Paylaş
“Hangi gazetede kaç yaşlı yazar var, kaç genç yazar var” falan diye...
Bazı isimlerden de görüşler almışlar...
Tamam, bir hüküm vermemişler ve iyi niyetli davranmaya çalışmışlar ama alttan alta “yaşlılık” ile kendini yenileyememek, topluma ayak uyduramamak, yeniliklere direnmek arasında bir bağ olduğunu ima etmişler...
* * *
Ben oldum olası “gençlik”, “orta yaşlılık”, “yaşlılık” türü modern kategorilere ısınamamışımdır.
“Genciz biz” diskurlarından da, “dinozor” yakıştırmalarından da hiç mi hiç hazzetmem...
Ne gençliğin bir ayrıcalık, ne de yaşlılığın dezavantaj sağladığına inanırım...
Zaten kadim geleneklerde bu türden kategorilere falan yer verilmez.
Kadim gelenekte ya çocuksundur ya da yetişkin...
Dinlerin bakışı da böyledir:
Akil baliğ olan herkes mükelleftir ve eşittir. Nokta.
O halde Zaman gibi kadim geleneğe yaslanmak iddiasındaki bir gazetenin “İhtiyarlara yer yok / Madem ki gençsin, öne geçmelisin” türü imalara kapı aralayan haberine ne diyeceğiz?
Hem kim demiş “Yaşlı tutucudur / genç değişimcidir” diye...
Eğer böyle bir kural var ise...
Yaşı ilerlemiş nice köşe yazarının, en yeniyetmeden bile daha enerjik ve değişime açık olmasını nasıl yorumlayacağız.
Ya da...
Nice yeniyetmenin nasıl da faşizan, nasıl da tutucu fikirler üfürmesini nereye koyacağız?
Kısacası bu işlerin yaşla falan ilgisi yoktur. Değişimcilik, yeniliklere açık olmak, yaşta değil baştadır.
Mazhar olmak
MAZHAR Alanson’un “Mazhar Olmak” adlı kitabını aldım kitapçıdan...
Umudum şuydu:
Şöyle başı sonu belli bir “hayat öyküsü” okuyarak, başkalarının hayatını merak eden “içimdeki röntgenci”yi tatmin etmek.
Kitabı bir açtım ki...
Büyük, çok büyük bir sürpriz!
Kitap değil, Mazhar Alanson’un özel defteri gibi bir şey...
Sayfalara yapıştırılmış fotoğraflar, matrak gazete haberlerinin kupürleri, el yazısıyla yapılmış karalamalar, şarkı sözü yazma temrinleri, hatıra kırıntıları, hüküm cümleleri...
Başı sonu belli bir hayat öyküsünden çok daha sıcak, çok daha tatmin edici bir kitaptı...
İki gündür elimden düşüremiyorum kitabı...
“Şekil içeriği belirler” derler ya...
Mazhar Alanson’un dünyası ancak böyle bir şekille anlatılabilirdi...
Birinci Ajda müdafaası
İLAHİ Hıncal Uluç! Yine provokasyonunu yapmışsın...
Hülya ile Ajda’yı kıyaslamışsın...
Ama olmamış tabii...
Çünkü “Elma ile armudun kıyaslanamayacağı”na dair o büyük ilke yolunu kesmiş...
Mesela...
Hülya için diyorsun ki: “Hülya müthiş sanatçı... Bir sinema oyuncusu olarak müthiş işler yaptı...”
Ardından da tutuyorsun Ajda’nın fi tarihinde çektiği sinema filmlerine getiriyorsun lafı ve o filmlerin ucuzluğundan dem vuruyorsun.
Bir kere Ajda’nın iddiası, sinema oyuncusu olmak değil ama Hülya sinema oyuncusu iddiasında...
Bu nedenle...
Tıpkı Hülya’nın şarkıcılığı ile Ajda’nın şarkıcılığı kıyaslanamazsa...
Hülya’nın filmleri ile Ajda’nın filmleri de kıyaslanamaz...
Şarkı söyleme konusunda Ajda bir numaraydı, hâlâ da bir numara...
Sinema konusunda ise Hülya’nın Berlin in Berlin’den beri çektiği doğru dürüst bir filmi yok...
Kıyaslama yapacaksak böyle yapmalıyız.
İki ismin karakterlerine, iş tutuş biçimlerine, dost canlısı olup olmadıkları meselesine gelince...
Bu konularda nesnel olmak mümkün olamaz...
Sen bakarsın dost görürsün, ben bakarım düşman görürüm...
Haftanın 5 beğenilmeyeni
BİR: Suikast iddiası, kozmik oda gibi konularda uzatılan her mikrofona konuşarak işin tadını çıkardığı izlenimini veren BÜLENT ARINÇ...
İKİ: “Türkiye’de hiçbir inanç grubunun sıkıntısını olduğunu düşünmüyorum” şeklinde açıklama yapan Diyanet İşleri Başkanı ALİ BARDAKOĞLU...
ÜÇ: Son yazdığı şiirle, artık şairlikten de emekli olduğu izlenimini veren İSMET ÖZEL...
DÖRT: Genelkurmay’ın gizli biriminin içine bir yargıcın girmesini “devletin yatak odası”na girmek olarak algılayan DERİN DEVLETÇİLER...
BEŞ: Ankara’da Ahmet Türk’ü oturduğu kiralık evinden çıkarmaya çalışan KOMŞULARI...
Paylaş