Mehmet Altan’ın paşa dedesi

ASKERİN andıçladığı gazeteciler arasında yer alan Mehmet Altan, cesur bir yazı yazmış. Kendisini "güvenilmez" olarak niteleyen askeri yetkililere bindirmiş de bindirmiş.

Buraya kadar her şey güzel.

Ancak...

Olağan sayamadığım, Mehmet Altan’ın şu cümleleri:

"Biz yüz yıldan beri, aynı şehirde, aynı evde oturuyoruz. İki kuşak geriye gidince İsmet Paşa’nın askeri okuldan hocası Topçu Hasan Paşa’ya rastlarsınız. Topçu Hasan Paşa’nın Çanakkale Savaşları’nda kullandığı dürbününü merak ederseniz... O da çalışma masamda duruyor."

Yani...

Mehmet Altan demek istiyor ki:

"Benim dedem, İsmet Paşa’nın askeri okuldan hocası Topçu Hasan Paşa’dır.

O Hasan Paşa ki Çanakkale Savaşları’nda savaşmıştır. Dedemin savaşta kullandığı dürbün, bugün benim çalışma masamda durmaktadır. Sen kim oluyorsun da böyle bir geçmişten gelen benim gibi birine ’güvenilmez’ diyorsun?"


Mehmet Altan bu şekilde kendisini kurtarıyor.

Peki ya ben? Ben nasıl sıyıracağım?

Durumumu şöyle bir gözden geçirdim:

Biçare çalışma masamdaki en eski alet, rahmetli dedemden kalma ucuz mu ucuz "muhtar çakmağı"dır.

"Soylu" falan da değilim. Tıpkı İsmet Özel gibi, ben de kendimi "Tevarüs edilmemiş bir asaletim var" şeklinde afili cümleler kurarak kandırıyorum.

Yine şöyle bir bakınca...

Ailem yüz yıldan beri 12 ayrı şehir dolaşmış. Değiştirilen ev sayısı ise 30’u geçmiş.

Yani... Ne "Paşa dedem" var, ne de "yerleşik" sayılırım.

Su katılmamış bir "göçebe" denilebilir benim için.

Kısacası... "Bu Ahmet Hakan acayip güvenilmez bir adamdır" diyen askerlerimize, kişisel tarihimden çıkarabileceğim fiyakalı bir "şeref levhası"na ne yazık ki sahip değilim.

Öyleyse ne yapmalıyım? Belki de en iyisi şöyle demek:

Vur komutanım vur! Hiç çekinme... Bir de sen vur!

Sevgili Abdullah Oğuz kardeşim

NE yalan söyleyeyim:

Zülfü Livaneli’nin "Mutluluk" adlı romanından uyarladığın filmin özel gösterimi için nazik davetini aldığımda iki kere "Eyvah" dedim.

Birinci "Eyvah"ın nedeni, bundan önce çektiğin iki filmin birer "yüzeysellikler başyapıtı" olarak belirmesiydi.

İkinci "Eyvah"ın nedeni ise, özel gösterimlerde oluşan tuhaf yakınlıklardan sonra, o filmin kıyasıya eleştirilmesinin olanaksızlaşmasıydı.

Neyse ki Abdullah Oğuz kardeşim...

Bırak korktuğumun başıma gelmesini...

Son dönemlerde seyrettiğim en iyi Türk filmiyle karşılaştım.

Sevgili kardeşim.

Sen ki bütünlük duygusunu paramparça eden klip yönetmenliğinden geliyorsun. Bu kadar bütünlüklü bir filmi nasıl çıkardın?

Sen ki şu İstanbul denilen şehirde "Álemin tozunu attırmış" bir adamsın. Anadolu’ya özgü mahcubiyetleri, derin gibi gözüken şapşallıkları, hayatla kurulan o sıkıcı ama tılsımlı bağı, hangi zaman diliminde çözdün?

Sen ki Asmalı Konak’ın meşhur Abdullah Oğuz’usun. Yılmaz Güney usulü sertliği, Inarritu usulü birbirine uzak hayatlar arasındaki akışkanlığı falan nasıl bu kadar içselleştirdin?

Sen ki Nişantaşı-Etiler-Boğaz hattının çocuğusun. Esenler’deki tek göz gecekondu hayatından, bu kadar sert, gerçekçi ve razı olunmuş kareler sunmayı nasıl başardın?

Hangi birini sayayım? O görkemli açılış sahneni mi? O insanda her şeyi bırakıp bir kıyı kasabasına yerleşme arzusu uyandıran dokunaklı karelerini mi? Özgü Namal’dan "Töreye teslim olup olmamak arasında gidip gelen" hakiki bir Doğu kızı çıkarmanı mı? Bir Livaneli başyapıtı olan "Yüce dağlar başında mı / Zemherinin kışında mı / Şu gönlümün bir umudu gülüm / Gözlerimin yaşında mı?" şarkısının tam zamanında devreye girişini mi?

Sevgili kardeşim...

"Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var" demiş ya şair. Ben de bu deneyimden sonra "Kimsenin silinip atılamayacağını" öğrendim.
Yazarın Tüm Yazıları