Paylaş
Onların ezberine uyanıyorum her sabah. Hayatını ezberle kazanan bir oyuncu olarak, andımızı neden ezberleyemediğime hâlâ şaşarak ve hâlâ yurdumu, milletimi ‘özümden’ çok sevmem gerektiğine ikna olamayarak!
Çocukluğunuzun envanterine altın harflerle işlenmiş yanlış anlamalarınız var mıdır? Mahcubiyetten yüzünüzü kızartan ama gülümseyerek göğüslediğiniz hayat kırıntıları. Benim iki nesle yetecek kadar var. Annem, eş dost arasında en havalı olduğum anlarda, punduna getirip o kırıntınlardan birini patlatır, havamın fazlasını alıverirdi. Gözümüzün nuru göçtüğü için, şimdi o vazife ablama ait. Kendisiyle artık ayrı şehirlerde oturuyor, pek az görüşebiliyoruz. Seyrek buluşmalarımızda ablam, sırtını hasretlik toleransına dayayarak, bulunduğumuz meclisi eğlendirmek için, yeni yetmelik enayiliklerimden birini anlatmakta sakınca görmez. Hatta başlamadan önce, giriş niyetine iznimi ister ki; kafa bulma seansı iyice ballansın. “Ahmet, hani halamlarda kalırken, afFedersin altına kaçırmışın da bahane olarak çok komik bi’şey söylemişsin, onu anlatabilir miyim n’olur?” “Anlat hemşirem anlat! Zaten anlatmış kadar oldun! Yalnız hadise esnasında üç buçuk yaşında olduğumu eklemeyi unutma ki, misafirler daha az irite olsunlar.” Başkalarına komik, size hüzünlü gelen anılar vardır. Karşınızdaki hikâyeyi peşin peşin yerlere yatarak anlatırken, size hüzün basar. Dokunsalar ağlayacak olur, çaktırmamak için kasılır kalırsınız hani.
ANDIMIZ GERGİNLİĞİ
İlkokula küçük bir yerde, Şarkîkaraağaç’ta başladım. Isparta’nın Eğirdir ilçesinin, ilçesine uzakça bir kazası. O yıllarda küçük yerlerde aileler çocuklarını okula yazdırmak için acele etmezdi. Bense şehirde büyümüş, anaokulu da görmüş bir aklıevvel olarak, vaktinden önce okul yolunu tutmuştum. İyi kötü okuma yazma bildiğim için de, okulun ilk aylarında arkadaşsızlık derdi çektim. Bir de andımızı ezberlemekte zorluğum vardı. Herkesin kısa zamanda sular seller gibi ezberlediği andımız, bir türlü eksiksiz girmiyordu küçük aklıma. Babam arada bir ezberimi yoklar, hemen her baba gibi mevzu uzadıkça kabaran sinirini bastırarak ezber ettirirdi andımızı. Babam okumaya başlar, ben peşi sıra yinelerdim: “Türküm”, “Tüürküm”, “Doğruyum”, “Dooğruyum”, “Çalışkanım”, “Çalışkanım…”
O metazori ezber, ertesi kontrolde yine yoklara karışmış olurdu. Akşam yemek sonraları andımız gerginliği yaşar, kendimi erkenden yatağa atmaya bile razı olurdum. Neyse ki babam da bir zaman sonra sıkılıp, kontrolü bıraktı elden. Ta ki bir akşam, misafirler huzurunda andımızı okumamı isteyene kadar. Sıkılarak, manasız bir tonla başladım kırık ezberime. Misafirlerin, okulda derse katılımından çok, top oynarken zırt pırt okulun camını çerçevesini indirmesiyle meşhur oğlu da –ona cam canavarı derlerdi- huşu içinde bana eşlik ediyordu. Andımızla sınanmanın gerilimini saymazsak ezber tıkırında gidiyordu ki; dinleyenlerde bomba etkisi yaratan o satır geldi; “Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi üzümden çok sevmektir. Ülküm…”
Babamın iyi tanıdığım sinirli ses tonu bir anda salondaki tüm oksijeni emdi ve… “Bir dakika bir dakika, ne dedin sen?” “Ülküm…”, “Yok ondan önce ne dedin?” “Yasam”, “Evet!”, “İşte, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak…”, “Evet!?”, “Yurdumu, milletimi üzümden çok sevmektir.” “Neyden çok?” “Üzümden!” Önce muhterem zevatın kıkırtısı kahkahaya dönüştü, sonra yanımda gülmekten ağzı ayrılan arsız cam canavarının dirseği böğrümde patladı. Herkes gülmekten katılırken, babamın kırgın bakışları beynimi delip, arkamdaki aşı boyalı duvara çarpıp dağıldı. Ben hatamın ne olduğunu kavramakla, utanmak arasında pres olurken, “Haydi bakalım” dedi, “Yatma vakti… Herkese iyi geceler dile!” Babam neye ve niye kırıldığını açıklamaz, kırgınlığı sorgulanamazdı. Benim hayatta en üzüldüğüm anlar ise -hâlâ öyledir- neyi yanlış yaptığımı anlayamadığım anlar olmuştur. Babam yine kırılmıştı ve ben yine ne halt ettiğimi bilmiyordum. Kendisiyle bu ilişki ya da ilişkisizlik biçimi, sonraki yıllarda da birçok defa yaşanmıştır aramızda. Onu yitirene kadar… Babamın yardımı olmadan -cam canavarının sayesinde- özümle üzüm arasındaki farkı öğrendim elbet. Bir daha hiç unutmadım. Ama babam bir daha hiç sormadı andımızı.
VARLIĞIN ŞİİRE DÖNÜŞMESİ
Pazartesi günü okullar açıldı. Evimin yakınında bir ilkokul var. En küçüğü 66 aylık, en büyüğü 10 yaşında güzel çocuklar, sabahları hançerelerini yırtarak andımızı okuyorlar okul bahçesinde. Onların ezberine uyanıyorum her sabah. Hayatını ezberle kazanan bir oyuncu olarak, andımızı neden ezberleyemediğime hâlâ şaşarak ve hâlâ yurdumu, milletimi “özümden” çok sevmem gerektiğine ikna olamayarak!
Bir kızım var. Onu özümden çok seviyorum. Ona sevmeyi anlatmaya çalışıyorum. Önce ve en fazla neyi seveceğine karışmadan. Yine de bazen başkalarının güzel tavsiyelerini de okuyup aktarıyorum kızıma.
Misal; “Yapman gereken şu: Dünyayı, güneşi ve hayvanları sev, zenginliklerden uzak dur, isteyen herkese yardım elini uzat, aptalları ve delileri savun, gelirini ve işgücünü başkalarına ada, zalimlerden nefret et, tanrı konusunda tartışma, insanlara sabır ve hoşgörü göster, bilinen ya da bilinmeyen hiçbir şeye, hiçbir adama veya adamlara şapka çıkarma… Okulda, kilisede ya da bir kitapta anlatılanların hepsini gözden geçir, ruhuna hakaret eden şeyleri defet. İşte o zaman varlığın muhteşem bir şiire dönüşür.” Böyle demiş, şair babalardan Walt Whitman. Varlığınız sevgiye armağan olsun…
Paylaş