Paylaş
Geçen haftalarda bir gece, konuşmacı olarak konuk olduğum bir TV programında işim gereği yöneltilen soruların yanı sıra gündemle ilgili birkaç soruya da dilim döndüğünce yanıt verdim. Yayın sonrası eve dönerken yayın sırasında telefonuma düşen mesajları tarıyordum göz ucuyla. Hakkımdaki düşünceleriyle beni sevindiren ya da üzebilen pek az arkadaşım var. Onlardan birinden gelen mesaj aynen şöyleydi: “Dikkat; olgun ve makul kalayım derken, kıvırmaya gidiyor!” Sitemkâr ve fakat arkadaşça yine de…Oturumu izlemiş ve benden beklediği keskinlikte cümleler duyamamıştı belli ki. Benim dünyamda küfrün eşiğinde kalmış bir eleştiri ya da uyarıydı bu. Canım sıkıldı. Eve geldim ve hemen her duygusal eforlu deneyimden sonra âdetim olduğu üzere, ufka bakıp kurdum, kuruldum sabaha kadar. Boşa koydum dolmadı, doluya koydum almadı. Zamana bıraktım iç savaşımı.
Kıvırmak!
Birinin diğerini “kıvırmakla” suçladığı çatışkıların ortak karakteridir; suçlayan taraf, muhatabını yeterince açık, net veya keskin olmamakla suçlar. Oysa asıl sorun; açıklık, netlik, keskinlik gibi sıfatlarla donatılmış olmasına karşın, bu türden suçlamalarda, bireyin ferasetine dayalı, kıymeti kendinden menkul yargıların uçuşuyor olmasıdır havada. Neye, kime göre açık, net ve keskin? Aynı doğruya farklı yollardan varılabildiğinin tecrübeyle sabit olduğu bir dünyada, bu tür tartışmalardan geriye, kala kala üslup farklılığından kaynaklanan anlaşmazlıkları sineye çekmek kalır en iyi ihtimalle.
“Ay durur menziliyle, herkese ak yüzüyle/Sen aysan açık davran, ya ondan ya bizimle” der mesela Turgut Uyar, Elli İki Hane şiirinde. Taraf olmaya çağrıda herkesten Turgut Uyar kadar zarafet beklemek, bir dirhem bal için bir çeki keçiboynuzu çiğnemeye benzer.
Bertarafım aman!
Başbakan’ın sıkça başvurduğu bir slogan var. Bu haftaki grup toplantısında da yineledi: “Bitaraf olan bertaraf olur!” İçerik benzerliğiyle Ülkücü hareketin sıkça dile getirdiği “Ya sev, ya terk et!” mottosunu çağrıştırıyor. “Bitaraf olan bertaraf olur” önermesi daha yaşlı ve yorgun bir slogan kuşkusuz. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda taraf olmamız gerektiğini düşünen savaş yanlısı siyasetçiler tarafından da dillendirildi o dönem, Rusya’da Ekim Devrimi öncesi Bolşevikler tarafından da… Machiavelli’nin, komşuları savaşa tutuşunca kendisinden akıl isteyen bir prense yönelik tavsiyelerinin satır aralarından da göz kırptı, yakın tarihte İBDA-C’nin yayın organı olan bir derginin kapağında da yer buldu kendine.
Her türlü toplumsal kutuplaşmanın ayyuka çıktığı dönemlerde, taraf olmanın kutsandığı her ortamda, öteki ilan ettiklerinden farkını haykırmaya başlayan her kişi, kurum veya siyasetin, kutuplaşmayı körüklemek üzere birbirini andıran ya da alt metninde neredeyse birbirinin aynı ‘retorikleri’ kullanmaya yeltenmesi bir tesadüf mü? Yoksa saflaşma fetişizminin kaderi mi?
Amerikalıların ‘tünel görüşü’ diye kodladıkları bir metafor var. Karanlık bir tünelde çıkış yolu ararken, çıkış noktası olarak belirlenmiş bir yönelime odaklanıp kilitlenmekten kaynaklanan bir tür körlük hali. Durup dinlenmeden, dönüp sağlama yapmadan sonuçsuz bir çaba içinde kaybolma hali. Tek bir yöne baka kalmak. Can Yücel çevirse -Türkçe söylese- benim gibi debelenmez, ‘basiret bağlanması’ der geçerdi. Alt metni belirgin biçimde “Benim tarafımda olmayan bertaraf olur” anlamı taşıyan “Bitaraf olan bertaraf olur!”, “Ya sev ya terk et”, “Ya benimsin, ya toprağın” ve benzeri tüm mottoların su taşıdığı kutuplaşma değirmeni, toplum üstünde giderek bir ‘tünel görüşü’ etkisi yaratmıyor mu?
Muktedir ile muhaliflerinin, birbirlerinin siyaseti ve varlık nedeni hakkında (neredeyse aynı dili kullanarak) yürüttükleri bir münazarada, her bir yurttaşa kendisine gösterilen iki, üç, dört tribünden birine oturup hançeresini yırtarak taraftarlığını kanıtlamasını dayatmak neyin nesidir? Yok mudur çokluğun kutsanmadığı bir münazara zemini? Demokrasi, azınlığın varlığının teminatının çoğunluğun sorumluluğuna emanet edildiği bir sistem değil midir? Öyle değilse demokrasi neye yarar?
Yeni azınlık
Yeni bir azınlık giderek büyüyor ülkede. Mevcut kamplardan hiçbirinde çadır kurmak istemeyen. Bu muktedirde onayladığı ve reddettiği uygulamalar gören, muhalefetin faziletini ve eksiklerini, defolarını sıralayabilen. “Nâzım Hikmet’i bize bıraktılar madem, varsın Peyami Safa da onların olsun” demeyen, ikisinde de güzelliği okuyabilen. Cemil Meriç’i, Sabahattin Ali’yi mesela; haklarında düzülen dedikodularla değil yazdıklarıyla tanıyıp değerlendiren. Aklı, muhakemesi tünel görüşünde körleşmemiş, kutuplaşmanın dışında durmayı tercih eden, ‘sıkı çoğunluğun üyesi’ olmadan da ayakta kalabilen, bunun için alkış beklemeyen ama itilip kakılmaktan canı sıkılan bir yeni azınlık türü.
Yelkenlerini kutuplaşma rüzgârlarıyla şişirmeyi alışkanlık edinmiş kıymeti kendinden menkul siyaset(ler)in, telaşsızca büyüyen bu yeni azınlığın oylarına gereksinim duyacağı günler de gelecek. Naçizane görüşüm o günlerin uzak olmadığı yönünde.
Ülkemiz uzunu kısası ile kenarları taraf, bitaraf ve bertaraftardan oluşan bir üçgendir. Bu üçgenin iç acılarının toplamı her halükârda 180’dir. Aynı değiliz! Gerçekte umut verici olan da budur…
Ne taraf’tan giderseniz gidin, yolunuz açık olsun…
Paylaş