Yaşın 43’e dayanmış... Bir evlat sahibi olmak istemişsin... Bir "baba adayı" bulmanın bin türlü ceremesini çekmek yerine, "aman ne uğraşacağım onla, bunla" tarzında bir çıkar yol bulmuşsun kendine... Sperm bankasından, paraya kıyıp sperm ısmarlamışsın yeteri kadar... Böylece hamile kalmışsın... Dünyaya bir bebek getirecekmişsin falan...
Senden kaynaklansın ya da kaynaklanmasın, gördüğün gibi her şeyin farkındayız...
* * *
Sevgili Güner Özkul...
Biliyorum, sonuçta karar senin kararındır... Biliyorum, bize laf düşmez...
Ama iş bu kadar dallanıp budaklanınca, ister istemez üstümüze düşmeyen görevleri de üstlenebiliyoruz.
Ne yaparsın, köşe yazarlığı denilen şu tuhaf meslek, biraz da "çıkıntılık yapma" mesleğidir. Ekmek paramızı böyle kazanıyoruz... Çok görme ne olur, "kör olası hanede evlad ü ayal var".
Neyse... Neyse...
Eğer düşündüğüm kadar "bencil" bir insan değilsen Sevgili Güner, "doğan her çocuğun babasının kim olduğunu öğrenme hakkı" bulunduğunu sanırım kabul edersin...
Düşünsene: Sperm bankası aracılığıyla ürettiğin biricik evladın, biraz büyüyüp aklı ermeye başlayınca, bir Küçük Emrah filmi repliğine benzer acıda, alnını kederli kırışıklar içinde bırakarak, dönüp soracaktır sana:
"Benim babam kim anne? Yoksa attaya mı gitti anne?"
Ne cevap vereceğini biliyor musun Güner? Yoksa zavallı Emrah’ın annesini oynayan Oya Aydoğan gibi yapıp, gözyaşlarını saklamaya çalışarak ağlayacak mısın?
* * *
Hadi diyelim ki bir biçimde bu sorunu aştın...
Fakat Sevgili Güner, başka bir arıza daha var:
Yine işittiğimize göre evladını dünyaya getirmeyi sağlayacak spermi Danimarka’dan almışsın ya...
Sen sanıyor musun ki dünyaya yeni bir Soren Kierkegaard falan getireceksin?
Unutma: Danimarka’da da olsa sperm bankalarının bağışçıları, öyle sandığın ya da umduğun gibi "Danimarka kalitesi"ni yansıtmazlar.
Üç kuruş para için sperm bankasına kimlerin başvurabileceğini herhalde tahmin ediyorsundur.
Yani dünyaya yeni bir Soren Kierkegaard falan getirmeyi düşünüyorsan...
Bunu "Danimarka’da bir domuz çiftliği çalışanının spermi" ile sağlaman pek olası görünmüyor.
Tabii ki keyfinin káhyası değilim ama yine de anımsatayım dedim...
Kim nasıl yazıyor (2)
EKREM DUMANLI- En netameli konularda bile belli bir edep dairesinde kalarak yazmayı başarmak, sanırım sıkı bir "nefis terbiyesi" gerektiriyordur.
HASAN PULUR- Hiç bıkmadan... Hiç üşenmeden... On yıllardır... İnatla...
ORAY EĞİN- Bazen hedefi öyle 12’den vuruyor ki, hemen herkeste "Ya yarın benim için de yazıp hedefi 12’den vurursa" korkusu uyandırıyor... Hakkı teslim edilmiyorsa bundandır.
NAZLI ILICAK- Bir yandan stajyer gazeteci heyecanını koruyarak, bir yandan da tarafsız görünme kaygısı gütmeyerek...
KÜRŞAT BUMİN- Elinde her daim bir vicdan terazisi tutarak...
MEHMET BARLAS- O kadar alışkın ve o kadar ustalaşmış ki, bizim gibi müptedilerin beş saatte yazamadığını 15 dakikada yazıp en iyi sonucu alabiliyor.
HASAN KARAKAYA- Çok cesur yazıyor... Ancak cahillerde görülebilecek bir cesaretle yazıyor...
Dilek ve temenniler
BİR: Şu Ferhan Şensoy’u Ergenekon’dan içeri alsalar da, adamın ikide bir "Ben darbe isterim" tarzındaki soğuk şakalarına ve acıklı güldürme çabalarına maruz kalmaktan hepimizi kurtulsak...
İKİ: Keşke eski Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, ortaya çıkıp "Hasta olmadığım halde bakanlık görevimden alındım" diyerek bir röportaj verse de, yaprağın kıpırdamadığı şu günlerde ortalık biraz şenlense...
ÜÇ: Keşke şu uzaylılar, şarkıcı Reyhan Karaca’yı kaçırmak yerine "Hüsnü Şenlendirici/Deniz Seki/Nazire Şenlendirici triosu"nu kaçırsalar da, milletçe hepimiz biraz kafa dinlesek.
DÖRT: Keşke Hüsamettin Cindoruk Demokrat Parti’nin başına geçse, Süheyl Batum da partinin genel sekreteri olsa da, bu ikilinin binde kaç oy alacağını hep birlikte öğrensek...