MESSİ, AL PACINO, BEN VE KOYUNLAR
Uykum emanettir. Zor uyur, enti püften sebeplerle uyanırım. İhtimal çocukluğumun hatırlayamadığım bir kuytusunda öldürdüğüm uyku, ne yaptıysam bir daha uğramadı semtime. Koyun saymayı denedim. Bir kısım koyunu atlattıktan sonra; ya çitle uğraşmaya başlıyorum ya da çitin etrafında yeni bir dünya kurma telaşına düşüyorum. Messi’yle futbol, Al Pacino ile oyun oynadım. I-ıh, çalışmıyor. Ilık duş, ılık süt, filankes ortopedik yastık, burun bantı vesaire yok azizim! Anam bir şeyin yokluğunu “Bir yok, hiç yok!” diye özetlerdi. Öyle işte, uyku bende şık durmuyor. Yine de iyi bir uyku için en makul çağrıcının temiz bir vicdan olduğunu söyleyebilirim. Benim eksik bilgim bu kadarına yetiyor. Vicdanınız temizse, uykunuz da temiz olacaktır. Yaşamaya yetecek kadar...
BU SABAH YANGIN VAR İSTANBUL’DA
Pazartesi 06.45. Nihayet birkaç saattir ‘hiç’ olabilmenin kapısını aralamışken, siren sesleri uykumu yırtarak beni ve çevre uyuyanları telaşına çekiverdi. Üzerinde mamutların oturduğu gözkapaklarımı kaldırmaya çalışırken, ayırt etmeye gayret ettim, polis sireni mi bu, ambulans mı? Giderek artan ve çeşitlenen çığlıkların itfaiye sireni olduğunu kavradığımda doğruldum ve can ve mal kaybının en az olması için temennide bulunarak Twitter’a göz attım. Evet, yangının haberi sıcağından evvel yayılmıştı işte. Cağaloğlu’nda şimdi İl Milli Eğitim Müdürlüğü binası olarak hizmet veren 1.5 asırlık tarihi bina sahneden çekiliyordu. Hüzün... Şehrin hatırlı tanıklarından biri daha, anıları, kaybı telafi edilemez kimi belgeleri de ateşine katarak çekip gidiyordu yoklar ülkesine. Kıymet bilmezlik, özensizlik ve nihayet ihmal, çoğu zaman gözü doymazlık, kentte kültürel tarihimizi, kırda ulusal servetimizi koparıp alıyor ömrümüzün envanterinden.
İSTANBUL’U DİNLİYORUM, ALGIM KAPALI
Yaşadığınız yerle barışık olmazsanız hayat payınıza düşenden daha fazla güçlük çıkartır karşınıza. Barışıklık derken; siz gelmeden çok önce bedenlenmiş bir yerleşkenin yaşam döngüsünü ve onun hiçbir yerde yazmayan kurallarını, alışkanlıklarını anlayıp kavramayı kastediyorum. Şehirlerin kendilerine has duyguları vardır. Onu aklınızla görüp, duygularınızla içselleştirmezseniz bir parçası haline gelemez, içinde görünür ve fakat dışına teyellemiş gibi yaşarsınız. Şairler meşgul insanlardır. Onların gözleri kocaman, kulakları daim dik ve duyguları mutlak ayaktadır. Görmediklerimizi görür, duymadıklarımızı duyarlar. Mesela Orhan Veli’yi farklı kılan, -ihtimal- İstanbul’u dinlemesidir, gözleri kapalı. Pazartesi 06.45’te, boğaza bakan o pencerede mahmur ve sersem bir halde dikilmiş, olup biteni görmeyi umarken; yaşadığım şehre baktığımı ve fakat dinlemediğimi fark ettim.
MAL MÜDÜRÜNÜN FİKRİ
Çocukluğumun gizli bahçesi Şarkikaraağaç kasabası düştü aklıma. Belediye anonsları duyulurdu zırt pırt; “Sevgili hemşehrilerimize duyurulur, belediye pazarına uskumru gelmiştir”, “Mal müdürümüz filankes beyin 9 yaşındaki oğlu Fikri, pazarda kaybolmuştur, görenlerin insaniyet namına zabıtaya bildirmeleri rica olunur.” Berberde, kıraathanede şakaya malzeme olurdu anonslar; “Mal müdürünün ‘eksik Fikri’ kaybolmuş gene duydun mu?”, “Kendi malına sahip çıkamayan mal müdürü mü olur oolum?” Ama dinlemekten de vazgeçemezdin çünkü ‘biz’ duygusunu beslerdi o anonslar. Birbirimizi tanır, birbirimizden haberdar olurduk bir nevi... Sadece dinleyerek...
Şiir Babamız Can Yücel bir mapushane yazmasında; “Ispanaklar pembe pembe götleriyle Demir dolabın üstüne yığılmış... Desene, biz gene burdayız bu kış!..” der ‘Otuz İki’ şiirinde… Kış kırdı kapıyı, geldi çöktü hayatımızın terkisine. Şimdi palto zamanı. Şehirleri, kasabaları, köyleri aynı renge boyayacak tabiat. Her şey beyaza bürünecek ve biraz daha sırıtacak farklılıklarımız.
Süslü Cevdet
Çocuktuk. Ya çok olurduk ya hep eksik. Yılın ilk karı Ankara’nın gri yüzüne değip, pervasız coşkumuz tavan yaptığında; hekim dedem Ahmet Cevdet Bey; –lavanta kokusuna düşkünlüğü nedeniyle arkadaşları ona ‘süslü Cevdet’ derlemiş- “Kar yoksulların üstüne yağar…” der, alıverirdi gazımızı. Birkaç dakikalığına da olsa edebimiz bastırırdı taşkınlığımızı… Kartpostalları olurdu masasının çekmecesinde. Keyfi yerinde olduğunda masaya yayıp, hırpalamadan seyretmemize izin verirdi. Bunlar karlı kasaba ve şehir tasvirleriydi ve kartlar yer yer simlenmişti. Paltolu ebeveynler, paltolu küçüklerin ellerinden tutmuş yürüyor olurlardı. Atların, köpeklerin çektiği kızaklar filan. Tanımadığımız bir kültürün insan manzaraları. Kartları oynattığınızda simleri şıkırdardı. Hayrete kâfi miktarda… Küçük ışık oyunlarından büyük eğlencelerin türediği bir zamanın çocuklarıydık. Önce süslü Cevdet rahmete kavuştu, sonra paltolu insanların yürüdüğü simli kartpostallar yoklara karıştı. Büyüdük işte…
Göktürk-2 bizi görecek mi?
Çarşamba günü Göktürk-2’nin uzaya fırlatılışının haklı sevincini sürdüğümüz saatlerde, internete düşen bir fotoğraf, derinimde uyuyan Ahmet Cevdet’i uyandırdı. Karda sırtında kendisinin yarısı kadar bir çanta dolusu kitabı, mavi önlüğü ve ayağında terlikleriyle okul yolunda yürüyen Kardelen’in DHA muhabiri tarafından çekilmiş fotoğrafına bakarken… Bir yanda; Göktürk-2 coşkusu, elbette önemli işler yapacak, kent planlaması türü sivil hizmetler de görecek ve bu sevindirici bir girişim. Diğer yanda; Ahmet Cevdet Bey’in ‘Kar hâlâ yoksulların üstüne yağıyor…” diye hayıflanan hışırtılı sesi. Gazımı alıyor 40 yıl önce yaptığı gibi. Yine de enseyi karartmayalım biz, hekim dedenin gördüğünü Göktürk-2 de görecek keskin gözleriyle. Artık Göktürk-2 de var ve belki bir 40 yıl daha yağamayacak kar yoksulların üstüne! Kim bilir…
Paltolar konuşur…
Gogol’ün ‘Palto’sunu okumuş muydunuz? Petersburglu devlet memuru Akakiy Akakiyeviç’in çalınan paltosu, paltosunun peşine düşüşü, başvurduğu makamlar tarafından kendisine reva görülen aşağılanma ve neredeyse bir hiç uğruna ölümü hakkında kurulmuş, gerçekçi ve kimi fantastik öğeler içeren hazin hikaye. Kendinden sonraki Rus edebiyatına tesir ettiği bilinen kısa ama büyük eser. Yazar hikâyede paltoyu dramatik nesne ve çarlık Rusyası’nı sarakaya alan işlevsel bir metafor olarak maharetle kullanıyor. Paltolar onları taşıyanlar hakkında ipuçları taşırlar. Rengi, dokusu, kumaşının kalitesi, kesimi, deseni, oturmuşluğu, iğretilikleri ve nihayet pahalarıyla. Sait Faik, Orhan Kemal, Orhan Veli denince gözünüzde siyah beyaz fotoğraflarda bile dikkat çeken benzer paltolar canlanmaz mı? Zengin, mütevazı, kalıplı, fukara, pejmurde paltolar… Komiser Kolombo’nun sırtına yapışmış ütüsüz paltosunun karşısına daima kürk yakalı bir palto dikilir zırt pırt ve daima Kolombo’nun süfli paltosu kazanırdı zekâ yarışını… İlk paltonuzu hatırlıyor musunuz? Bugün sokağa çıkacağınız paltoyla yan yana koyun ilk paltonuzu hayalinizde. İkisi arasındaki fark sizin hikâyenizdir…
Futbolda kaybetmek yok…
Dostum “İstatistik sağlayacak veri tabanı yok, ama kişisel bilgi ve gözlemime dayanarak, arzda da, talepte de çok ciddi artış olduğunu söyleyebilirim” biçiminde yanıtladı sorumu. Diziler belgesel değildir elbet ve fakat Muhteşem Yüzyıl hiç değilse, gerçeğe olan merakı tetikleyerek bir diziden beklenenden çok daha fazlasını başarmış görünüyor. Boş yere seyredilmiyor demek.
…
Kavrulmaktaki kahvenin, içmeyeni bile baştan çıkaran rayihasının üstüne nefaset tanımam. Kahve İstanbul’a ilk olarak 1543 senesinde, Sultan Süleyman döneminde gemilerle getirilir. İlk kahvehane 1554’de Tahtakale’de açılır. 500 seneyi aşkındır meftunuyuz kahvenin de, kahvehanelerin de… Kahve Evropa’ya, Marsilya Limanı’na ulaştığında ise sene 1653’dür. Kıtada ilk kahvehane 1683'de Viyana'da açılmış. Dönemin Osmanlı elçisi Süleyman Ağa 1669’da Paris’lileri, ardından Viyana elçisi Mehmet Ağa, Viyana’lıları kahve tiryakisi ettikten çok sonra. Aynı yıllarda İstanbul’da ellinin üstünde kahvehane var. Kısa sürede yazarından ressamına, müzisyeninden aktörüne, her türden sanatçının “yazıhanesi” haline gelmiş Paris, Viyana kahvehaneleri. Kimi kahvehane kuşlarını analım; Baudelaire, Apollinaire, Max Jacob, Aragon, Breton, Eulard, Picasso, Matisse, Sartre. Süleyman ve Mehmet Ağa’lar Evropalı dostlarına kahve ikram ederken, aynı anda kıtanın sanat tarihini derinden etkileyecek bir esin kaynağını paylaştıklarının bilincinde miydiler dersiniz?
…
Az sayıda şanslı Adem’ler ve Havva’lar, 22 Aralık’ta sabah kahvelerini Şirince’de yudumlamak üzere rezervasyonlarını yaptırmışlar. Şirince’de gerinecek yer kalmadı diyorlar. Öngörüler gerçekleşirse, okumakta olduğunuz bu yazı, taze köşe yazarlığı serüvenimin son ürünü olacak. Haliyle hüzünlüyüm ve Şirince’ye kapanarak insan neslini sürdürmeye çalışacak turistlere bir çift lafım var. Şöyle ki; arkadaş madem oraya doluşacaksınız, 22’sinde uyandığınızda baktınız dünyanın sonu gelmiş, biz yokuz, ne yaparsanız yapın, artık kendiniz bilirsiniz! Yok eğer o Maya takviminde ya da onun yorumunda bir hata olmuş da, hayat hepimize devam ediyor ise; bak şimdiden uyarıyorum, sakın o Şirince’ye saçtığınız, plastik bardakları, tabakları, pet şişeleri, çeri çöpü temizleyip toplamadan oradan ayrılmayın. Yanınızda getirdiğiniz 4 ayaklı dostlarınızı, Şirince’linin vicdanına düğümleyip kaçmayın. Akıllı olun, bizi delirtmeyin! Kurtulduk diye sevinirken, Şirince’yi de kaybetmeyelim. Herkes kıyametini toplayıp götürsün evine dönerken.
…
Bir lokal kıyamet de yarın TT Arena’da kopacak. Malum GS-FB maçı var. Bu hafta bizde, BJK ve GS Türkiye Kupası’nda favori oldukları maçları kaybederek kupaya veda ettiler. İngiltere’de de Arsenal, bir 4.lig takımına yenilerek kupa dışında kaldı. Küçük kalabalıklar sevindi, büyük kalabalıklar hayalkırıklına uğradı. Futbol, biraz da bu nedenle kitlelerin ilgisini kendinde tutabiliyor. Ben futbola olan düşkünlüğü, oynayan için karmaşık ve zorlu, izleyen için sade ve kolay anlaşılır bir oyun olmasına bağlayanlardanım. Futbol sürprize müsaittir, şaşırtır, beklenti yaratır ve akılcı görünmeyen beklentilerinizin bile hatırı sayılır sıklıkta gerçekleşebildiği bir oyundur. Güçlünün kazanma garantisi yoktur. Hayata fena halde benzerken, ondan ayrıldığı nokta da bu sanırım. Aklı fikri olan yaratıcı sporsever bireyler, futbolun içinde diğer fanatiklere oranla yoğunluk kazansalar, dünyanın en geniş katılımına sahip bu faaliyeti, bir tür sivil toplum örgütüne de dönüştürülebilir, kitlesel fayda üretilebilir diye düşünüyorum. Futbolun insanlığın ortak faydasının hizmetine sunulabileceğini düşlemek hafiflik ya da safdillik midir acaba?
…
Babaannem Adviye Hanım, laf dinletemediği zamanlarda, “Hadi bilmiyorsunuz; lakin bilmediğinizi de bilmiyorsunuz” diyerek çıkışırdı biz torunlarına. Pamuk anne cep telefonu, kişisel bilgisayar ve interneti tanıyamadan göçüp gitti. Şimdi ulaşılır maliyetlerle edindiğimiz teknolojik kuşlar, bilgiyi evimize, cebimize kadar taşıyor. Artık küresel bir düzeneğin, ezoterik bir öngörüyle filtreden geçirerek ‘sadeleştirdiği’ bilgi atomları uçuşuyor fiber atmosferimizde. Bize kalan onu seçip işe yarar kılmak. Tatlı biri üşenmemiş oturup saymış; Shakespeare oyunlarında 29 bin 66 farklı kelime kullanmış. Bu bir bilgi. İyi de ne işime yarar derseniz; o artık sizin onunla ne yapacağınıza kalmış. Misal ben; Shakespeare’le bir konuda anlaşamadım diyelim; 29 bin 66 kelimeyle yazan bu arkadaşla polemiğe girmem en azından. Gördünüz mü, bilgiyi kendim için yararlı kıldım işte! Bilginin niteliğini, dayandığı akıl duvarının inceliği, kalınlığı da belirliyor demek! Kulaklarım çınladı. Babaannem beni anmış olabilir mi acaba?
GURME RACONUNA TERS KEYF HALİ
“Ne tür müzik dinlemekten hoşlanırsın?” sorusu karşısında hep tutulurum. İyi müzik-kötü müzik tartışması müziğin kendisi kadar eski. Farklı türde müzikleri birbiri peşisıra keyifle dinleyebilen birisiyim. Ruh halime göre bir melodinin peşine takılır, saatlerce bir türden diğerine savrulur ve nihayet arşivi indirmiş, rehabilite olmuş halde dünyaya dönerim. Kuşkusuz gurme raconuna ters bir keyf hali. Ama kim ne derse desin, iyi müzikle kötü müzik arasındaki farkın; Müslüm Baba ile Miles Davis’i, Neşet Ertaş’la Placido Domingo’yu, Münir Nurettin ile Penderecki’yi birbiri ardına dinlemekte keyifli bir taraf bulan insanın parçalanmış, çoklu kimliğinin kuytularında bir yerde saklı olduğuna inanıyorum. Sahi siz ne tür müzikten hoşlanırsınız?
Her kent için geçerli bir kast sistemi var. Bir o kentin bağrında yaşayanlar, bir de eteğinden yakalamış, tutunmaya çabalayanlar. Kenti kent yapan olgu; tarihi, kültürel ve ekonomik envanteri kadar, orada yaşayanların birlikte yaşama ülküsünden güç alan kolektif bir kent kültürü varetmiş olmalarıdır. İstanbul onbinlerin şu veya bu nedenle biraraya gelmesine ‘meydan verilmeyen’ zor bir kent. Mahalleli olmak küçümsenir oldu, kültürü kayboldu, dizileri kaldı yadigar. Boğazda bir balıkçıda doymak ve biraz da keyf etmek isterseniz hiç değilse; 80-100 lirayı gözden çıkaracaksınız. Ülkede her beş kişiden birinin bir şekilde kapağı attığı şehrin sıkı çoğunluğu için hayal değil mi? Göç ve benzeri sosyo ekonomik dönüşümler sonucunda, sınıflar arası gelir dengesizliği uçuruma dönüştü. Evet ama yine de, boğaz hala herkesin, hepimizin... Hâlâ Karaköy’de yarım ekmek uskumru+1 meşrubat+1haysiyetli çayı 10 liraya bulmak mümkün. Şiiri ve ironisi bitmeyen bir şehir İstanbul. Her şeye rağmen ona katılmaya gönlü olana, daima göz kırpan bir kent. Elbette onu yenmeye çalışmak yerine, biraz ona katılmak, karışmayı göze almak kaydıyla...
Şehre karışmak demişken; sektörün çalışanlarının itirazlarına rağmen kapatılan tarihi Emek ve Alkazar sinemalarına, bu hafta Sinepop sineması da eklendi. Borçlarını ödemekte zorluk çeken Beyoğlu Sineması sırada şimdi. Oysa tam da, yerli sinemanın yeniden seyircinin ilgisini kazanmayı başardığı bir süreç yaşıyoruz diyorduk. Yerli sinema seyircisinin, yabancı sinema seyircisini aştığı bir ülkede, özellikle de Türk filmleri gösteren sinemaların, teker teker sahneden çekilişini neye yormalı? AVM’lerde müşteri toplamak için açılmış tek tip salonlarda, Türk sinemasının ticari başarı vaadeden örnekleri dışında, neredeyse bütünüyle Hollywood yapımlarını, 30 dakikaya varan reklam bombardımanına maruz kalarak seyretmeye kuruluyoruz. Elbette yabancı sinemanın has örnekleri için bir serzenişim yok ama sosyal hayatın bütünüyle tektipleşmeye evrildiği bir dönemde, kolektif kent bilincinin gelişmesi, çeşitliliğin korunması için; yeni diye sunulan her şeye atlamamak gerektiğini düşünüyorum. Tutuculuğa düşmeden, bizim ve bizden olanın ‘muhafaza edilmesinden’ yanayım. Teknolojinin sinemaya sağladığı üretim ve sunum konforu hoş, ama kendi sinemamızı da o salonlarda izleyebilmek şartıyla elbette.
METEOR YAĞMURU
‘Sinema sinemada izlenir’cilerdenim, ama ‘evde sereserpe eskileri izliyorum’cular için de önerim var elbet. Bu hafta tutucu politikalara karşıtlığını filmlerine taşımakta pek cesur bir yönetmenin, Peter Greenaway’in
Oğuz Atay; “Bazı insanlara sezgiler, matematiksel kesinlikte söylenmedikçe, iletilmesi mümkün değildir” diyerek dertlenmiş bir keresinde. Çamlıca’ya 30 bin kişilik cami tartışması, bana nitelikle nicelik arasında sıkça başgösteren şiddetli geçimsizliği düşündürdü bir kez daha. Sizce Ataşehir’e TOKİ’nin kondurduğu 10 bin kişilik Mimar Sinan Camii mi büyüktür, Koca Sinan’ın, bir güzel ustanın nefesinden üflenmiş bir gözyaşı şişesi gibi Tophane’den Ayasofya’ya gözkırparak yükselen Kılıç Ali Paşa Camii mi? Derim ki; taşlarına Cervantes’in de terinin damladığı söylenen Kılıç Ali Paşa Camii’nin eline su dökemez, Ataşehir’deki türdeşi. Peki; Boğaz’dan geçen bir yolcu gemisinin güvertesinde durup, şehri seyre dalmış Japon gezginin gözleri, iki yakası bir araya gelsin diye Boğaz’a iliştirilmiş, iki beton köprüye mi takılır; yoksa kavuşamamaya müebbet iki inci küpe gibi birbirini gözleyen Rumeli ve Anadolu hisarlarına mı? Algısında asılı kalan siluet hangisidir? Kulakları tırmalayan sayısal bir zafer narası mı; yoksa taşın, Sinan’ın elinde, akla ve yüreğe Ferhad’ın sevdalı nakışları gibi işleyen bir güzellik ve derinlik sarhoşluğuna dönüşmüş zarif formu mu? İşlevle zarafet bir formda buluşup karışsalar hep, saz gibi bir hayatımız olmaz mıydı? Ne dersiniz?
KÜLTÜR HERKESE AİTTİR!
Kültür kanatlıdır! Neyin sırtına iğnelerseniz iğneleyin onu alır uçurur. Sokak kültürü, futbol kültürü, okuma kültürü, Arabesk kültürü vs. André Gide; “Kültür, her şeyi okuyup unuttuktan sonra aklınızda kalanlardır” der. Ben, Gide’in önermesini; “Kültür, deneyimlerimizden süzülen ‘şey’lerin toplamıdır” şeklinde okuyorum. Kültür derken; ağzında gümüş kaşıkla doğmuş seçkinlerin bahçesinde şakıyan ve biz sıradanların dalına hiç konmayan bir acayip kuştan söz etmiyor burada André Gide. Elbette Bruegel’in bir tablosunu, çağdaşı bir diğer ressamın tablosundan ayırt edebilmek ancak kültürlü bir insanın sahip olabileceği bir ayrıcalıktır. Ya da Rus edebiyatının hatırı sayılır bir kısım yazarının, “Gogol’ün paltosunun cebi”nden çıktığını bilmek, bileni zenginleştirir. Ancak; André abinin sözünü ettiği kültür, biraz da dedenin doğduğu yerin adını unutmamak, çocuğuna belletmektir. Annenizin kendi annesinden öğrendiği ve özel günlerde pişirdiği o geleneksel ata yemeğini öğrenmek, kendi çocuğuna, torununa da pişirip yedirmektir. Kültür her yerde, her biçimde onu sahiplenmenizi bekler. Siz bakmayın
kimi kibir kumkumalarına, kültür herkese aittir. Sahiplenenin kanatlarıdır. Birileri küçümsedi ya da unutmanızı istedi diye
ondan kopmayın. Kanatlarınızdan vazgeçmeyin. Zaten insan dediğin nedir ki;
bir kan pıhtısı… Biraz da ironi…
ÜNİFORMA HANGİ DERDE DEVA?
Okullarda uygulanan Kıyafet Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikler etrafında kopan fırtınayı, yurttaş ve baba olarak izlemeye çalıştım. Başta belirteyim çocukların tektip kıyafetten kurtulmalarına sempatiyle bakıyorum. Kimi uzman ve veliler, hatta fikrini sorduğum kızım benzer kaygılar taşıyorlar; öğrenciler arasındaki sınıfsal farklardan doğan olanak ya da olanaksızlıklar iyice sırıtacak! İyi ama; öğrenciler birbirlerinin ayakkabılarına, çantalarına, saatlerine, kırtasiye ve spor malzemelerine, ulaşım şartlarına, cep telefonlarını bakarak da fark etmiyorlar mı zaten o uçurumu? Devlet; dengesiz gelir dağılımından doğan toplumsal travmaları üniformalarla örtmek yerine, travmanın nedenlerini azaltacak, uzun vadede bitirecek sosyal-ekonomik politikalar üretse, ülkemizi sevmek için bir neden daha vermiş olmaz mı yurttaşlarına? Çünkü üniformaların ayıp örtmekten başka bir derde deva
Rahmetli babam kibar bir akşamcıydı. Neşeye meyyal tabiatı, akşam yemeğinde iki kadeh rakıyla menevişlenir, üçüncüyü yarım bırakır kalkardı sofradan. Rakısını hep valide doldurur, bir yudum içer, yüzünü buruşturur, babamın önüne koyardı. Rakı soframızda tatlı muhabbete meze niyetine, kafi miktarda yer alırdı kısaca… Biz faydasızlar, validenin babama doldurduğu her kadehten bir yudum almasını, babamın çeşnicibaşısı olmaklığına bağlar; ‘kıvamda bir kavunluk varsa ayar etmek üzre yudumluyor demek ki’ diye düşünürdük. Görünen oydu…
Palazlanıp muhabbete karışır boya geldiğimizde, babam rakının ilk yudumunu valideye zimmetleyişini şöyle açıklamıştı; “Şefkat yudumu… Rakının ilk yudumu acı olur, ikinciden itibaren keyf verir. Anneniz sağolsun; rakının acısını almadan önüme koymaz. Rakı, sulu da içilir susuz da, ama şefkatsiz içilirse bir halta benzemez.” Görünmeyendi bu. Biz görünenle yetinenlerin göremediği…
Önüne koyulanla, görünenle yetinmek! İlk bakışta makul çağrışımları olan bir önerme değil mi? Hele edepli olmak, kanaatkarlık, haddini bilmek, tevazu, ölçülülük gibi inceliklerle harmanlanırsa pek de güzel yenir.
Hangi ideolojiyi benimsemiş olursa olsun gündelik siyasetin, ‘sıkı çoğunluk’tan ya da profesyonel siyasetin diliyle söyleyelim, ‘ahali’den beklediği budur. Bilmene izin verildiği kadarıyla yetin, görüneni benimse! Benimse ki; alabildiğine geniş bir kitle meseleler hakkında ortak, genelgeçer, gılsız gışsız bir kanaatte müşterekleşsin ve patırtısız biçimde yaşayıp gitsinler.
Ve fakat hayat meraklısı için pek de gılsız kışsız bir yol olmadığından; kimi insanlar da görünenle yetinmeyi hazmedemez. Şüphecidirler, soru sormayı şehvetle severler, bilmek, anlamak, kavramak ve bilgiyi içselleştirip, kendi deneyimlerinde halli hamur etme peşindedirler.
İşte siyasetin hiç hazzetmediği bu insanların tutunacak birkaç dalından biridir sanat. Sorgulamayı yüreklendirir, görünenin ardındakini arayanın yol arkadaşıdır, yetinmeyenin İsviçre çakısıdır.
Omuz omuza yürüseler büyük kamusal faydalar yaratabilecek olan bağımsız sanat ile günlük siyaset arasındaki şiddetli geçimsizlik, bireye bakışlarındaki bu zıtlıktan kaynaklanır aslında.