Paylaş
Hepsi PKK tutuklu ve hükümlüsü...
İlk başta sayıları yüze yakındı.
Şimdi bine yakın oldular.
Her geçen gün sayıları artıyor.
İlk başlayanların açlık grevi süresi 40 günü doldurdu.
Onlar için kalıcı sakatlıklar ve ölüm riski başladı.
Açlık grevi boyunca...
Günde bir adet küp şeker...
Günde bir parmak tuz...
Günde bir adet B vitamini alıyorlar.
Üç şartları var.
Diyorlar ki:
BİR: Öcalan’ın sağlık, güvenlik ve özgürlük koşulları yaratılsın.
İKİ: Anadilde savunma hakkı tanınsın.
ÜÇ: Anadilde eğitim hakkı tanınsın.
Bazı gözlemciler...
“Öcalan’a uygulanan tecridin kalkması” ve “anadilde savunma hakkının tanınması”nın açlık grevlerinin son bulması için yeterli olabileceğini söylüyorlar.
Fakat 40 günü aşan açlık grevi karşısında büyük bir duyarsızlık var.
Tutuklu ve hükümlülerin taleplerini “Kabul edilemez” bulan devlet, olayı görmezlikten geliyor.
Adalet Bakanlığı susuyor.
BDP hariç siyasi partiler susuyor.
Bazı insan hakları örgütleri hariç sivil toplum örgütleri susuyor.
Medyada haber olmuyorlar.
Kamuoyunun önemli bir kısmı ya olayı bilmiyor, ya da “Ölürlerse ölsünler” havasında.
“Adamlara bak, davaları uğruna ölümü bile göze alabiliyorlar” diyerek ölüm güzellemesi yapacak değilim.
İnsanın bedenini ölüme yatırma kararının, çok etkileyici bir karar olduğunun tabii ki farkındayım.
Fakat kararı etkileyici bulmam, onayladığım anlamına gelmez.
İnsanın kendini ölüme bırakmasının gerekçesi olamaz.
Ancak böyle düşünüyorum diye, yitip gitmek üzere olan canlar karşısında duyarsızlık içine giremem.
Çünkü o zaman “insan” kalamam.
İşte bu nedenle “Bir şey yapılmalı” diyorum.
1990’lı yıllarda cezaevlerinde başlayan ölüm oruçları için kamuoyunda bir duyarlılık oluşmuştu.
Yaşar Kemal, Mehmet Bekaroğlu, Zülfü Livaneli gibi isimler, ölüm oruçlarının son bulması için aracılık yapmışlardı.
Mesela bu tür bir girişim bugün de başlatılabilir.
Hükümet bu konuda bir duyarlılık geliştirebilir.
Mesela “Anadilde savunma hakkı”nı yasal bir düzenlemeye kavuşturabilir.
Mesela “Koster bozuk” gerekçesiyle Öcalan üzerinde 16 aydır uygulanan tecridi kaldırabilir.
“Çözüm için İmralı ile de görüşebiliriz” diyen bir hükümetin bu adımları atması zor olmasa gerek.
Tecridin kalkması ve anadilde savunma hakkının tanınması şu üç şeye vesile olur:
BİR: Açlık grevlerinin ölümlerle sonuçlanmasının önüne geçilebilir.
İKİ: İnsan haklarına uygun adımlar atılmış olur.
ÜÇ: Kürt sorununun çözümünde olumlu bir süreç başlatılmış olur.
Aksi takdirde...
Ölümler ölümlere ulanacak...
Ve her ölümde çözüm duygusundan ve atmosferinden uzaklaştıkça uzaklaşacağız.
En sevdiğim 5 film sahnesi
BİR: Fargo’da Uzakdoğulu psikopatın hamile kadın polise asılma sahnesi...
İKİ: Seven’de seri katilin polis müdürlüğünde ortaya çıktığı ve “müfettiş” diye bağırdığı sahne...
ÜÇ: “The Godfather 2”de Al Pacino’nun karısına kapıyı kapadığı sahne...
DÖRT: Ben-Hur’da araba yarışı sahnesi...
BEŞ: Çağrı’da Hz. Hamza rolündeki Anthony Quinn’in, “Muhammed bir yalancı” diyen Ebu Cehil’in suratına patlattığı muazzam tokat sahnesi...
Esra Elönü’ye abi nasihatleri
EKSANTRİK olmak iyidir Esra... Ama kararında olursa...
İnsanın kendinden söz ettirmesi hoştur Esra... Ama bunu “Bakın, şu anda kendimden söz ettirmek için bir-iki atraksiyon çekiyorum” imajı vermeden yaparsa...
Gündeme gelmek bir başarıdır Esra... Ama hem gündeme gelmek, hem de itibarı korumak daha büyük bir başarıdır.
“Atatürk’ten nefret ediyorum” cümlesinin ne sana, ne bana, ne de topluma bir faydası vardır Esra... Ama Atatürk dönemine dair bilgiye ve düşünceye dayalı bir eleştirinin herkese faydası olur.
“CHP yüzünden Atatürk’ten nefret ediyorum” cümlesindeki mantık, doğru bir mantık değildir Esra... Çünkü birileri yüzünden birilerinden nefret etmeye başlarsan başta inandığın din olmak üzere bütün değerlerin yer ile yeksan olur.
28 Şubat defterinin açılması iyi oluyor
SUNA Vidinli diye bir arkadaş var.
Sunucu mudur, spiker midir, haberci midir, danışman mıdır, bilmem.
Bildiğim bir şey var:
Bugünlerde pek hükümete yakın, pek muhafazakâr, pek demokrat falan.
Fakat işte Merve Kavakçı çıktı ve bu hanım kızımızın 28 Şubat’ta nerede durduğuna dair bir ifşaatta bulunuverdi.
Meğer Suna Vidinli denilen arkadaşımız, 28 Şubat döneminde Merve Kavakçı’ya bir toplantıda “Sen soru sormaya bile değmezsin” demiş.
Merve Kavakçı bu olayı ifşa etmeseydi, arada kaynayıp gidecekti Suna Vidinli...
Ne bir özür dileyecekti ne pişmanlık ifade edecekti.
Hiçbir şey yokmuş gibi yoluna devam edecekti.
Hükümetle arayı iyi tutmalar, muhafazakâr pozlar, demokrat yaklaşımlar falan...
Ancak olmadı.
Merve Kavakçı, Suna Vidinli’nin yaptığını anlattı.
Ve Suna Vidinli de mecburen özür dilemek zorunda kaldı.
“Benimki bir gençlik hatasıydı, özür dilerim” dedi.
“Ama benden daha zalimleri vardı, benim üzerime fazla gelmeyin” demeyi ihmal etmeden.
İnsan geçmişte yaptığı bir hatadan dönebilir.
Hatadan dönmek erdemdir.
Fikir değiştirmek, görüş değiştirmek... Hiçbiri kınanamaz.
Geçmişte yaptığı bir ayıp hakkında özür dileyen bir insanın üzerine gidilmez.
Bunlar vazgeçilmez kaidelerimiz olmalı.
Fakat bunların vazgeçilmez kaide olabilmesi için bazı şartlarımız var.
Şöyle şartlar:
Yaptıklarından pişman isen, yaptıkların ifşa edilince değil, ifşa edilmeden önce pişmanlığını dile getireceksin.
Bir fikri bırakıp başka bir fikri savunmaya başlıyorsan bunun hesaplaşmasını kamu önünde yapacaksın.
Gözüne fener tutulmuş bir tavşan gibi yakalanmışken dilediğin özrün bir kıymeti olmaz, o özrü fırsatın varken dileyeceksin.
Eğer gerçekten etkin bir pişmanlık içindeysen, “Benden daha zalimleri vardı” diyerek durumdan yırtmaya çalışmak yerine etkin bir üzüntü içine gireceksin.
Durumunu ifşa edene sitemler yollamaya çalışmayacaksın.
Paylaş