Paylaş
Diyelim ki...
Başbakan Erdoğan’a genellikle muhalefet eden bir köşe yazarı, kırk yılın başında olumlu bir yazı yazmış olsun.
Bu “yancı takımı”, hemen atak yapmaya başlıyor.
Şöyle diyorlar:
“Ne kadar çabalarsan çabala sonun fena... Başbakan seni hiç affetmez... Biteceksin...”
“Yancı”, sanki demokratik ülkenin Başbakan’ından değil, “Kafkas tipi tuhaf bir diktatör”den söz ediyor.
“Yancı” öyle coşmuş durumda ki...
Mesela...
“Affetmeyecekmiş de ne yapacakmış birader?” diye sorsak...
Rahatlıkla “Tıkacak sizi de Silivri’ye” cevabı verebilir.
Ya da...
“Sizi ekmeğinizden edecek” diyebilir.
“Yancı”, sırtını iktidara dayamış olmanın sarhoşluğuna kendisini öyle bir kaptırmış durumda ki...
Şöyle bir sorunun akıllara gelebileceğini milim hesaba katmıyor:
“İyi de birader, ülkeyi demokrasiyle tanıştırdığını söylediğin bir Başbakan, nasıl oluyor da yazıp çizen insanlar açısından bir tehdit oluşturuyor? Başbakan nasıl hapse tıkacak? Nasıl ekmekten edecek? Hele bir anlat bakalım”.
Hadi diyelim ki “yancı” haklı olsun.
Gerçekten de iddia ettiği gibi...
Başbakan’a muhalif olan insanlar, Başbakan’a yaranmak için takla atmaya başlamış olsunlar.
Peki bu durumda sadece bu zaafı gösterenlere mi yüklenilir?
Akıllara “Muhalif insanlar, neden durup dururken kendilerini Başbakan’a yaranmak için takla atmak zorunda hissediyorlar” sorusu gelmez mi?
Ve işin daha da fenası...
Bu sorular akla geldikçe, olan Başbakan Erdoğan’a olmaz mı?
Yadırgamıyorum aslında.
Her dönemde “yancılar” çıkar piyasaya...
Her iktidarın bu türden adamları vardı.
Fakat eski dönemlerin “yancıları” ile bugünün “yancıları” arasında şöyle bir fark var:
Eskiden “yancılar”, goygoyculuğunu yaptıkları iktidarları fena durumlara düşürmemek için asgari özeni gösterme gayreti içinde olurlardı.
Günümüzün “yancıları” ise “yancılığın kitabı”nı yeniden yazıyorlar.
Adamlar resmen kişisel husumetlerine, kıskançlıklarına, hesaplaşmalarına Başbakan’ı alet ediyorlar.
Üç şey söyleyeceğim
- BİR: Annesini kaybeden herkes tabii ki gözyaşı döker, tabii ki hislenir, tabii ki müteessir olur. Durum böyledir diye Başbakan Erdoğan’ın her haline yansıyan samimiyete ve sahiciliğe dikkat çekilmeyecek mi?
- İKİ: Milletçe abartmayı seviyoruz ve yine abarttık. Her köşeden fırlayan “Başbakan’ın gözyaşları” şeklindeki destanlar, maalesef Başbakan’ın sahiciliğini bile gölgeledi. Keşke bu denli mübalağa edilmeseydi.
- ÜÇ: “Başbakan’ın cenazedeki görüntülerini izledikten sonra hemen annemi aradım” cümlesini o kadar çok kişiden duydum ki... Son tahlilde o sahicilik, annelerin hatırlanmasına vesile oldu.
Hıncal Uluç’u yanlış anlamışım
TELEFONDA tatlı sert bir tonda “Beni yanlış anlamışsın” dedi Hıncal Uluç.
Ortamı yumuşatmak için “Seni bir tek ben anladım, ben de yanlış anladım” diye kötü bir espri yaptım.
Nezaketen güldü.
Ardından da devam etti:
“Ben o yazıyı Fatih Altaylı’nın ‘Fazıl Say sussun, konuşmasın’ sözü üzerine yazdım. Memlekette demokrasi varsa Fazıl da konuşacak, Fazıl’a itiraz edenler de. Benim karşı çıktığım Fazıl Say’ın susmasının talep edilmesidir”.
Yazıya tekrar baktım:
Evet, Hıncal Uluç haklı...
Anlaştığımız nokta şudur:
Fazıl Say herkese saydıracak...
Buna mukabil...
Herkes de Fazıl Say’a saydıracak...
Sadece hiç kimse bir başkası için “Sussun, konuşmasın” demeyecek.
Sahicilik üzerine
- Erdal İnönü de çok sahici bir adamdı. Artistlik yapmazdı, yapaylığa milim kaymazdı. Ama tarzı farklıydı. Demek ki neymiş? Her tarzın kendine özgü bir sahiciliği olurmuş.
- Samimiyet ve sahicilik, bir politikacının bütün politikalarının onaylanmasını tabii ki gerektirmez. Bir politikacı, gayet samimi bir şekilde kötülükler de yapabilir. Ancak unutmayalım ki, bir politikacının halka dokunabilmesi için her şeyden önce sahici ve samimi olması elzemdir.
- Sahici bir adamın taklit edilmesiyle çok yapay bir görüntü verilebilir. Bu nedenle herkes kendi sahiciliğini ve kendi samimiliğini ortaya koymalıdır.
- Mesela Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan tarzını taklit etmeye kalkarsa fena halde yapaylaşır. Çünkü Gül’ün kişiliği ve tarzıyla, Erdoğan’ın kişiliği ve tarzı çok farklıdır.
- Kemal Kılıçdaroğlu’nun ilk çıkışında büyük dikkat çekmesinin tek bir nedeni vardı: Çok sahici bir adam izlenimini veriyordu. Fakat sonra devreye imajcılar, akıl hocaları ve bulunduğu konumun taşınması güç zorlukları falan girdi ve sahiciliğinden çok şey kaybetti.
Işıklar içinde yatsın
RUTKAY Aziz’in Antalya Altın Portakal Yarışması’nda yaptığı konuşmayı dinlerken bir kez daha gündemime girdi “Işıklar içinde yatsın” sözü.
Rutkay Aziz, hayatta olmayan sinemacılar için “Işıklar içinde yatsınlar” diyordu.
Ben “Allah rahmet eylesin” kültüründen geliyorum, o yüzden bilmiyorum.
Lütfen bilenler beni aydınlatabilirler mi?
Şu “Işıklar içinde yatsın” sözü ne zaman doğdu?
İlk kim tarafından dile getirildi?
Tarihi nedir?
Ve hatta hikmeti nedir?
Neden hiç değilse kültürel olarak “Allah rahmet etsin” sözü tercih edilmiyor?
Çok merak ediyorum. Gerçekten.
Paylaş