Paylaş
Çarşambaya kadar yokum.
Çünkü artık sözün değeri kalmadı.
Ne yapsam, ne söylesem zait...
* * *
Söyleyin bakalım:
“En büyük savcı bizim savcı...” sloganlarının atıldığı bir ortamda ne söyleyebilirim ki?
Bir akıl verin bana:
“Yerel mahkemeler sizin olsun / Bize yüksek yargı yeter...” yaklaşımının olağan hale geldiği bir ortamda hangi raconu kesebilirim ki?
Bir çıkar yol gösterin:
“Sizin savcı bizim savcıyı tutuklayınca hukuk işliyor / Bizim kurul, sizin savcıyı görevden alınca yargıya müdahale” anlayışının egemen olduğu bir ortamda nasıl harikalar yaratabilirim ki...
Umarım ben buralarda yokken...
* “Hükümet güçleri” ile “yüksek yargı güçleri” arasındaki soğuk savaş, sıcak çatışmaya dönüşmez.
* İlker Paşa ve arkadaşları bu savaşın bir parçası olmaz...
* Muğla Savcısı, Kastamonu Savcısı’na yönelik operasyon yapmaz...
* Danıştay ve Yargıtay’da konuşlanan yüksek yargıçlar, ölüm orucuna başlamaz.
* Bu kargaşa ortamını fırsat bilen Yargıtay Başsavcısı, AK Parti hakkında kapatma davası açarak Tayyip Bey’e şöyle okkalı bir kıyak yapmaz.
* Adalet Bakanı, yanına müsteşarını alarak Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu işgal etmez.
* Görevlerini bırakan yüksek yargıçlar, Yüksek Yargıçlar Partisi’ni kurup seçime katılma kararı almazlar.
* Erzincan Başsavcısı’nın avukatı Turgut Kazan, akıl sağlığını korumayı başarır...
* * *
“Fitne dönemleri”nde konuşarak değil, susarak da çok şey anlatılır.
Ben susarak konuşmak istiyorum.
Ve çekip gidiyorum buralardan.
Çarşamba günü yeniden buluşuncaya dek...
“Türkiye” denilen şu tuhaf cangılda...
“Aman ruh sağlığınızı korumaya bakın” diyorum, başka da bir şey demiyorum.
Bedii Faik’ten açıklama
ATTİLÂ İlhan’ı “muhbirlik” yapmak ile suçlayan Bedii Faik’i eleştirmiştim.
Bana bir açıklama göndermiş.
Keşke kendisiyle uzun uzadıya polemiğe girecek azim ve enerjiyle dolu olabilseydim de “geçmişteki gazetecilik” ile “bugünkü gazetecilik” arasındaki mahiyet farkı üzerinden bir tartışma yapabilseydik.
Fakat buna mecalim yok.
İyi ki yok...
Çünkü eski defterleri karıştıracak ve Bedii Faik’in askeri öğrencilerin ayaklanmasını bastırmak amacıyla subaylardan aldığı görevle Necip Fazıl aleyhine nasıl yazı yazdığını falan anlatacaktım.
Ama Bedii Bey müsterih olsun bunu yapmayacağım.
Yine Bedii Bey müsterih olsun, eski devirlerin gazetecilik kurallarına tabi olup yazabileceğime, bu devrin gazetecilik kurallarına tabi olup yazamamayı bile tercih ederim.
Bu hükme varmamda Bedii Bey’in ilgiyle okuduğum anılarının rolü büyüktür. Neyse...
Sözü uzatmadan, “cevap hakkı”na saygı gereği Bedii Bey’in açıklamasını aynen yayınlayalım:
* * *
“Sayın Ahmet Hakan...
Ben Attilâ İlhan’ın arkadaşlarını satmasını, sizin iddia ettiğiniz gibi, bütün şahitlerin öldüğü bir devrede değil, taa 2001 Mayıs’ında çıkan ‘Matbuat, Basın derken Medya’ adlı anı kitabımda yazmışımdır.
Ki o tarihte bırakın şahitleri bizzat Attilâ İlhan sağ idi...
Ve ne tuhaftır, kitabım üzerine benimle konuşma yapan Milliyet muhabirinin röportajına karşı celallenen hazret, gene Milliyet’te çıkan cevabında ancak ‘İsminden yararlanarak şöhret peşinde’ olduğumu iddia etmek komikliğini gösterebilmiş ve bununla da kalmayarak olayın yeni bir şey olmadığını ve herkesten önce kendisinin bir kitabında bunu açıkça yazdığını söylemiştir. Yani itirafta bulunmuştur.
2001 yazının ilk aylarına uzanan basit bir gazetecilik gezintisi bu tabloyu isteyene hemen gösterebilir.
Fakat Sayın Hakan beni asıl üzen, meseleyi hiç incelemeden, bilmeden, anlamadan hakkımda vardığınız hüküm değil, bana yaslanarak bütün bir devri, eski gazetecilik devrini kötülemenizdir ki, bunu insafa sığdırsam, vicdana sığdıramıyor, gençliğe mal etsem ‘matbuat tarihi yalamış yutmuş’luk iddianıza uyduramıyorum.
Ama gene de o devirde yaşamadığınıza şükretmekte haklısınız. Zira size yazdırmazlardı.” BEDİİ FAİK.
Paylaş