Paylaş
Perşembe’nin gelişi
Gazete yazımı perşembe günleri en geç akşamüstü saatlerinde teslim ediyorum editörüme. Aslında tembel bir yazar değilsen, yahut son dakikaya kadar biriktirip son bir kaç saatte döktüren bir profesyonel değilsen diyelim; yazıyı çarşamba gecesi bitirir, kenarından ısırılmış perşembeyi düzeltmeler için kullanırsın. Ben son dakikacı değilim. Ne tembelim, ne de yazıyı son dakikaya kadar tutup, olası son gelişmeleri de yazıya katacak kadar deneyimliyim. Hal böyle olunca bu fakirin yazısı, perşembe gündemini ıskalar, cumayı zaten görmez. Cumartesi pazar malum gevşek örgülüdür, kayda değer bir hadise cereyan etmez. Pazartesi yeni yazının gerilimi başlar, salı günü sıkıntı artar ve her bir satırda yeterince ilginç ve okunası bir şey yazamadığın evhamına kapılırsın. Çarşamba gecesiyse büyülüdür. Sabaha kadar çok vakit vardır, muhakkak evrenden bir cümlelik bir hediye gelecektir; beklersin. Sakin kalmaya çalışarak! Ve gelir… Cümleyi ya da bir fikir kırıntısını yakalar, yazmaya başlarsın ve nasıl olursa olur, sabaha karşı yazı gövdelenir. Bir kaç saat hakedilmiş uyku kadar tatlısı yoktur. Uyur uyanır, düzeltmeleri yapar, yazıyı yollar; canını kurtarırsın.
BANA LODOSUN BİR OYUNU MU BU?
Bu defa öyle olmadı. Okuduğunuz satırları perşembe sabah saatlerinde yazmaya başladım. Birkaç saat sonra teslim edilecek bu yazıyı bir plan ve hazırlığa yaslanmaksızın yazıyorum. Evren bana dün gece bir hediye vermedi ya da verdi de ben seçemedim, algılayamadım, alamadım. Lodos sabaha kadar sokrandı, ben dinledim. İçimde bir telaş ve korku da yoktu yazıyı yetiştirememek gibi. Şimdi de öyle… Külrengi bir İstanbul’a bakıyorum, Boğaz trafiği fırtına nedeniyle sakin. Lodos şehrin gürültüsüyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor. Sokağın sesleri bir yükseliyor, bir kayboluyor lodosun nefesinde. Belki İstanbul da bir işaret bekliyor…
DOĞANÇAY’IN DUVARLARI
Mavi Senfoni’nin ressamı Burhan Doğançay ‘ı kaybetmenin üzüntüsü içindeyiz. Doğançay, eserleri dünyanın önde gelen -Guggenheim gibi- müzelerinde sergilenmekte olan bir dünya sanatçısıydı. Geniş zamanlara direnen duvarları da tuval etmişti sanatına. 114 ülkeyi kapsayan ‘Dünya Duvarları’ çalışmasıyla taşları konuşturmuştu. Mavi Senfoni tablosu 2.2 milyon lira ödeyen Ülker’de şimdi yanılmıyorsam. Ressam için; “Sanatını ticarete dökmüştü, resimlerini asistanlarına yaptırıyordu” diyen sanatsevicilere, rönesansın usta ressamlarının büyük eserlerinin çoğunda çıraklarının da katkısı olduğunu hatırlatmak gerekir. Doğançay devleti beklemeksizin kendi müzesini de kendisi oluşturmuştu. Beyoğlu’nda ziyaretçi bekleyen müzesini görmenizi öneririm. Belki oradan da bir başka dünya vatandaşı Orhan Pamuk’un elleriyle vücuda getirdiği Masumiyet Müzesi’ne de uğrarsınız, gününüz çiçek açar.
KAYIKÇININ KISMETLİSİ…
Bazı sanatçılar yaşarken takdir edilecek kadar şanslı olabiliyorlar. Doğançay onlardan biriydi. Kaybı üstüne televizyonda konuşan Raffi Portakal enfes bir anekdot anlattı. 17.yüzyıl büyük hat üstadlarından Hafız Osman Efendi, bir gün kayıkla Haliç’i geçerken, kuşağını yoklar ve yanında hiç para bulunmadığını fark eder, kayıkçıya tedbirsiz çıktığını, parası olmadığını söyler. Kağıda bir yazı yazar, kayıkçıya verir ve kağıdı sahafa götürürse, alacağından fazlasını ödeyeceklerini söyler. Kağıtta ‘hiç’ yazmaktadır. Mırın kırın eden kayıkçı çaresiz alır ‘hiç’ yazılı kağıdı ve ayrılırlar. Ertesi gün kayıkçı sahafın yolunu tutar, kağıdı verir ve birkaç kuruş almayı beklerken sahaf kendisine tam bir altın öder. Kayıkçı sevinçle döner ekmek teknesine. Hafız Osman’la bir zaman sonra yine tesadüf ederler. Hafız kayık seferinin ücretini uzattığında kayıkçı, “Bana para değil, hiç ver yine” der… Parayı verir “O bir kez olur” diyerek uzaklaşır üstad Hafız Osman, gülümseyerek…
Giacometti, bir yangında Rembrand’ın bir tablosuyla bir kedi yavrusu arasında kalırsa, kediyi kurtaracağını söylemiş. Fransız sinemasının yaratıcı yönetmenlerinden Claude Lelouch, ‘Bir Kadın, Bir Erkek’ filminde karakterlerden birine söyletmişti Giocometti’nin bu cümlesini… Bu haftanın evde DVD coşkusu da Lelouch’tan olsun…
Birand’ın ardından…
Sevgili okur; bu yazının bu son kuplesi elinize ulaşmadan iki kez yazıldı. İlk versiyonu sabah saatlerinde yazılmıştı ve şöyle başlıyordu; Az önce bazı gazetelerin internet sayfaları Mehmet Ali Birand’ın vefat haberini verdiler. Her türden taziye –ne yazık ki adet olduğu üzere kimi ahmakça nefret söylemleri- sosyal medyada uçuşmaya başlamıştı ki; oğlu Umur Birand twitter’dan babasının yoğun bakımda yaşam mücadelesini sürdürdüğünü açıkladı. Birand’ın her koşulda yüzünden eksik etmediği gülümsemesinin solmamasını dilerim. (…)
Şimdi akşam saatleri ve Birand’ın vefatı az önce yine evladı Umur Birand tarafından duyuruldu. Ben cumartesi günü okuyacağınız bu yazıyı Birand’ın acı kaybı nedeniyle revize etmek üzere önüme koyduğumda, sabah yazdıklarımın bir kısmını atmadım, atamadım yazıdan. Zira benim için Birand’ın gülümsemesi hiç solmayacak. Çoğu öğrencisi olan meslektaşları şu an bütün kanallarda yutkunarak yorum yapmaya gayret ediyorlar. Onlardan biri, Deniz Arman hemen herkesin duygusunu içerecek bir cümle sarfetti; “Bugün 33.Gün ve berbat bir gün…”
Doğançay ve Birand’a Allah’tan rahmet, okura uzun, güleryüzlü ve yaşarken kıymetinin bilindiği bir ömür dilerim…
Paylaş