Paylaş
“Terör saldırılarının amacı Türkiye’yi içe kapatmaktır” cümlesi ona ait.
İkinci ve tamamlayıcı cümlesi ise içe kapanmanın neden kötü bir şey olduğuna dair.
Çünkü içe kapanmak, Türkiye’yi yolundan alıkoyar, 2023 hedeflerine ulaşmasını engeller.
Yani tehlikede olan, 2023 hedefleri.
Öyleyse Can Dündar’la Erdem Gül’e arka çıkanlara had bildirme uğruna aldığımız riske, feda ettiğimiz şeye değer mi?
Türkiye özlediği güç ve azamete ulaşmak için hedeflerini tutturmak zorunda.
Güçlü, büyük Türkiye’yi istemeyenler varsa, onların tuzaklarına karşı da uyanık ve dikkatli olmak zorunda.
Erdoğan’ın, bu tür tehditlere verilmesi gerektiğini düşündüğü cevabı biliyoruz.
Sık sık tekrarladığı üzere doğru karşılık; durmadan, duraksamadan, sağa sola sapmadan, bekleme yapmadan, istikameti şaşırmadan yola aynen devam etmek.
Üstelik her geçen gün belirlenen hedeflerden biraz daha uzaklaşıyoruz. Zaman, kudretli Türkiye’nin lehine çalışmıyor, aleyhine işliyor.
Çünkü ihracat, kişi başına düşen milli gelir ve benzeri rakamlar ya yerinde sayıyor ya da gerileme trendinde.
Tabloya bakılırsa ev ödevimizi 2023’e yetiştirmek şimdiden zora girmiş görünüyor.
Aradığımız kudret ve azamete 2023’de kavuşmanın imkânsızlaştığını söyleyen işadamları bile çıkmaya başladı.
Bu şartlar altında aşağıdaki iki soruyu önümüze koyup düşünelim.
Can Dündar ve Erdem Gül’ün içeri girip girmemesi, Türkiye’nin 2023 hedeflerinden ve içe kapanıp kapanmamasından daha mı önemli?
Ve duruşmayı izleyen başkonsoloslara verdiğimiz tepki, Türkiye’yi içe mi kapatıyor, dışa mı açıyor? Hangisine hizmet ediyor?
Buyurun seçeneklerimizi de gözden geçirelim.
Temel tercih meselesi...
Yüzümüzü Batı’ya dönmeye devam edeceksek... Duruşmayı izleyen Batılı diplomatların hepsini birden kovmanın eşiğine gelmek, uyanık ve dikkatli bir tepkiye benzemiyor.
İngiltere, Fransa, Hollanda, İtalya, Belçika, Avustralya, İsveç, Polonya, İsviçre, Almanya, Finlandiya, ABD ve Kanada’yı bir seferde karşımıza aldık.
Âlicenaplığımız sayesinde hâlâ görevlerini sürdürdüklerini, bu davranışlarla başka yerde barınamayacaklarını söylemekle kalmadık. Her birinin eline birer nota tutuşturduk.
Arkasından da tepkinin dozunu, başkonsolosların hak edip etmediğini tartışmakla gün öldürüyoruz.
Yabancı diplomatların yapmadıkları şey değil. Dün şiir okuduğu için ceza alan siyasetçiyle fotoğraf çektirip dayanışma mesajı veriyorlardı. Bugün casusluktan yargılanan iki gazeteciyle.
Avrupa da Amerika da basın, düşünce ve ifade özgürlüklerini desteklemekten vazgeçmeyecekler.
Gördükleri tepki de bizde iktidarların göstermediği tepki değil.
Kim tutarlı, kim tutarsız; onlar mı aşırıya kaçtı, biz mi aşırı tepki veriyoruz işi yeni çıkmadı başımıza. Âdettendir bizde, ezelden beri severiz bu atışmaları.
Fakat sonuçta neye yardımı oldu?
Önümüzdeki en büyük tehlike içe kapanmaksa, buraya sürüklenmek istemiyorsak ve tuzağa düşmeyecek, Avrupa’dan kopup Amerika’yı gözden çıkarmayacaksak reaksiyonumuzun dili ve içeriği bu mu olmalıydı?
AB’yi, ABD’yi, NATO’yu unutup yüzümüzü Şanghay 5’lisine döneceksek yaptığımız doğru.
Rusya’yla aramızda bu kuyruk acısı varken eskiye avdet kolay olmayacak yalnız. Yumuşama belki ama Putin ve onun çarlığı ihya hevesleri durdukça normalleşmemiz AB’ye tam üyelikten bile zor.
Çin’de ise Xi Jinping’in tek adamlık ihtirası konuşuluyor. Başkan Xi popüler bir lider. Fakat fazla sıktığı için baskı rejiminden hoşnutsuzluklar baş gösteriyor artık.
Komünist Parti içinden sızlanma ve homurtuların yükseldiğini anlatan makaleyi okumanızı öneririm. Foreignpolicy.com’da çıktı. “Xi körü körüne itaat istiyor ama...” diye başlıyor.
Yolsuzluklarla mücadele üzerinden tüm gücü tekelinde toplamak ve iktidarı şahsileştirmekle suçlandığını yazıyor.
“Bin tane evet efendimci emir eri, bir tane dürüst danışman etmez” başlıklı yazılara muhatap olduğunu anlatıyor.
Türkiye’nin geleceği Çin seçeneğinde de yatmıyorsa yaptığımızın, pire için yorgan yakmaktan farkı ne?
Paylaş