“Film yapmak seyirciler, festivaller, eleştiriler, söyleşilerle ilgisi olmayan bir iştir. Her sabah altı sularında yataktan kalkmayı gerektirir. Soğuk, yağmur, çamur… Sinir bozucu bir iştir film yapmak. Öyle bir noktaya gelir ki insan, film dışında her şey önemsizdir artık. Aileniz, duygularınız, özel hayatınız her şey ikincildir. Belki bu işi yapmamalıyım artık. Bir sinemacı için temel olması gereken bir duyguyu tükettiğimi düşünüyorum, sabır dedikleri şeyi. Oyunculara, görüntü yönetmenine, havaya, beklemeye, istediğim hiçbir şeyin istediğim gibi olmamasına tahammülüm kalmadı. Sabırsızlığımı çalışma arkadaşlarımdan gizleme zorunluluğu. Bu durum beni yiyip bitiriyor. İçlerinde akıllı olanlar, kişiliğimin bu boyutundan rahatsız olduğumu seziyorlar” demiş Polonyalı büyük yönetmen Kieslowski bir yazısında.
Kieslowski sevdiğimiz öğretmen-ustalarımızdan biri. Mutfağımıza dışarıdan bakanlar için çok yüreklendiren bir resim çizmiyor işimizi anlatırken. Haklıdır; işimiz çetin çalışma koşulları içeren, hassas, hata kabul etmeyen, zor üretilip hoyratça tüketilen, çoğu zaman sübjektif ve anlayanı, ukalası, malumatfuruşu kalabalık bir iştir. Ama iyisini yapabilene de eşine az bulunur bir keyif verir. Paylaşımı, etkisi doyumsuzdur. Beğeni ve hayranlık duvarımızı aşabilen örnekleri ölümsüzlüğe kavuşur ki; her tür meslek erbabının rüyalarını süsleyecek bir payedir bu.
YAZDI, YIKTI, YENİDEN ÇATTI!
Bu satırları perşembe günü Yılmaz Erdoğan’ın son ve o daha iyisini yapana kadar en iyi filmi olarak anılacak ‘Kelebeğin Rüyası’nın galasından iki gün sonra yazıyorum. Film hakkında kuşkusuz çok şey duyacak, okuyacaksınız. Pahalı bütçesi, binlerce figüran kullanılması, 40’lı yılların Zonguldak ve İstanbulu’nun kurulduğu dev plato, olağanüstü beceriyle uygulanmış kostüm ve çevre tasarımları, sinemamızda ilk kez görebildiğimiz büyük doyurucu dönem resimleri, büyük filmlere has -açılış sahnesindeki gibi- unutulmaz uzun tek planlar, müziği, oyuncu yönetimi ve her bir oyuncunun özenli işçiliğinin katkısı, dünya klasmanındaki görüntü yönetimi, özetle; hemen her birimin olağanüstü becerisi ve takım çalışmasıyla ulaşılmış bir toplam kalite.
Ama sıraladığım onca belirleyenin manalı bir bütünlük oluşturması için hâlâ güçlü bir simyaya ihtiyaç var. Elbette filmin ana maddesini oluşturan senaryo. ‘Kelebeğin Rüyası’nın senaryosu; yönetmen, senarist, oyuncu ve şair Yılmaz Erdoğan tarafından yazıldı. Erdoğan her biri ayrı arızalar çıkarabilen bu kalabalığı delirmeden bir bünyede taşıyabilen bir arkadaşımız. Bu senaryoyu yedi yıl boyunca yazdı, bozdu, yine yaptı, yine yıktı, yeniden çattı…
Bu yedi yıl boyunca bir yandan yazar, yönetmen, oyuncu ve şair olarak bildiğimiz bütün o işlerini üretmeyi sürdürürken başkahramanı şiir olan bu filmi yazdı.
SICAK BİR SOMUN GİBİ‘Kelebeğin Rüyası’nda Kıvanç Tatlıtuğ, Mert Fırat, Yılmaz Erdoğan, Belçim Bilgin, Taner Birsel, Ahmet Mümtaz Taylan, Farah Zeynep Abdullah oynuyor.
Bu film ancak bir şair-senarist-yönetmenin yapabileceği bir film. Türüne sinemamızda rastlamamış olmamız bu nedenledir. Yukarıda sıralanan ve çokça konuşulacak niteliklerinin yanında en çok da bu nedenle özel bir filmdir ‘Kelebeğin Rüyası.’ Filmi içinden geçen bir oyuncu olduğum için değil, bir seyircisi olarak izlemenizi öneririm. Sadece sinemamıza eşik atlattığı için değil, şiire ve şairlere sinemamızda gölgesinde uzanabilecekleri bir fidan diktiği, perdeye bir güzel şiir yazdığı için. Şimdi şiirsel bir anlatımın ince zarı altında acıyı, tutkuları, memleketimizin özel halini, insanlığın genel durumunu anlatan, bir yandan bu ülkenin yakın tarihine sıkıca bağlı, diğer yandan yeryüzünün dört bir yanında özümsenip benimsenecek bir şiir-filmimiz oldu. Fırından yeni çıkmış mis kokulu, sıcak bir somun gibi ‘Kelebeğin Rüyası.’
Babam avukat ve maden işletmecisiydi. Birincisiyle ailesine bakar, ikincisiyle hayallerinin peşinde koşardı. Hiçbir yerde birkaç yıldan fazla oturamazdık. Tam bir düzene alışmaya yakın, misal; güneyde bir yerde falanca kasabaya yakın filanca mevkiide filankes madeni bulduğunu müjdeler, analığım sessizce evini toparlamaya başlardı. Babamın her taşkın sevinci, yeni bir yer, yeni bir ev, yeni bir okul, yeni ezberler, kendini yeniden kanıtlamak zorunda olduğun ilişkiler ve elbette yeniden unutmak demekti.
Unutmak… Eski evi, mahalleyi, o okulu, sınıfı, o arkadaşları, benden başka herkese gülümsediğini sandığım şişe dibi gözlüklü kızı -ismini vermiyorum, onu edebiyat tarihçisi bulsun!-, her adımı ezberlenmiş okul yolunu. Küçük bir insana kendini güvende hissettirecek hemen tüm ezberlerini unutmak…
Zamanından evvel okula verilmiş, yeni gelen o ‘şehirli’ çocukla, küçük yerlerde genelde okula geç gönderilmiş çocukların arkadaşlığı zahmetlidir. Alışkanlıkları, tepkileri, beden dilleri, becerileri, şakaları, korkuları, beklentileri farklıdır. Ortak noktalar bulup kaynaşmaları kolay değildir. Sıkılgan ve arkadaş edinmekte zorlanan bir çocuktum. Durmadan değişen çevre şartları yüzünden değil sadece, biraz da hâlâ değişmeyen tabiatım yüzünden elbet. Aidiyet ve arkadaş yokluğu yaşayan her çocuk gibi kitaplara yakınlık duydum. Her tür çizgi roman, Doğan Kardeş dergisi –ki küçük yerlere ya hiç uğramaz ya geç gelir ya da hasbelkader eski sayılardan biri bulunurdu pırtılmış- ve tabii eksik çocukluğumuzun yoldaşı ansiklopediler… Sonraki yıllarda şaşarak fark ettim ki; birçok yaşdaşım da çocukluk ansiklopedilerinden bahsediyorlar heyecanla.
HAVALANDIRMA VOLTASI GİBİ BİR ÇOCUKLUK
70’li yıllarda çok şehir, kasaba değiştirdik. Şimdi nasıl bilmiyorum ama avukatlık, o zamanlar kazandıran bir işti. Ne var ki; babam avukatlığa değil madenciliğe âşıktı. Kısmetli bir madenci de değildi galiba, ama tanıdığım en çalışkan adamdı. O yılların yol ve iklim koşulları nedeniyle çoğu zaman evine dönemez, madende ya da madene yakın bir köyde kalır, haber bile veremezdi gelemeyeceğini. Ömrü, yüreği ağzında, kulağı kapıda, gözü emanet bir çocukta geçen analığım, haklı olarak gergin ve mesafeli bir kadındı. Hayat ona çocuk yerine iki ayaklı, zor sorular soran, bakımı tatsız sinüzitli bir emanet vermişti. Sevgiyle idare deneyim gerektirdiği ve deneyimsiz olduğu için, ilişkimiz sıkıcı bir otorite üstüne kurulmuştu.
Çetin kış koşullarının azdırdığı sinüzit illetim nedeniyle, nadiren sokak izni alır, arkadaşlığa fırsat bulamadan yüzümü sarkıtarak eve dönerdim. Özet; ebeveynin görüş mesafesinde, vukuatsız, kabahatsiz, şiirsiz bir tür havalandırma voltası gibi bir çocukluk…
Ve bir sabah o çıkageldi. Babamın yokluğunun uzadığı bir dönemdi. Sinüzit, geceleri coşan bir illetti ve nefes alamadığım için uykusuzluk çekiyordum. Şimdiki bebelerin bilmediği yün yorganımın altından çıkıp, gözümü araladığımda buğulu pencere camının ardında siluetini gördüm. Kafasını kendi içine çekmiş pırıl siyah bir kargaydı. Soba borusunun pencereye yakın biçimsiz tahliyesine yakın durarak ısınmaya çalışıyordu. Cama burnumu yaslayıp izlemeye başladım. Doğrusunu isterseniz öyle şiirli bir şey olmadı, o bana baktı ben ona… Yine de hayatımın en unutulmaz anlarından biriydi. İlk kez bir canlıyla –insan da dahil- bu denli uzun süre göz göze kalmıştım. Ateş kehribarı gibi yanan gözleri vardı ve hiçbir şeyden korkmayacak kadar üşümüştü. Anne kapıyı açıp yoklayana kadar öylece bakıştık. Okula giderken dışardan pencereme baktım, orada değildi. Okulda gün boyu ara ara kargayı düşündüm. Eve dönünce de gidip gelip pencereyi yokladım, gelmedi. Gece yatmadan bir dilim ekmek bıraktım pervaza, sabah onu orada bulmayı umarak… Rahat uyuduğumu da hatırlıyorum, sinüzit ara verdiği için değil, aklım nefes almaktan ziyade kargada olduğu için muhtemelen. Sabah uyandığımda karga da yoktu, ekmek de. Karga bir daha gelmedi!
ALİ İLE AYŞE
Sevgili okur; bu yazı, kendisi hakkında söylenebilecek hemen her şey söylenmiş, yazılacak her şey yazılmış, her türlü övgüye mazhar olmuş biri hakkında yazmakla görevlendirilmiş bir köşecinin patinajından ibarettir. Yerinde olsam hiç vakit kaybetmem, şu üç dakikamı cumartesi ekinin diğer sayfalarında geçiririm, onu hemen belirteyim!
Yazım; zihninizde ‘teferruatlı ve doyurucu bir portre olmuş’ türünden bir etki bırakmayacak. Çoğu eski bilgi ve anekdotlardan oluşacak, yeni gibi görünenlerse hissi ve zaten sübjektif. Köprüden önceki son çıkış olarak ekliyorum; sayıklamalarım, doğramacı, ayakkabı tamircisi ve aktör Daniel Day-Lewis’i bir parça daha anlama çabasından öte bir amaç taşımıyor. Orada kimse var mı? Giriyorum, girdim…
Adamımız ağzında gümüş kaşıkla doğanlardan. Baba şair, anne aktris, dede İngiliz sinemasının önemli isimlerinden biri, abla belgesel film yapımcısı. Baba Day-Lewis genç denebilecek yaşta kansere yenik düşmüş. Oğul Day-Lewis’in babasının eksikliğini -travmatik ölçüde- yaşadığı ileriki yıllarda da anlaşılacak.
Daniel, ağaç işçiliği ve oyunculuk eğitimi almış. Oyunculuk kariyeri henüz 14 yaşında ‘Sunday Bloody Sunday’ filmiyle başlamış. Şimdi 55 yaşında ve 41 yılda oynadığı film sayısı 20’yi bile bulmadı. Oysa sayısal açıdan skorer görünmeyen kariyeri Akademi tarafından tam beş kez Oscar adaylığıyla taçlandırıldı ve en iyi erkek oyuncu dalında iki kez ödülün sahibi oldu. Son adaylığı Lincoln rolüyle geldi. Dublin yakınlarındaki malikânesine üçüncü kez Oscar Amcayla döneceğinden kimselerin kuşkusu yok.
MODASI GEÇEN KUTLAMALAR
Sinemada üst düzey aktör, aktristler gala ve ödül törenlerinde birbirlerini performansları nedeniyle tebrik etmiyorlar epeydir. Bu tarz kutlamaların modası geçti. O yüksek katlarda performanslar alabildiğine birbirine yakın olageldiği için oyuncular arasında fark yaratan kriter; proje seçimi artık. Beğeniler proje seçimi üstünden dile getiriliyor.
Modern zamanların meddahlarıdır sinemacılar. İtalyan asıllı bir babadan olma, yarı İrlandalı yarı Cherokee bir anneden doğma bir hikayecidir Tarantino. Evde yanlayarak film tüketmeyi seven tembel sinema düşkünleri için hazine niteliği taşıyan bir filmografiye sahip bir modern zaman meddahı. 1987’de ilk filmi “My Best Friend’s Birthday”i çektikten sadece 5 yıl sonra 1992’de “Reservuar Köpekleri” ile nam saldı ve 1994’de kült filmi “Ucuz Roman”ı çektiğinde 30’lu yaşlarının başındaydı henüz.
İçerik ve estetik açıdan B ve C sınıfı denebilecek yapımlara düşkün biri. Bunu göğsünü gere gere söyler bir çok röportajında. En çok da bu nedenle ortalama sinema seyircisinin hoşlandığını klişeleri beceriyle kullandı ve o klişeleri sıradışı bir işçilikle, her tür sinema düşkününü biraraya getirecek seyirliklere dönüştürebildi. Tarantino’nun korkusuzca kullandığı ve hatta şehvetle bağlı olduğu klişeleri unutulmaz artistik katkılarla geliştirmekteki yeteneğini teslim etti sektör. Olağanüstü isabetli müzik seçimleri, her defasında ilgi ve gerilimi ayakta tutmayı sağlayan kamera hareketleri eşliğinde havada uçuşan uzuvlar, kendi kanında boğulan kurbanlar, beklenmedik ve çoğu zaman sudan sebeplerle hayatı sönen ağzı bozuk karakterler…
Devlet de, sivil toplum da dünyanın birçok yerinde benzer ezberlere sahip. Her iki belirleyen de, ellerinde tuttukları eğitim enstrumanını kullanmaktaki becerisizlikleri nedeniyle yükselen eğitimsizliğin beslediği şiddet sarmalının kabahatini sanatta bulmayı marifet sayar. Tarantino da bu yüzleklikten payına düşeni fazlasıyla aldı. Sıkça şiddet pornografisi yapmakla suçlandı. Hatta Amerika’da gerçekleşen her okul cinayetinden sonra; şiddeti sıradanlaştırdığı ve bu yolla özendirdiği gerekçesiyle eleştirildi. Her toplu cinayetten sonra kendini ve filmlerini savunmak zorunda kaldı..
Oysa Tarantino’nun şiddet gösterileri dramaturjik açıdan gerçekçi olma telaşı içinde değildir. Aksine alabildiğine karikatürize, çoğu zaman sarkastik ve ironiktir. Tarantino’nun şiddeti sonlandığı zaman, seyredene kalan özdeşleşme ve provakasyondan ziyade, ağır bir yabancılaşma ve hiçlik duygusudur. Bunun bir tür şiddet güzellemesi olduğunu kabul etmekle birlikte özendirme amacıyla yapılmadığı çok açıktır. Elbette asgari eğitime sahip ve ortalama ruh sağlığını korumakta olan seyirci için…
Deneyimlerime de yaslanarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, yönetmenle senaristin aynı kişi olması, oyuncu için büyük şanstır bir filmde. Tabii her iki alanda da yetkinleşmeyi başarmış olanları kastediyorum. Yoksa her eli kalem tutan ortalama yönetmenin kendi sığ senaryosunu sette kurtarmaya çalışmasından sözetmiyorum burada. Tarantino postmodern auteur’ların imzası kolaylıkla okunabilenlerinden biri. Kolay okunabildiği için onu sıradan ilan edenlere katılmak zor. Zira anlaşılır olmanın kabahat sayıldığı yüksek sanat komiserleri ne derse desin, Tarantino; hem anlaşılır ve hem de derdini uyutmadan aktarabilen üslubuyla sıradışıdır. Seyretmek istediği gibi filmler çeker.
Seyirciyi doğrusallık gözeterek yazılmış senaryolara zorlamak yerine, sade hikayelerini grotesk de olsalar sahicilikleri zedelenmemiş ve seyredende tanıma arzusu doğuran karakterlerle donatır. Bu nedenle oyuncuları daima yüksek bir motivasyon ve angajmana sahiptir. Aynı motivasyon seyirci için de geçerlidir. Aslında başarısız bir soygun sonrası, terkedilmiş bir garajda beceremedikleri soygunu değerlendiren bir grup azılı adamın hikayesini hatırlayın. Rezervuar Köpekleri karmaşık görünen geriye dönüş sahneleriyle bezeli sade bir hikayeyi, külyutmaz bir dramaturg edasıyla seyretmenizi, anlamanızı ve kendinizi sıkı bir sinemasever olarak görmenizi sağlar…
Filmlerini hafife alanlara, politik mesaj bekleyip aradığını bulamayanlara, bu filmleri bir kere daha seyretmelerini öneririm. Pulp Fiction’da, Cristopher Walken’ın ölen silah arkadaşının emanet ettiği kol saatini düşmana kaptırmamak için savaş boyunca neresinde sakladığını anlattığı sahne, sizce de yeterince politik değil midir? Tarantino’nun politikaya bakışı bu. Özetle; kamu spotu çekmekten hoşlanmadığı çok açık ve filmlerini şehvetle seven seyircisinin de bundan rahatsız olmadığı belli.
Sinemada çoğu zaman kadın karakterler yüzlek ve klişedir. Bir tür dolgu malzemesi gibi kullanılırlar. Tarantino’nun kadın karakterleri ise hikayenin ana ekseninde etkili bir konumda bulunurlar ve tıpkı erkek karakterler gibi kadın karakterler de geçmişlerine dair bilgi ve geri dönüşlerle derinleştirilmişlerdir. Tarantino’nun dillere destan ayak fetişistliği de matrak bir mevzuudur ama galiba bu yazının konusu değil…
Perşembe’nin gelişi
Gazete yazımı perşembe günleri en geç akşamüstü saatlerinde teslim ediyorum editörüme. Aslında tembel bir yazar değilsen, yahut son dakikaya kadar biriktirip son bir kaç saatte döktüren bir profesyonel değilsen diyelim; yazıyı çarşamba gecesi bitirir, kenarından ısırılmış perşembeyi düzeltmeler için kullanırsın. Ben son dakikacı değilim. Ne tembelim, ne de yazıyı son dakikaya kadar tutup, olası son gelişmeleri de yazıya katacak kadar deneyimliyim. Hal böyle olunca bu fakirin yazısı, perşembe gündemini ıskalar, cumayı zaten görmez. Cumartesi pazar malum gevşek örgülüdür, kayda değer bir hadise cereyan etmez. Pazartesi yeni yazının gerilimi başlar, salı günü sıkıntı artar ve her bir satırda yeterince ilginç ve okunası bir şey yazamadığın evhamına kapılırsın. Çarşamba gecesiyse büyülüdür. Sabaha kadar çok vakit vardır, muhakkak evrenden bir cümlelik bir hediye gelecektir; beklersin. Sakin kalmaya çalışarak! Ve gelir… Cümleyi ya da bir fikir kırıntısını yakalar, yazmaya başlarsın ve nasıl olursa olur, sabaha karşı yazı gövdelenir. Bir kaç saat hakedilmiş uyku kadar tatlısı yoktur. Uyur uyanır, düzeltmeleri yapar, yazıyı yollar; canını kurtarırsın.
BANA LODOSUN BİR OYUNU MU BU?
Bu defa öyle olmadı. Okuduğunuz satırları perşembe sabah saatlerinde yazmaya başladım. Birkaç saat sonra teslim edilecek bu yazıyı bir plan ve hazırlığa yaslanmaksızın yazıyorum. Evren bana dün gece bir hediye vermedi ya da verdi de ben seçemedim, algılayamadım, alamadım. Lodos sabaha kadar sokrandı, ben dinledim. İçimde bir telaş ve korku da yoktu yazıyı yetiştirememek gibi. Şimdi de öyle… Külrengi bir İstanbul’a bakıyorum, Boğaz trafiği fırtına nedeniyle sakin. Lodos şehrin gürültüsüyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor. Sokağın sesleri bir yükseliyor, bir kayboluyor lodosun nefesinde. Belki İstanbul da bir işaret bekliyor…
DOĞANÇAY’IN DUVARLARI
Mavi Senfoni’nin ressamı Burhan Doğançay ‘ı kaybetmenin üzüntüsü içindeyiz. Doğançay, eserleri dünyanın önde gelen -Guggenheim gibi- müzelerinde sergilenmekte olan bir dünya sanatçısıydı. Geniş zamanlara direnen duvarları da tuval etmişti sanatına. 114 ülkeyi kapsayan ‘Dünya Duvarları’ çalışmasıyla taşları konuşturmuştu. Mavi Senfoni tablosu 2.2 milyon lira ödeyen Ülker’de şimdi yanılmıyorsam. Ressam için; “Sanatını ticarete dökmüştü, resimlerini asistanlarına yaptırıyordu” diyen sanatsevicilere, rönesansın usta ressamlarının büyük eserlerinin çoğunda çıraklarının da katkısı olduğunu hatırlatmak gerekir. Doğançay devleti beklemeksizin kendi müzesini de kendisi oluşturmuştu. Beyoğlu’nda ziyaretçi bekleyen müzesini görmenizi öneririm. Belki oradan da bir başka dünya vatandaşı Orhan Pamuk’un elleriyle vücuda getirdiği Masumiyet Müzesi’ne de uğrarsınız, gününüz çiçek açar.
KAYIKÇININ KISMETLİSİ…Bazı sanatçılar yaşarken takdir edilecek kadar şanslı olabiliyorlar. Doğançay onlardan biriydi. Kaybı üstüne televizyonda konuşan Raffi Portakal enfes bir anekdot anlattı. 17.yüzyıl büyük hat üstadlarından Hafız Osman Efendi, bir gün kayıkla Haliç’i geçerken, kuşağını yoklar ve yanında hiç para bulunmadığını fark eder, kayıkçıya tedbirsiz çıktığını, parası olmadığını söyler. Kağıda bir yazı yazar, kayıkçıya verir ve kağıdı sahafa götürürse, alacağından fazlasını ödeyeceklerini söyler. Kağıtta ‘hiç’ yazmaktadır. Mırın kırın eden kayıkçı çaresiz alır ‘hiç’ yazılı kağıdı ve ayrılırlar. Ertesi gün kayıkçı sahafın yolunu tutar, kağıdı verir ve birkaç kuruş almayı beklerken sahaf kendisine tam bir altın öder. Kayıkçı sevinçle döner ekmek teknesine. Hafız Osman’la bir zaman sonra yine tesadüf ederler. Hafız kayık seferinin ücretini uzattığında kayıkçı, “Bana para değil, hiç ver yine” der… Parayı verir “O bir kez olur” diyerek uzaklaşır üstad Hafız Osman, gülümseyerek…
Giacometti, bir yangında Rembrand’ın bir tablosuyla bir kedi yavrusu arasında kalırsa, kediyi kurtaracağını söylemiş. Fransız sinemasının yaratıcı yönetmenlerinden Claude Lelouch, ‘Bir Kadın, Bir Erkek’ filminde karakterlerden birine söyletmişti Giocometti’nin bu cümlesini… Bu haftanın evde DVD coşkusu da Lelouch’tan olsun…
“Sen söyle, kar neden yağar?” dedi Cennet’in oğlu. Muhtar sustu. Birden döndü sonra, köy alanındakilerin şaşkın bakışları altında muhtarlık odasına girdi. (...) Peşinden gelen bekçiye; “Artık üstüne gitme o çocuğun” dedi bu yüzden. “Deli milletine katıldı o; ne ne yapacağı bilinir, ne ne söyleyeceği...”
Bu satırlar Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler adlı romanından... Cennet’in oğlu ‘delilere karışmıştır’ ve sorup durmaktadır: “kar neden yağar?”Delilere karışmamış biz sıradanlar da hayatımızda en az bir kere sormadık mı; kar neden yağar?
Haftaya kar alarmıyla başlamıştık ya; pazartesi akşamı postu eve serince, rutin işlerin kir pasından arınarak, iklimin ruhuna uygun nevaleyi de hazırlayıp –sırtı ve ayakları sıcak tutacak pılı pırtı, türlü çeşitli sıcak içecekler, geçmişte okunup sevilmiş keyif garantili birkaç kitapla, -biri de Gölgesizler- pencere önüne konuşlandım.
Çocukluğum kar alan coğrafyalarda geçti. En derin çiziklerim Ankara’dan kalma. Ve bellek mönümde iştah açıcılardan en hızlı kana karışanını okuyorum. Yılmaz Erdoğan’ın Ankara şiirini... Hiç bitmesin uzunluğundaki Ankara şiiri şöyle sonlanır:
(...) Ankara’ya öyle yakışırdı ki kar...
asfaltlar ışıldar...
yalanlar...
Sevgili Göktürk-2;
Sisten bir duvarla bölündü boğazın iki yakası... Gemiler beyaz karanlığı yararak süzülüp geçiyorlar cennet bahçesinin su yolundan belli belirsiz. “Gece önce çukurlara dolar.” Böyle yazmıştı Bilge Karasu. Sisle gece kol kola, çukurlara dolmuş, ruhumuzu dizinde sallıyor bu gece... Ama sen bunları keskin gözlerinle, üstelik bizim hiçbir zaman göremeyeceğimiz bir bütünlükle görüyorsundur değil mi?
Sen ne durumdasın? Duyduk sevindik, pek güzel oturmuşsun yörüngene. Umarım yadırgamamışsındır yerini ve en kısa zamanda alışırsın oralara. Yalnızlıkla başın hoş mu? Kesif yalnızlığını kırar mı bilmem ama seninle gurur duyuyoruz. Hepimiz... ODTÜ’lü arkadaşlar da...
BÜYÜYÜNCE NE OLACAKSIN?
Senin yokluğunda sevgili Göktürk-2; ilk yılbaşımızı eda ettik. Kızımla diz dize, çok müzikli, tatlı bir muhabbetle buyur ettik yeni yılı. Ayşe 8’inci sınıf öğrencisi, şimdiden aklını kurcalayan üniversite ve meslek meselesi üstüne de konuştuk. “Ne olmamı isterdin baboli?” sorusuna en sevdiği yanıtı vermeyi ihmal etmedim: “Mutlu olmanı isterim tatlım!” Bu yanıt rahatlatıyor kızımı, biliyorum. Müziğe de bilime de yatkın. İster müzisyen, ister ilahiyatçı, isterse ODTÜ’lü bıçkın bir bilim insanı adayı olsun... Yeter ki mutlu olsun. Dünyayı mutlu insanlar kurtaracak...
ERKEN RAMAZAN...
Az önce Muhteşem Yüzyıl’ı seyrettim. İşin çok izleyemiyorsundur diye bir özet geçeyim ister misin? Sultan Süleyman, Pargalı’yı gözden çıkardı çıkaracak. Pargalı’yla Hürrem arasındaki gerilim devam ediyor. Manisa’da sancakta staj yapan Mustafa, çiçek hastalığı yüzünden kundaktaki evladını yitirdi ki; Allah düşmanımın başına vermesin. Derken; dizi mübarek ramazana girdi, erken. Böylelikle hakkında uzayıp giden “Atalarımıza ters yapılıyor” çıkışları da duruldu. Namazlar, iftarlar, sahurlar, teravihler, ramazanda İstanbul’a et ve ekmek tedariki ile ilgili denetlemeler derken, diziden nur fışkırdı. Pek güzel, pek latif. Severek izliyoruz.
“BEN ŞAİR SEVMEM”
Sinema yolcusuysanız; ‘Dünyanın en iyi oyuncusu’ tamlamasını duymuş ya da bizzat kendiniz farklı zamanlarda -üstelik bazılarında özneyi değiştirerek- dillendirmişsinizdir. Bana sorarsanız ‘Dünyanın en iyi oyuncusu’ diye bir pozisyon yoktur. İyi ki de yoktur, zira; öyle bir sorunun yanıtını bulmak, soğuk limonatayı soğuk füzyonla çalkalamak kadar zahmetli olurdu. Olası yanıtların kopartacağı kıyametten, sadece Şirince’ye kaçarak, bir de Robert De Niro’nun Los Angeles’ta malikânesine sığınarak kurtulabilirdik.
“Robert De Niro dünyanın en iyi oyuncusu mudur?” sorusu heyecanlandırmıyor beni. De Niro bu muğlak payeden çok daha organik bir mesleki pozisyonu, 49 yıllığına garantilemiş bir ustadır. Robert De Niro; hakiki bir ‘zengin kelle’dir. İster okullu olsun, ister alaylı, kimin çırağı, hangi okulun, ekolün talebesi olduğu fark etmeksizin, hemen tüm oyuncuların, kendileriyle ilişkin duymak isteyecekleri mesleki bir nitelemedir, zengin kelle!
KARTPOSTAL BÜYÜKLÜĞÜNDE KARTVİZİTİ
Zengin kelle şu demek: Birçok farklı karakteri başarıyla oynayabilen, kendini tekrar etmeyen, riskli karakterleri seçen meydan okumayı seven, hemen her yeni karakterde seyirciyi şaşırtmayı sarsmayı başaran oyuncu. De Niro’nun bir kartviziti olsaydı; -kartpostal büyüklüğünde bir kartvizit tabii- zengin kelle açılımında sıraladığımız özelliklerine, yönetmenlik, yapımcılık, restoran işletmecisi gibi başka marifetlerinin de eklenmesi gerekirdi.
Bu kıvamlı, sürprizli oyuncuya dair söylenecek çok şey var. Birçok üst düzey oyuncu gibi ‘De Niro oyunculuğu’ da peşin kredi anlamına gelir. Şunu en az bir kere söylemediniz mi içinizden?: “Gireyim şu filme! De Niro oynuyor işte. Ne kadar kötü olabilir ki?” Tekrar edilemez işler yapan, akla gelmeyenin peşinde koşan bir ‘inceci’dir o. Film iz bırakmasa bile, Bob abimiz bir ince kesiği şıkıştırıverir araya. Hissettirmeden çizer ve hayli zaman kalp envanterinizde taşırsınız o ince sızıyı…
İNCE DİKİM PERFORMANSLARI
? İnanmayanlar ve unutanlarla De Niro’dan yadigâr birkaç çiziğimi paylaşmak isterim; ‘Angel Heart’ filminde ‘Louis Cypher’i oynar. Lusifer’in uzun tırnaklarıyla yumurta soyduğu sekansta kanınız donar.