Paylaş
‘Melekler Şehri’ne –tamam kırk kere duydunuz klişeyi de bunu demeyene de kız vermiyorlar! N’apak, taş mı yiyek? 13 saat konforlu bir hapishanede uçtuktan sonra konduk dün akşamüstü. Los Angeles Türk Filmleri Festivali’nde gerçekleştirilecek Kelebeğin Rüyası filmimizin galası nedeniyle misafiriz burada. Seferilik bahanesini yorgan edip –vasat ve yersiz benzetme- bir izlenim yazısı –bildiğin çırptırma, kaytarma girişimi- yazarak buraların havasını okuruma yansıtmaya, –yerse tabii- karar verdim –yazar burada çaresizliğine kılıf uydurmaya çabalıyor-.
OH NE ÂLÂ LOS ANGELES
Belçim, Yılmaz ve Rodin Erdoğan yol arkadaşlarım. Yani kaymaklı ekmek kadayıfı mesaisi bir bakıma. Filmimizi çektik, şimdi film bizi çeke çeke Los Angeles’a kadar getirdi. Hesapta iş seyahatindeyiz. Böyle iş seyahati mi olur? Misal bana “Amerika’ya ne şekilde gitmek istersin?” diye sorsalardı; “Dur ben bir filmde oynayayım, öyle de bir film olsun ki; içinde yol arkadaşlarım olsun, üç kıtada aynı anda vizyona girsin, sevilsin, başarılı olsun, kıtadan kıtaya şahin uçuralım” türü taşkın bir dilek tutabilir miydim bilmiyorum. Ama dün LA’a inerken “Keşke bir iki şey daha ekleyerek bunları dileseymişim, yine olacakmış olanlar” diye geçirdim içimden elbet! (Hem elli kuruş olsun hem şoför yanı olsun hem Aşkale’de dur halamı görem!)
ANNE BEN JET LAG OLDUM
Biz aslında jet lag konusunda –farklı saat dilimlerindeki coğrafyalar arasında seyahatten kaynaklı uyum ve uyku bozukluğu ya da kısaca geçici dumur hali- tedbirleri konuşmuş ve uçakta disiplinli bir çalışma yürütmüştük. Bu sayede jet lag olmadık ve fakat yaşından beklenmeyecek bir sükûnetle yolculuğu sürdüren ve yaşıtlarına örnek bir uzun yolcu profili sergileyen genç arkadaşımız Rodin, jet lag’ın ağababasıyla tanıştı. Yani tanışmış da biz fark etmemişiz. Çünkü biz o sırada kendisiyle gurur duyuyorduysak demek, jet lag kaptığını görmemişiz. Rodin akşam sekizde sızıp, sabaha karşı üçte uyanıp, yanıtı her yiğidi terletecek soruları sıralamaya başladığında mukadder B planı geçti hayata. O ki, en gencimiz jet lag olmuştu, hepimiz jet lag olmuş sayıldık!
SABAHIN SEHERİNDE
Şehirdeki ilk günümüz, sabahın ilk saatlerinde tatlı bir aile yürüyüşüyle başladı. Nezih mahallemizin tel örgülerle çevrilmiş golf alanına paralel uzun, kaygısız ve mahmur bir gezinti. Sahiplerini gezdiren, mutlu dört ayaklı arkadaşları seyrettik. Tel örgülerin yarattığı soğukluğu kargadaşlar ve Rodin’e şov yapan sincaplar kırdılar. Küçük adamımız uçak ve uçmak sevdalısıdır. Yakındaki havaalanından kalkan uçaklara verdiği tepkilerin coşkusu bize de bulaşınca, gürültüsüne sinirlenemeden hava trafiğini de benimsedik.
Galiba tamamı Meksikalı hizmetliler, ellerinde sesi elektrikli testere sesine benzer kulak usandıran bir zımbırtıyla yerlerin tozunu alıyor ve dökülen yaprakları topluyor. Yaprak toplamak için yapılmış bir aletten böyle çirkin bir sesin çıkması... Üstelik daha kargalar kahvaltıya oturmamışken. Ama yaprak toplamanın eve ekmek götürmeye vesile olabildiğini görmek iyi bir şey yine de. O da tamam onu da aştık.
RODİN İLE ZÖHRE
Şehre iniyoruz, kahvaltıya... Bu şehirde yeni olan iki kişiyiz ekipte. Rodin ve ben. Dikkatleri festival ekibinin tatlı mihmandarında olanlar da iki kişi: Rodin ve ben. Kızın dikkatiyse bir kişide, Rodin’de... Ben -halisane duygularla tabii- şehir hakkında bilgi alıyorum arkadaştan. Rodin ise mihmandara abayı yakmış görünüyor, kız da ona karşı kayıtsız değil tabii. Yaş farkını saymazsak mutlu görünüyorlar.
Küçük şehirciklerden oluşan Los Angeles yatay büyümüş bir şehir. Yüksek binalara gönül indirilmediği için yorulmadan gökyüzünü görebiliyorsun. Pasifik Okyanusu’nun kıyısında, vaktinde parası neyse verilip Meksika’dan satın alınmış topraklara kurulmuş bir dumansız, ışığı güzel bir sanayi şehri LA. Şehrin ekonomisi sinema sektörünün yatırımları ve ağır yerel vergilerden oluşuyor. Amerika’nın en pahalı benzini burada satılıyor ama bizdekine nazaran hâlâ sudan ucuz. Okyanusun iklime etkisi nedeniyle doğal yeşil bir florası yok, yine de ağaçtan, yeşil alandan geçilmiyor. Tamamı insan emeğiyle yetiştirilmiş, gözleri gibi koruyorlar. Hava dört mevsim bahar. Gölge ısırırsa, güneş okşuyor, saz gibi yaşar gidersin.
Bu şehre bakabilen sinema, şehirlinin profilini de belirlemiş. Garsonundan pompacısına, tezgâhtarına kadar herkes ya senarist ya yönetmen ya da artist yahut o yolun yolcusu... Garsona sert yapmak tedbirsizlik olur. Birkaç yıl sonra çıkıştığın adamın filmini seyrederken “Bu benim yeşil çayımı geç getirdiydi de çok pis fırçaladıydım” desen kimse ciddiye almaz. Çıkarken yanına egonu alma, haybeye taşıma onu bu sıcakta...
KOBİ CANDIR
Santa Monica’da kahvaltı ettik, cıvıl ferah bir pazar kurulmuş yaya bölgesinin orta yerine, aynı bizde yayılmaya başlayan organik pazar. Küçük üretici ürettiği organik meyve-sebzeyi tıpkı bizdeki gibi abartılı fiyatlarla satıyor. Benzer yönlerimiz yok değil ama ayrıldığımız nokta bizi benzersiz kılıyor. Bizdeki kapitalci ekonomi küçük esnafı tarihe gömerken, Amerikan kapitalizminin KOBİ’leri işinde gücünde. Adım başı sokak müzisyenleri, şehri şehir yapmanın peşindeler şakıyarak. Los Angeles zabıtası uyuyor mu?
Bu yazıyı okurken gala çoktan gerçekleşmiş olacak. Oysa ben daha ilk günü bağlayamadan yerimi doldurdum. İnsanın gözlemleri bu kadar keskin ve sarsıcı olunca çağlıyor tabii... Haftaya bağlayacağım artık Los Angeles seyahatnamesini! Gala coşkusunu ve izlenimlerini de katarak... Şanghay’a altıncı olasınız... İyilikler...
Paylaş