Paylaş
Bir belediye otobüsünde...
El ele tutuşan ve birbirlerine biraz fazla sokulan bir çifte, belediye otobüsünün şoförü tarafından “Burası devlete meydan okunacak yer değildir” edasıyla, “Burası seks yapılacak bir yer değildir” denilerek had bildirildiğine dair rivayetler alıp başını gitmişti.
Bu olay karşısında...
“Ne oluyoruz yahu...” diyen bir grup genç de, söz konusu belediye otobüsüne binmişler ve inadına el ele tutuşma/ inadına öpüşme gibi bir eylem patlatmışlardı.
Meğer bu eylem...
Muhafazakâr demokrat gençlerimizi pek öfkelendirmiş.
Onlar da İHL Sözlük adlı internet sitesinde örgütlenerek...
Bu ‘öpüşmeli eylem’e, ‘takkeli eylem’le yanıt vermeye karar almışlar.
Kafalarına çekeceklermiş takkelerini ve aynı belediye otobüsünde eylem yapacaklarmış.
Bir sözüm yok, demokratik haklarıdır, yapsınlar elbette.
*
Benim cevabını aradığım asıl soru şudur:
Öpüşme eylemcilerini, belediye otobüs şoförünün hoyratlığı motive ediyorsa...
Takke eylemcilerini ne motive ediyor?
‘Eyvah! Gitti ahlak ve maneviyat’ duygusu mu?
- İyi ama ‘takkeliler’, kendi hayat tarzlarına özgürlük isterlerken başkalarının hayat tarzlarına karışmadıklarını ve karışmayacaklarını ısrarla ve inatla vurgulamıyorlar mıydı?
- İyi ama ‘takkeliler’ açısından, ‘isteyen minisini giyer/ isteyen başını örter’ diye bir durum söz konusu değil miydi?
- İyi ama ‘takkeliler’, kendi memleketlerinde en azından Avrupa’daki kadar özgür olmaya fit değiller miydi?
Peki nereden çıktı bu...
El ele tutuşma ya da biraz fazla sokulma olayını “Bunlar milletin ortasında alenen seks yapıyorlar” noktasına taşıyıp takkeli eylem patlatma işi?
*
Eğer en güçsüz olunan günlerde de...
Hiç çekinmeden...
Mertçe...
“Siz benim hayat tarzıma müdahale etmeyeceksiniz ama ben sizin hayat tarzınıza müdahale ederim arkadaş” denseydi...
Ya da...
“Başörtüsüne özgürlük/ Miniye esaret” denseydi...
Veya...
“Avrupa kadar özgürlük bize ters” denseydi...
Bugün takke eylemi türünden eylemler yapma konusunda en azından alınlar daha açık olurdu.
Ama bu durumda...
Alınlar maalesef açık değil...
Daha da fenası alınların açık olmamasının sebebi takke değil.
Mümtaz’er’e Tarık Buğra örneğini hatırlatıyorum
CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu, “Statükonun Allah’ı” diye bir söz etti ya...
Zaman yazarı Mümtaz’er Türköne, “Bu açıkça kutsala saygısızlıktır” diye uzun bir yazı döktürmüş.
Kılıçdaroğlu’nun bu sözünün suç olduğunu söylüyor ve Türk Ceza Kanunu’nun 216. Maddesi’nin Üçüncü Fıkrası’nda yer alan ‘Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama’ suçu kapmasına girebileceğini ima ediyor.
Mümtaz’er Türköne’nin bu savı üzerine Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne baktım.
‘Allah’ sözcüğü için şu üç anlamı veriyor sözlük:
BİR: Yaradan, Tanrı...
İKİ: Hayranlık ya da yakarma bildiren söz. (Allah! Ne de yakışmış).
ÜÇ: Herhangi bir işte başarılı olmuş, en üst dereceye ulaşmış kimse.
Sözlük, üçüncü anlam için Mümtaz’er Türköne’nin de sevip saydığı, sağ kesimin önemli romancısı Tarık Buğra’nın eserlerinden birinde geçen şu cümleyi de örnek olarak vermiş:
“Amerika’da kaçakçılığın Allah’ları var.”
Bilmem, bu örneği okuduktan sonra Mümtaz’er Türköne, Tarık Buğra’nın eserlerinin de
‘kutsala saygısızlık’ kapsamında toplatılmasını talep eder mi?
Püskevit
Her şey, MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin seçim meydanlarında “Canı bisküvi çekip de yiyemeyen çocukların dramı” üzerine nutuk atmasıyla ortaya çıktı.
Ortaya çıkan ‘acı gerçek’ şudur:
Meğer Bahçeli, “Bisküvi” yerine “Püskevit” diyormuş!
Ne yalan söyleyeyim, Devlet Bahçeli’nin bu çocuksu galatı, bana fena halde sevimli geldi.
Sanırım insana özgü her türlü zaaf, bana itimat telkin ediyor.
Yeni dönemde kim ne işe yarayacak
- ALTAN TAN: Kürt hareketinin, İslami bir görünüm kazanmasına neden olacak.
- ERTUĞRUL KÜRKÇÜ: Meclis’te bir tür ‘sosyalizm ve toplumsal mücadeleler tarihi’ işlevi görecek.
- AHMET TÜRKEŞ: ‘Baba mirası’ meselesinin siyasette hâlâ geçer akçe olduğunun kanıtı olmak gibi bir vazife icra edecek.
- ŞAMİL TAYYAR: Ergenekon avcılığını Meclis’e taşıyacak.
- NABİ AVCI: Nezaketin, kibarlığın, insancıllığın ve hoşgörünün nasıl da etkileyici olduğunu gösterecek.
- BİNNAZ TOPRAK: Siyasette acemiliğin bazen nasıl da işe yarar bir hal aldığının kanıtı olacak.
Aşırı yüklenme nedeniyle çaptan düşen cümleler
- Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmayın.
- Krizleri fırsata çevirmesini bilmeliyiz.
- Bu kadar cehalet, ancak tahsille mümkündür.
- Şu okullar olmasa eğitim ne güzel idare edilir.
- Stres her hastalığın temel kaynağıdır.
- Gerekirse pazarda limon satarım.
- İyi futbolcudan teknik direktör olmaz.
Genç bir siyaset yazarına öğütler
- Başbakan için “Ağzına biber sürülmesi gerekir” diye yazamıyorsan, Kemal Kılıçdaroğlu için de yazmamalısın.
- İlle de taraf olacaksan bir fikrin, bir ideolojinin, bir dünya görüşünün tarafı olmalısın; bir partinin, bir liderin, bir gettonun değil.
- Seçim sonuçlarını moralin bozularak ya da sevinçten deliye dönerek takip edecek denli kendini olaya kaptırma. Kendini her durumda gülümseyecek bir pozisyonda tut.
- Tarafgirlik adına lafını bir kere eğersen, o eğilmiş laf, ömrün boyunca yakanı bırakmaz. Lafını eğip bükme.
- Sadakatin partiye, lidere, gettoya olmamalı... Sadakatin yazıya, vicdana, ilkelere olmalı...
- Siyasetçiyi dostun bilme... Bugün sana yakınmış gibi görünen siyasetçinin, yarın sana çok uzak düşeceğini asla aklından çıkarma.
- Bildiklerini yazmak
yerine dar kapsamlı
ortamlarda anlatmaya
başlamışsan, bil ki daha başlamadan sonun gelmiş demektir.
Her defasında Nazlı Ilıcak
YGS’de sorun çıkar...
Hemen Nazlı Ilıcak, ilgililerle konuşup meseleyi öğrenip, “Öyle değilmiş, böyleymiş” yazısı yazar.
İnternete sansür geliyor meselesi ortaya çıkar...
Hemen Nazlı Ilıcak, ilgililerle konuşup meseleyi öğrenip, “Öyle değilmiş, böyleymiş” yazısı yazar.
Ergenekon Davası’nda sorun çıkar...
Hemen Nazlı Ilıcak, savcılarla falan konuşup, “Öyle değilmiş, böyleymiş” yazısı yazar.
*
Ne demişti Başbakan Erdoğan, ÖSYM Başkanı Ali Demir için?
“Süreci iyi yönetemedi...”
Madem genel olarak...
Kamu kurumlarımızda bir süreci iyi yönetememe sorunu söz konusu...
O halde...
Başbakan Erdoğan, yeni dönemde Nazlı Hanım’ı ‘Süreçlerden Sorumlu Devlet Bakanı’ yapsın.
Hem birçok sorun çözülür, hem de gazeteciliğin sınırları daha fazla zorlanmaz.
Bir taşla iki kuş yani.
Paylaş