+ 4.3
Taklitler aslını güçlendirir
BİR gazete, genel yayın yönetmeninden, her türlü yazarına, kafayı bana taktı. Yemiyor, içmiyor beni soluyor, beni düşünüyor, beni yaşıyor, hatta gece rüyalarında bile beni görüyor.
Diye düşünüyordum ki baktım iş öyle değil. Gazete’nin her köşesinde Hürriyet, Ertuğrul Özkök ve Hürriyet’in diğer yazarları var. O gün Hürriyet alınıyor, okunuyor, bir gün sonraki gazete Hürriyet haberlerinin ve yazarlarının eleştirisi olarak çıkıyor.
Hadi ben işim diye, özellikle de tekrara düşmemek için, her gazeteyi, her yazarı (bazıları içime daral getirse de) de satır satır okuyorum. Sıradan okurların ise bu tür "klonlama" yazı kırıntılarını okumaktan sıkıldıklarını, "ucuz" algıladıklarını bilmek için profesör olmaya gerek.
İyi kötü, kötü her iletişimcinin taklidin daha "ucuz" algılandığını, yeni bir değer yaratmadığını bilmesi lazım. Kural çok basit, taklitler aslını yaşatır,aslın pozisyonunu güçlendirir. Nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsam taklidine sağlık!
Orman Bakanı’na sorular
2000 yılından bugüne ilk kez, izin kullanıp geçen hafta yazı yazmadım (dört gün). Antalya’dan izmir’e yaklaşık sekiz dokuz günlük bir tur yaptım. Ve iki şeye bir kez daha ikna oldum. Bir, yazı yazmadan durmam mümkün değil, iki Akdeniz kıyılarımız tanrının bize lütfettiği bir cennet.
Bu cennetin içine okuyan da bizzat fiyat rekabetine girip birbirlerini yiyen turizmcilerimiz ve sistemi yandaşlarına peşkeş çekerek "kokuşturan" siyasetçilerimiz.
Alın bir örnek. Ölüdeniz Babadağ 2004 yılından bu yana yamaç paraşütünün dünyadaki önemli merkezlerinden biri haline geldi. Bunun nedeni 2000 metrelik bir uçuş yüksekliğinin olması ve denize inişin yeni öğrenenler için güvenli bulunması.
Çevre ve Orman Bakanlığı iki sezon önce Babadağ’ın işletmesini ihaleye çıkarmış.
İhaleyi alan Sungate’in de sahibi Cengiz İnşaat.
Cengiz İnşaat işletmeyi devraldığından bu yana ne yolları islah etmiş, ne tesis yapmış, ne de ilk yardım ekibi kurmuş, ne de tuvaletleri iyileştirmiş. Her şey eski tas eski hamam, tek artırılan uçuş ücreti.
Bakanlık, Cengiz İnşaatı tesisi iyileştirmemekte serbest bıraktığı gibi "uçuş ücretini" belirlemekte de serbest bırakmış. Vatandaşın dağından bir atlamak ve uçmak 25 YTL.
Ölüdenizin turizmcileri 25 YTL fiyatın yüksek olduğunu, Avrupa’dan gelen uçuş okullarının bu nedenle artık Babadağ’ı tercih etmediklerini iddia ediyorlar. Bu iddia bana doğru geliyor. Bir öğrencinin yamaç paraşütünü öğrenmek için beş altı kere atlaması gerektiği düşünülürse "fiyat yüksekliği" Babadağ’ın turistik çekiciliğini azaltabilir.
Durum böyleyken niye Orman Bakanlığı "Turistik sendromları" düşünmeden bir ihale yaptı peki? Tesisini bile iyileştirmediyse bu ihale niye Cengiz İnşaat’a verildi? Niye Cengiz İnşaat ücret artışında serbest bırakıldı? Niye Cengiz İnşaat’in işi farklı bir taşerona vermesine göz yumuldu? Devlet ihalesi yapmak işi sadece en yüksek o parayı verene verip sonra yan gelip yatmak mıdır? Kamu kaynaklarını kiralayan kişilerin performanslarına bakmak gerekmez mi?
Türkiye’nin sorunu keşke sadece yere gömülmüş variller olsa değil mi sayın Pepe? Ya dağ zirvelerine çöreklenmiş ve güneşin parıl parıl parlattığı yer üstündeki variller!
Çekirgelik
Konuşma özgürlüğü yoksa demokrasinin "D"si bile yoktur.
(R. Marievski)
Yazının Devamını Oku 17 Temmuz 2006
TÜRKİYE’deki "şeker kotası" sorununu bir süredir burada yazıyorum. Sorun Türkiye’deki kronik sorunlardan biri. Ufukta da çözüm görünmüyor. Dünya değişiyor, küreselleşiyor, her şeyi daha ucuza daha kaliteli üretiyor. Biz elimizdeki avcumuzdaki kaynakları bu değişime ayak uyduracak şekilde yönetemiyoruz.
Türkiye’de 22’si devlete ait 33 şeker fabrikası var. Gübresiyle, tohumuyla, ilacıyla ekimiyle, biçimiyle yaklaşık 5 milyon kişinin pancara bağlı şeker üretiminden geçindiği tahmin ediliyor.
Ama gelin görün ki Türkiye şekeri, şeker pancarından tonu 1100 dolara üretiyor. Hemen yanımızda Avrupa’da şekerin tonu 550 dolar.
Yiyecek,içecek üreticileri ise hem maliyet hem üretim kolaylığı hem de "tat" sınırlamaları nedeniyle "nişasta bazlı şekeri" tercih ediyor. Devlet ise şeker pancarından üretilmiş şeker sektörünü koruyacağım diye "nişasta bazlı şekere" kota koyuyor.
Kasım 2005’e kadar, nişasta bazlı şeker üreten Cargill, Amilium, Tat, PNS, Sunar firmaları 950 bin ton kurulu kapasitelerine rağmen kota nedeniyle sadece 234 bin ton şeker üretip satabiliyorlardı.
Başbakan’ın ABD ziyaretinde Bush ricacı olunca Bakanlar Kurulu kararıyla Cargill için kota Kasım 2005’te % 50 arttırıldı. Bu arada Ülker, Cola-Turka üretiminde kullanmak üzere kendi nişasta bazlı şekerini "entegre" olarak üretmeye başlamıştı. Şeker Kurulu da Ülker’e "hayır bu kota ihlali" deyip bastı cezayı.
Temmuz 2006’da, sekiz ay sonra Danıştay kota artırımı kararını iptal etti. Ortalık toz duman. Çikolata sektöründe Ramazan öncesi büyük kaos yaşanacağa benziyor.
Peki böyle önemli bir konuda AKP hükümeti ne yapıyor dersiniz? Avrupa şekeri tonu 550 dolara üretirken Türkiye hala nasıl 1100 dolardan şeker üretebileceğini ve dünya piyasalarında rekabet edebileceğini düşünüyor?
Şeker pancarı sektöründeki 5 milyon kişinin en kısa 5 en uzun ise 10 yılda farklı sektörlere yönlendirilmelere gerektiği açık. Ne yapıyor Sanayi Bakanı Ali Coşkun?
Geçen hafta bir grup sendikacı Ali Coskun’u ziyaret etmişler. Söz dönmüş dolmuş şeker kotasına gelmiş. Ali Coşkun aynen şunları söylemiş:
"Amasya ve Kayseri fabrikalarını C kotası (ihracat) ihlali nedeniyle cezalandırdık. ABD elçisi bu odaya iki kere geldi. Bush Başbakan’dan ricacı oldu. Sabri Ülker baba dostu olmasına rağmen Ülker’e de kotayı ihlal ettiği için verdik cezayı..."
Anlayacağınız Bush taaa Amerikalardan bizim şeker kotası sorunumuzu çözmek kafa patlatıyor biz ise kendi insanımızın kafasını patlatalım derken sorunlarımızı çözemiyoruz. Nasıl ama?
Tatlıcılar reklamı keşfetti
HACI Seyid, Özsüt, Bolulu Hasan Usta, Güllüoğlu, Tatlıcı Tombak, Mado, hatta Saray ve Süt-iş dersem aklınıza ne gelir?
Tatlı değil mi? Aynen öyle. Türkiye’nin "tatlı" düşkünlüğü ve son yıllarda "tatlıcı"lığı farklı bir boyuta taşıdı. Mağaza sayısı 100’lere varan tatlıcı zincirleri ortaya çıktı. Başı çekenler Bolulu Hasan Usta ve Özsüt.
İzmir Kemeraltı’ndaki küçük dükkanlarından Türkiye’ye taşan iki zincir arasındaki rekabet geçen hafta başlayan reklam kampanyaları ile farklı bir boyuta taşındı. "Nedir organize tatlı sektöründeki pazar büyüklüğü ki, reklama başladılar?" diye soruyorsunuz değil mi? Ne yazık ki çoğu sektörde olduğu gibi organize tatlı sektöründe pazar büyüklüğünü bilmek zor.
Tahmin edebiliriz. 2005 yılı reklam yatırımlarına baktığımızda "tatlıcılarda" yaklaşık 500 bin dolarlık bir yatırım görülüyor.
2006’da ise Bolulu Hasan Usta ve Özsüt’ün şu ana kadar yaklaşık bir milyon dolar reklam yatırımına doğru gittiklerini söyleyebiliriz. Demek ki her iki marka bir KOBi için büyüme sınırı olan yıllık 10-15 milyon dolar ciro sınırına gelmişler. Çok ilginç bir gelişme.
Hem Bolulu Hasan Usta’yı hem de Özsüt’ü markalaşma ve zincir olma çabaları için kutlamak istiyorum. Buraya kadar gelmelerindeki en önemli nedeni pazarlamanın üç P’siyle (Ürün, fiyat ve dağıtım) ilgili uygulamaları başarıyla yeri getirmeleri...
Şimdi sıra iletişimde. Bu konuda daha yolun başındalar. Yapacakları çok iş var. Doğru iletişimi yaparlarsa büyürler yoksa yerlerinde sayarlar. Şu anda ikisi de kısıtlı bütçeyle daha çok "markaya maruz bırakma (exposure)" etkisi yaratmaya çalışıyorlar.
Bolulu Hasan Usta’nın reklamında dikkatimi çeken bir noktaya değinmek istiyorum.
Yukarıda da yazdığım üzere Bolulu Hasan Usta "Boludan" değil İzmirden doğan bir marka. "Bolu"ya özgü "lezzet" çağrışımından yararlanıyor. Sadece "Süt tatlılarına" odaklanıyor. Reklamında oynayan yaşlı oyuncu da "Bolulu Hasan Usta"nın İzmirli gerçek sahibi değil sadece oyuncu. Yaşlı kişiyle "Hasan Usta"ya "yıllanmışlık" algısı kazandırılıyor.
Düşünüyorum da Türkiye’de böyle ürün konumlandırma dahileri varken Türkiye niye doğru dürüst dünya markası çıkaramıyor!
Gerçekleri ’Zaman’a bırakmayalım
ZAMAN Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın Ayşe Arman’a verdiği ropörtajdan öğrendik ki Zaman Gazetesi bir cemaat gazetesi değilmiş, Fetullahçılıkla da ilgisi yokmuş. Sadece Fetullah Gülen’i severlermiş, Fethullah Gülen’le Zaman’ın sahipleri sadece arkadaşmış. Türkiye’de de tek propaganda gazetesi varmış, o da Cumhuriyet!
Bu yanıt karşısında Ekrem Dumanlı kusura bakmasın ama "ayıp oluyor" demek istiyorum. Hem "Zaman’la gerçekler anlaşılır" deyip hem de gerçekleri gizlemek gerçekten biraz ayıp oluyor.
Zaman gazetesi bir cemaat, bir misyon gazetesidir. Ancak böyle göründüğü zaman "yaygınlaşma" sorunu yaşadığı için bu bilgiyi örtmeye çalışır. Raftan satışı 40 ile 48 bin arası değişir. Geri kalan abone usulü ile satılır ve parasız olarak dağıtılır. Hatta bu dağıtımda yıllardır emniyet, milli eğitim, bakanlıklar, yurtlar gibi Türkiye’deki stratejik kurumlara öncelik tanınır.
BİAK’ölçümlerindeki okur sayısı ve erkek okur ağırlığı Zaman’ın nasıl bir abonelik yapısına sahip olduğunu gösterir. Okur sayısının da söylenen tiraja denk gelmediğini. Ekrem Dumanlı "söylediklerim gerçek" diyorsa" bana abonelerinin tam listesini versin, aralarından on bin tesadüfi örnek seçeyim, tezlerimi sorgulayayım. Sonuçları da köşede yayınlayayım. Gerçekleri zamana bırakmayalım. Var mısınız Sayın Dumanlı?
Çekirgelik
Sen yataktan kalksan da kalmasan da gün başlar
(J.Ciardi)
Yazının Devamını Oku 16 Temmuz 2006
TNS Piar geçen ay CATI yöntemiyle (telefonla anket) yaptığı bir araştırmada 1352 kişiye çok ilginç bir soru sormuş: "Türkiye Cumhuriyeti’nin dünya devletleri nezdindeki temsiliyetini dikkate aldığınızda, şimdi size sayacaklarımdan hangisi sizin bu konudaki görüşünüzü en iyi tanımlar?"
Yanıtların dağılımı ilginç! Yüzde 49.0 T.C’nin yurt dışında layık olduğu şekilde ya da daha üstünde temsil edildiğini, yüzde 42.5 ise layık olduğu şekilde temsil edilmediğini düşünüyor.
Geri kalan yüzde 8.5’in ise Türkiye temsil edilmiş mi, edilmemiş mi çok fazla umrunda değil.
Diyelim ki siz Türkiye’nin yurt dışında hakkıyla temsil edilip edilmediğinden sorumlu yöneticisiniz. Bu sonuçlara bakıp ne yaparsınız?
A) "Oh ne güzel Türkiye’nin yarısı, Türkiye’nin hakkıyla temsil edildiğini düşünüyor" deyip yan gelip yatarsınız.
B) "İşe bak Türkiye’nin yarısı Türkiye’nin yurtdışı temsilinden memnun değil" deyip sıkı bir revizyona girişirsiniz.
C) "Bu işlerin doğrusu halka sorularak bulunmaz. Ortada bir ’gerçek’ vardır, bu ’gerçek’ olaylara, ilişkilere ve gelişmelere bakıp çözümlenir. Sonra gereği neyse yapılır" dersiniz.
A, B şıkkını işaretleyenleri devam etmekte olan İsrail’in Hamas’ı cezalandırma operasyonu yakından izlemelerini öneririm. Hemen burnumuzun dibindeki savaşta Ankara’yı, Başbakan’ı takan var mı? Bir şey soran var mı?
Türk dış politikasının kötü polisi Tayyip Erdoğan, iyi polisi Abdullah Gül başbaşa verip, oturup bir düşünsünler bakalım; AKP iktidarı bu "ilgisizliğe" layık olabilir ama T.C bu "ilgisizliğe, itibar krizine" layık mı?
CHP’nin binası ne işe yarar
CHP yeni binasına tam tanıma yirmi trilyon lira harcamış. Belki de daha fazla.
Söyler misiniz bu iletişim, internet çağında bir partiye bu kadar büyük bir merkez niye lazım? Ne koyacaklar bu binanın içine... Ne üretecekler burada? Eş, dost, akraba çocuğuna iş yaratmaktan başka ne işe yarayacak bu merkez?
CHP’nin yeni binasına ödenen trilyonlar Türkiye’de siyasi parti yönetimlerinin ne kadar çağdışı bir zihniyetle yönetildiklerinin en büyük kanıtı.
İnternette bir "iletişim" sitesi olsa, küçük de bir merkez, toplantılar da kiralanan otellerde yapılsa parti işi yönetilmez mi? Yönetilir. Hem de daha iyi yönetilir.
Ne olur anlayın artık. Bu çağda bir partinin "iletişim" üretmekten başka bir işi yok. Bunun için de binaya gereksinimi yok. Binaya harcanan para "iletişime" harcansa, CHP’nin (o da belki) seçimde barajı aşma sansı olurdu...
Şu durumda CHP’nin tek şansı AKP. AKP dinci söylemi arttıracak, CHP’de "Cumhuriyet elden gidiyor" söylemine devam edecek... Korkutulanlar da "Hiç olmazsa oylar bölünmesin" diye düşünüp CHP çatısı altında birleşecek.
Ya oyların başka partide birleşeceği düşünülürse... Ya bir alternatif görülmeye başlarsa insanlar... (Ki bir alternatifin ağır ağır ayak sesleri duyulmaya başladı!) Ne yapacak o zaman bu binayı CHP? İnternet kafe yapıp bir sonraki seçimde gençleri kazanmayı düşünür mü?
Şafak Sezer Arçelik’e gerekli
ARÇELİK’in yeni reklam uygulamalarıyla ilgili birkaç söz söylemeden önce Koç Holding’in "Dayanıklı" grubunu yönetenleri kutlamak şart oldu. Son beş yılda doğru, tutarlı ve sürekli reklam hamleleriyle Arçelik ve Beko’yu iki farklı marka yapmayı gerçek anlamıyla başardılar.
Daha beş yıl önceye kadar Beko, "O da Arçelik fabrikasında üretiliyor" diye satılırdı. Şimdi Arçelik ve Beko çağrışımları farklı iki marka.
Arçelik "Çelik-Şafak Sezer" ikilisi ile "çok sevimli" bir aile markası olurken, Beko "teknoloji-kalite" algısını yükselten reklamları ile daha "genç", aile yaşam eğrisinin ilk aşamalarındaki kişilerin markası oluverdi.
Siz de fark etmişsinizdir kısa bir süre önce Arçelik reklamlarında yeni bir "taktik" uygulamaya geçildi.
Bir İstanbul Masalı’nın çok sevilen karakteri Suzan’ı (Vahide Gördüm) Çelik’in yanına monte edildi. Suzan kızıyla bir evde yaşıyor. Çelik ve genç bir delikanlı da onların komşuları.
Önce fırın filmi ekrana geldi, sonra no-frost buzdolabı. Her iki film de şirin filmler. Ürüne ilgi uyandırıp, hem de varolan "aile markası" algısını pekiştiriyorlar. Suzan ve dramatik yapıyla da reklamların tekrar izlenilirliği sağlanıyor.
Buraya kadar her şey iyi.. Eksik olan bir şey var; Şafak Sezer. Arçelik Şafak Sezer’le biten reklam sözleşmesini yenilemedi.
Oysa Şafak Sezer-Çelik ikilisinin oluşturduğu "mizahın", Arçelik reklamlarını daha dikkat çekici ve daha fazla anımsanır kıldığı kesin.
Şafak Sezer’i Arçelik bayilerinin daha fazla sevdiği de kesin. Peki niye yeni taktikte Şafak Sezer kapsam dışına çıkarıldı? Sanırım Arçelikçiler gelecek kazın, tavuğa değmediğini düşündüler. Ben ise sonuçtan onlar kadar emin değilim. Şafak Sezer’in yeni reklam "yolunu" çok daha "vurucu" hale getirebleceğini düşünüyorum.
Halkı Oyak’tan soğutmak
OYAK yönetimi Erdemir ihalesini Oyak kazanınca "Bu Oyak için kárlı bir yatırım olmadı" diyen, çeşitli şekillerde Oyak’ı eleştiren köşe yazarlarına toplam 25 milyon YTL’lik dava açmış. Çok şaşırdım.
Sanırım Oyak’ı yönetenler, "askerle ilgili bir kurum" oldukları, "halkı askerlikten soğutma" ile ilgili kanun maddesinin kendilerini de koruduğunu sanıyorlar. Çok ama çok yanılıyorlar.
Oyak halkın kendisinden soğumasını istemiyorsa yapacağı tek iş var. Gazetecilerle ilişkilerini "hukuk İşleri" üzerinden değil, "halkla ilişkiler direktörlüğü" üzerinden yürütmek.
Önerim Oyak’ın söz konusu davaları hemen geri çekmesi ve diğer çağdaş işletmeler gibi halkla ilişkiler araçlarıyla niye Erdemir’in kárlı bir yatırım olduğunu her yönüyle halka anlatması...
Çekirgelik
İnsanlar sırça köşklerde de yaşasalar, çalan kapıyı açmak zorundalar.
(M. Amsterdam)
Yazının Devamını Oku 14 Temmuz 2006
Geçen hafta sonu Anadolu Hisarı’na doğru bir gezinti yapalım dedim. Atladım arabaya. Çubuklu, Beykoz derken bir kez daha Mine Kırıkkanat’ın bir süre önce yakındığı yurdum insanı ile karşı karşıya geldim.
Beklendiği üzere deniz kenarı tek çizgili pijama ve mangalcıdan geçilmiyor. İnsanlar ellerinde kola, ekmek, domates, yeşil biber arabaların üstüne üstüne atlıyorlar. Sahil boyunca çöpe boğulmuş kıyı manzarası hiç de iç açıcı değil.
Çoğu kadın da başı örtülü. Bu taraflara uzun süredir gelmemiştim. Son geldiğimden bu yana ya başı örtülüler daha fazla sokağa açılmaya başlamış, ya fazlalaşmış ya da hep çoktu ben yeni görmeye başladım. Hangi tez doğru, elimde somut bir veri yok.
Çıplak gözle bile kadınların su bidonu taşıma, çay demleme, sofra hazırlama, bulaşık yıkama işleriyle uğraştıklarını, erkeklerin de "ayın güzeli mualla" şeklinde kıyı boyunca yayılıp güneşlendiklerini saptamak mümkün.
Erkeklerin alta mayo niyetine giydikleri malzemeler dize sıyrılmış pantolondan kirli beyaz iç pantolonuna kadar değişiyor.
Seyrek de olsa modern zamanların mayosuyla denize giren erkeklere de rastlamak mümkün ama bunların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor.
Kıllı vücutlarıyla tek başlarına güneşlenen erkekler çok fazla görüntü kirliliği yaratmıyor (en azından benim açımdan). Aynı kıllı erkekler yan yana çıplak çıplağa uzanıp güneşlendiklerinde ise daha çok Akdeniz bölgesinde görülen "maki" türü bir bitki örtüsü görüntüsüne neden oluyorlar.
Bu görüntünün haftasonunun tadını eziyet çekerek çıkartmak isteyen yurdum insanında sorun yaratmadığı çok açık. Hatta onlar yaşadıkları hafta sonu ritüelinden çok da mutlu görünüyorlar.
Ama aynı görüntünün bu kıyıdan arabalarıyla geçen, özellikle Bağdat Caddesi, Etiler ve Ulus "Bermuda şeytan üçgeni" sakinlerinde derin imaj yaraları açacağı, "bitmiş bu Türkiye!" söylemlerine sebep olacağı muhakkak.
Anadolu Feneri yoluna saptığımda benim de kafamda "Acaba mangal yakmasalar, ekmek arası köfte ile yetinseler, bu eziyeti de çekmeseler" şeklinde bir toplum mühendisliği tartışması başlamıştı. Daha sonra manzaranın güzelliğine dalıp tüm bu tartışmaları unuttum.
Boğazın Karadeniz’e açılan en uç noktasına geldiğimde bir kez daha manzaranın güzelliğini içime çekmek üzere araçtan indim. Kayaların dibine konuçlanmış lokantada meze ve balık kalmadığını öğrenince de rotayı Poyrazköy’e çevirdim.
Yaklaşık yarım saat içinde Poyrazköy’ün dik yokuşunda buldum kendimi. Birkaç dakika içinde de denizin kıyısında Çapari isimli balık lokantasında.
Kah hemen kıyıdaki halk plajında eğlenmek için çırpınan yurdum insanını, kah tam karşıdaki mükemmel manzarayı izlerken mezeler, ara sıcaklar, balıklar geldi, karpuzlar yendi kahveler içildi.
Çapari tahmin ettiğimden çok daha iyi bir lokanta çıktı. Yemekleri lezzetli, hizmeti hızlı ve çok da hesaplı. Düzeltmesi gereken iki konu var. Bardak temizliği ve yiyeceklerdeki yağ oranı. Hijyene dikkat edilecek ve yemeklerin yağı azaltılacak.
Eğer bu iki konuya özen gösterirse Çapari bir Porazköy klasiği olur, onu tahtından da kolay kolay kimse indiremez.
Hakkaten tam Gitme
Bugün yeni bir film vizyona giriyor. Filmin İngilizce adı Stay, "Gitme" diye çevirmişler. Ben de diyorum ki hakikaten gitmeyin. Güya ortaya bir psikolojik gerilim filmi çıkarılmak istenmiş ama sanırım yönetmen hem filmi çekerken hem de filmi kurgularken ciddi psikolojik gerilim içindeymiş.
Belki Naomi Watts var falan diye dikkatinizi çekebilir ama yine de gitmeden önce bir iki kere düşünün. Film Sam Foster isimli bir psikiyatr ve onun üç gün sonra, doğum gününde intihar edeceğini söyleyen hastası Henry Letham arasında sıkışıp kalmış. Foster Letham’ı intihardan vazgeçirmeye çalışıyor ama yaşadıkları karşısında neyin gerçek neyin düş olduğunu da şaşırıyor, hatta yaşadığı kente bile yabancılaşıyor. Sonra? Sonrası yok. Sorun burada. Yönetmen bizi gerçekle-düş arasında gezdirirken aralarda bir yerlerde kaybediyor. Biz oralarda düş aleminde kalıyoruz. Bir daha da "ne oluyor, ne bitiyor" kendimize gelemiyor, neredeyse intiharın eşiğinde filmin sonuna ulaşıyoruz.
Tahminimce Gitme’yi bize "masterpiece" olarak sunan bir takım dahiler olacaktır. Siz de o dahilerdenseniz tabii ki buyrun gidin, gerim gerim gerilin.
Kiraz Bahçe’de müşteri memnuniyeti tam
Melih Kaymaz’ı Koç’un İdea isimli eğitim şirketinden tanırım. Yıllar önce ben orada pazarlama, satış, reklam üzerine dersler verirken, Melih de satış ve satış yönetimi üzerine dersler veriyordu.
Sonra Melih birden Soyak Yenişehir’de karşıma çıktı. Kiraz Bahçe isminde bir küçük lokantanın işletmecisi olarak. Lokantasının kapısında birkaç kez karşılaştık, "Hocam mutlaka bekliyorum" dedi. Geçen hafta sonu gitmek nasip oldu. Hem bir akşam yemeğine hem de pazar kahvaltısına.
Yemeklerin lezzeti, Kiraz Bahçe’nin küçük ama samimi ortamı etkileyici. Melih dilinden düşürmediği "koşulsuz müşteri memnuniyeti" kavramını lokantasında birebir uygulamış. Eşini de yanına alarak mekanı otantik İtalyan lokantaları kıvamına getirmiş.
Bu hafta sonu yolunuz Soyak Yenişehir’e düşerse Kiraz Bahçe’ye mutlaka takın derim. Akşam yemeğinde köfte ve mantı, kahvaltıda ise menemeni şiddetli öneririm.
CUMA İTİRAFI
trendtrend; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 21; İl: İstanbul
Sinir olduğum bir arkadaşım, işyerinde yeni aldığı bikiniyi gösteriyordu. Öve öve bitiremedi, yetmedi bir de tuvalette giyinip yanımıza geldi. Bana da kapıyı gözetleme görevi verdi. Peki, ben ne yaptım? Müdürün geldiğini, adamın içeriye girmesine bir adım kala haber verdim. Pişman mıyım? Hayır!
Yorum: Eğer bir kadın diğer kadına sinir oluyorsa her şeyi yapabilir. İşin gerçeği daha diğer bir kadına sinir olmayan bir kadın da görmedim. Sonuç: Her kadın diğer bir kadına her şeyi yapabilir.
CUMA LAKIRDISI
"Bir arkadaşlığı korumanın yolu asla bir şey borç vermemek ve asla bir şey ödünç almamaktır". (Paul De Kock)
CUMA TAKINTISI
Simin Mater’i hiç dinlediniz mi bilmiyorum ama ilk albümünden bu yana ben sesine ve şarkı sözlerine hastayım. Mater’in yeni albümü Cennetteyim, kısa bir süre önce müzik marketlerde yerini aldı. Dört yıl ara verdikten sonra (22 kilo da vermiş olarak hayranlarıyla, yani benimle) bir kere daha buluştu. Tüm şarkılarını yine beğendim. Değişik bir sesten, farklı sevgi ve aşk şarkıları dinlemek istiyorsanız, Simin Mater’i mutlaka dinleyin derim. Hatta Cennetteyim’i dinlediketn sonra da bir önceki albümünün peşine düşeceğinize kalıbımı basarım.
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2006
Çok ilginç bir kitap Türkçe’ye çevrildi. Savunma sosyolojisi ve stratejik incelemeler uzmanı Jean-Michel Valantin’in yazdığı Küresel Stratejinin Üç Aktörü: Hollywood, Pentagon ve Washington.
Valantin, Paris’teki "Stratejik İncelemeler ve Barış Araştırmaları Merkezi"nde araştırmacı olarak çalışıyor.
Araştırmacı arkadaşımız kitabının "Milli Güvenlik Sineması ve Amerikan Stratejik Kimliği: Derin İlişkiler" başlıklı birinci bölümünde tezini şu cümlelerle açıklıyor:
"James Bond’un dünyadaki stratejik dengeleri tehlikeye sokan birçok uluslararası komployu ortadan kaldırdığını görmeyen kaldı mı?
Bruce Willis’in insanlığı uzaylıların tehdidinden kurtarmadan önce terörist orduların kökünü kazıdığını, Rambo’nun Vietnam Savaşı’nı kazanarak bitirdiğini ve ABD Başkanı’nın Hava Kuvvetleri’nin başına geçerek uzaylıları bozguna uğrattığını bilmeyen var mı?
Tüm bu filmler ABD’den geldi ve sahneye konulan drama hep milli güvenlik sorunlarından kaynaklanan tezlerden beslendi..."
Daha sonra Valantin, Amerikan toplumunun "sürekli tehdit" üreten yapısını ortaya koyarak Hollywood, Pentagon ve Washington’ın film üretmek için nasıl birlikte çalıştıklarının ipuçlarını ortaya koyuyor.
Üçlü ittifakın amacı da belli: ABD’nin askeri operasyonlarını ve stratejik tercihlerini savunmak, haklı göstermek ve karşıtlarını karalamak.
Yakın Tehlike, Kritik Karar, Kutsal Tanımazların İstilası, Yarın Asla Ölmez, Terminatör, Yıldız Savaşları, Rambo, Av, Kızıl Ekim, Zor Ölüm, Zafer, G.I. Jane, Kurtuluş Günü, Başka Gün Öl, Görevimiz Tehlike, Er Ryan’ı Kurtarmak, En Uzun Gün, Arden Savaşı, Kartallar Saldırınca, General Patton, Midway Savaşı, Müfreze, Valantin’in tezini desteklemek için incelediği filmlerden bazıları.
Yazarın korkusu tabii ki Fransa. Kitabın sonlarında bu korkuyu şöyle ifade ediyor:
"Hollywood yapımlarında, Fransa bazen Kurtuluş Günü (Independence Day) filminde tamamıyla unutulur, bazen Armageddon filminde olduğu gibi Paris yerle bir olur, ayrıca Fransızlar ’Büyük Korku’ gibi bir filmde Neonazi nükleer komplosunun bir üyesi olabilir ya da Vatansever filminde olduğu gibi kurnazlık ve ikiyüzlülük dolu ’anlaşılmaz müttefik’ olarak karşımıza çıkar. En azından Fransa’nın güneyi, görevlerini tamamladıktan sonra dinlenmeyi hak eden James Bond ve birçok Amerikan ajansı için çok uygun yazlık mekán haline gelir..."
Benim korkum da Türkiye. Hollywood, Pentagon, Washington birlikteliğinin planlı, hesaplı filmler ürettiğini düşünenlerden değilim. Amerikan eğlence sektörünün ’milli meseleleri’ yakından takip ettiğini, Amerikalıların da nelerden hoşlandıklarını çok iyi bildiklerini düşünüyorum.
Amerikalılar için yüz yıldır bomba koyan terörist, her yere yayılan komünist akım, uluslararası terörizm ajanları ve Amerikan imparatorluğunu çökertmek isteyen kurnaz aracılar kolayca ikna olunan "tehdit" unsurları.
Bu unsurlara İkiz Kule saldırısından sonra ’islami teröristler’ de eklendi. Irak uyuşmazlığından sonra da kısmen Türkiye.
ABD’nin beklediği Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimler.
Dizimax’teki House dizisinde Dr. Chase’in "O Türk değil beni satmaz" diyen bir cümlesi üzerinde o yüzden önemle durdum.
Eğer AKP Türkiye’deki iktidarını devam ettirirse çok yakında Hollywood, Pentagon ve Washington ortak aklından çok ama çok daha kötü bir Türkiye filmi bekliyorum. Amerikalılar için Türkiye’nin ’yabancı şeytan’ sayılmasına az kaldı. Hollywood’un bu fırsatı kaçıracağını sanmıyorum.
Nereden mi biliyorum? Elin Fransızı yakından bildiğimiz bir ’komplo kuramı’ üzerine koca kitap yazmış ben bir köşe yazısı yazmışım çok mu?
Tırtıl
Kötü bir eleştiri yazısı kahvaltınızı mahvedebilir ama öğle yemeğinizi de mahvetmesine izin vermemelisiniz (Kingsley Amis)
Yazının Devamını Oku 11 Temmuz 2006
Emre Altuğ’a yakın takibim devam ediyor. Cumartesi akşamı Çubuklu Hayal Kahvesi’nde sahne alacağını duydum. Çisil de Emre Altuğ deyince "hani nerede, hemen gidelimci" olduğu için cumartesi gecesini Emre Altuğ’a vakfetmek zor olmadı.
Emre Altuğ sahne aldığında saat gece yarısına yaklaşıyordu. Emre çılgınları Hayal Kahvesi’ni tıka basa doldurmuştu. Tabii ki, öncelikle genç kızlar, kendini hep genç hisseden kadınlar ve sonra onların yanına takılıp gelen erkekler.
İlk şarkıdan başlayarak Emre’nin hayranlarını ’trans’ haline geçirmesi zor olmadı. Gece boyunca da hedef kitle ’trans’ halinde şarkıları Emre’yle birlikte söyledi.
Bir ara Emre Altuğ, Nazan Öncel’in "Erkekler de Yanar" şarkısını kadınlara ve erkeklere ayrı ayrı söyletti.
İlginçtir (!) kadınlar "Bizi nikáh paklar" üzerine vurgu yaparken, erkekler "Bizi yatak paklar"ı daha bir vurgulu okudu.
Ve o gece de bir kez daha kadınların niye Venüs’ten erkeklerin de niye Mars’tan geldiği ortaya çıktı.
Gecenin ortalarına doğru Emre, "Müziğimin nereden beslendiğini görmeniz için yüzyıldır hayranı olduğum Sting’den birkaç şarkı okuyacağım" dedi. Daha sonra da arkasından espriyi patlattı: "Arkadaşlar bana aralarında Arap Sting’i derler..."
Daha önce de yazdım Emre’nin karizması, yakışıklılığı, sesi, samimiyeti onu daha yukarılara taşıyacak özelliklere sahip. Yeter ki daha fazla ses getiren şarkılar yapsın, kendini doğru konumlandırsın. Tarkan’la boy ölçüşecek tek adayım var o da Emre Altuğ. Farkı da gitarı...
Ne demek istediğimi anlamak isteyen konserine bir gitsin görsün. Emre gitar çalmayı seviyor ve gitarla olan iletişimi onu daha bir müzik adamı yapıyor.
Son olarak Emre’nin vokalisti Gamze’den söz etmeden geçemeyeceğim. Deli dolu bir kız ama inanılmaz bir ses. Gamze’ye dikkaaaaaaatt.
Kendini keriz gibi hissetmek
Çubuklu Hayal Kahvesi bölgesine bu yaz ilk gidişim. Yokuşu inmeye başladık, otoparkçılar durdurdu, yokuşun ortaları, sağa çektik, park ettik.
Geleneksel "Peşin alıyoruz abi" uyarısıyla dakika bir gol bir yolunduk. "Kardeşim 10 YTL verdin, bir araba laf ediyorsun" diyebilirsiniz.
Evet 10 YTL verdim ama keşke sorun para olsa... Sorun kendini keriz gibi hissetmekte. Keriz gibi hissettirilmekte...
Hakları olsa 100 YTL de vereyim. Niye el álemin park yerinin sponsorluğunu ben yapayım. Benim yerim mi Hayal Kahvesi?
Yemeye, içmeye, eğlenmeye gelmişim o yüzden de mekánın otoparkından zorunlu olarak yararlanıyorum. Otopark hizmeti sağlamak da o mekánın birincil görevi.
Garson hizmeti vermeden önce "Abi bahşişi peşin alıyoruz" diyebiliyor mu... Eğer iyi hizmet gördüysen gönlünden ne koparsa bahşiş olarak veriyorsun.
Bu bahşiş gördüğün toplam hizmetin bahşişi, içinde otopark hizmetinde gördüğün iyiliğin bedeli de var. Gerisi bir kuruş bile olsa soygun.
Hatta "Ne bu iş" diye biraz direnirsen tehditle bile otopark parasının alındığı bir soygun!
Türkiye’de otelde, eğlence yerinde, lokantada ’otopark kazığı’ gerçekten sorun olmaya başladı. Lokanta, otel, eğlence mekánı açan üç beş ’delikanlı’ genci toplayıp ’Alın oğlum size iş, ne kazanıyorsanız yüzde 50’si benim" diyor, sorunu çözdüğünü sanıyor. Sorunun nasıl çözüldüğü ise ’Kendimi keriz gibi hissetmemden’ belli değil mi?
Bu böyle gitmeyecek. Bu sorun mutlaka çözülecek. Nasıl mı? Birkaç otopark cinayeti işlendikten sonra.
Tırtıl
Daima iyi bir yatak ve iyi bir çift ayakkabı alın. Birinde değilseniz ötekindesinizdir. (Joan Collins)
Yazının Devamını Oku